Kutlu haberi duyurmak için yazarız Yeni Şafak Pazar Eki Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
NESLİHAN ÜNSAL
Çeşitli dergilerde yayımlanmış hikâyelerini topladığı Adem’in Kekliği ve Chopin ile ilk kez okuyucuyla buluşan Mustafa Çiftci, ikinci kitabı Bozkırda Altmışaltı ile Türkiye Yazarlar Birliği tarafından verilen “2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı” ödülünün sahibi olmuş ve adını daha geniş kitlelere duyurmuştu. İlerleyen yıllarda peş peşe yayımladığı Ah Mercimeğim, Kalfa Uykusu, Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım eserleri dışında Tanıl Bora’yla birlikte hazırladıkları Yengeler Cumhuriyeti ve Enişte Risalesi derleme kitaplarıyla okuruna ulaşan Çiftci, 2016 yılında da Necip Fazıl Ödülleri kapsamında “İlk Eserler Ödülü” almıştı. Bu kez bozkırın ortasında bir tutam yeşilliğin, dostluğun, iyiliğin ve saf sevginin kalpleri ısıtacak romanı Kiraz Çiçeği Kolonyası ile okuyucu karşısına çıkan Çiftci, romanında okulu değil ama okumayı seven, yaşadığı “uzak şehir”de tüm engellere ve yoksulluğa rağmen edebiyata tutunarak hayallerinin peşinde koşan Servet’in hikâyesini anlatıyor.
Mustafa Çiftci ile ödüller aldığı öykü kitaplarından sonra kaleme aldığı ilk romanı Kiraz Çiçeği Kolonyası’nı konuştuk.
Kiraz Çiçeği Kolonyası romanınızın ortaya çıkış hikâyesini bizimle paylaşabilir misiniz?
Kızım Leyla kiraz çiçeği kolonyası hediye etmişti bana. Onu koklarken kafam karışıyordu, kalbim sancıyordu. Yazayım kurtulayım yoksa koklamayı bırakayım dedim. Koklamayı bırakamadım. Yazdım mecburen. Bir de kiraz çiçeği kolonyasını sadece ben bilmiyormuşum. Kime sorsam haberdar idi. İlginç olanı şu ki kulaktan kulağa yayılmış bir şöhreti vardı bu kolonyanın. Kimse internetten ya da televizyondan falan duymamıştı, herkese bir yakını, sevdiği söylemişti. Zaten edebiyatta da reklamla duyulan değil kulaktan kulağa yayılan kalıcı oluyor. İnşallah kolonyanın kaderi gibi romanın kaderi de öyle olur. Kulaktan kulağa fısıldanan bir güzel haber gibi olsun, kalıcı olsun, okuyan bir daha okusun isterim. Bakın bu söylediklerimin satış rakamıyla alakası yok. İnsan için eser bir güzel haberdir. Bu habere muhatap olan ilk kişi yazardır ve aldığı bu kutlu haberi duyurmak için yazar ve yazdığının kalıcı olmasını ister, duam budur.
Kiraz çiçeği kolonyası bir sağanağı tetikledi
Kiraz çiçeği kolonyası romanın hem adı hem de ana unsurlarından biri, sizin için ne ifade ediyor?
Tarifi çok zor, annem hayatta olsaydı onunla konuşur netleştirirdim hissiyatımı. Lakin annem öldüğünden beri o kadar zorlanıyorum ki hislerimi netleştirmekte. Annem varken aynam gibiydi. Kendimi her halimle görürdüm. Şimdi kafamda bulutlar var. Bulutları didiklerdim eskiden annemle ve bir yağmur gibi rahmet yağardı. Şimdi didiklersem sağanak altında kalıyorum. Kolonya da bir sağanağı tetikledi işte…
Romanda edebiyatı yürekten seven bir gencin hikâyesini okuyoruz. Edebiyat, hayatta insana ne kazandırır?
Edebiyatın iyileştirici gücü var. İnsan başkalarının yaşadığını okurken veya kendi yaşadığını yazarken ibret alıyor, rahatlıyor, bazıları zehirden, safradan kurtuluyor. Yaşadıkça belledim ki edebiyatın tarifi zor bir tılsımı var. O tılsıma medyun oluyoruz. Bir de edebiyatın sizi alıp savurmak gibi bir gücü var. Biliyorsunuz bazı ruhlar savruldukça coşar… Yalnız burada bahsettiğim yerli edebiyattır. Bu konuda fikrimi açıklamak isterim. Yabancı edebiyatın illa bir gücü var ama ben yerli edebiyatın daha kalıcı, daha halimizden anlayan bir edebiyat olduğunu düşünüyorum. Yabancılarla insan olmamız hasebiyle derdimiz ortaktır. Lakin şifamız ortak değildir. Ben bir dönem Afrika’da kaldım. Orada bu yerli olanın şifalı oluşunu iliklerimize kadar hissettim. Hiç unutmam bir kargo paketinin dibinde bir avuç çekirdek gelmişti. Orada çekirdek bilinmez, yenmez ve biz çekirdeği özlemişiz o bir avuç çekirdek bize bir tılsımlı mektup gibi geldi. Yemeye kıyamadık. Hele ben bıraksalar ağlayacağım. Memleketimin trafikteki kornasını özlemiş adamım. İşte edebiyat da yerli olunca bizim kodlarımızı çözüyor, bizi rahatlatıyor, nefes alabiliyoruz. Ben böyle söyleyince “Yabancı edebiyat okumayalım” der gibi anlaşılıyor. Hayır tabii ki okuyacağız ama ne beklediğimizi bilerek okuyacağız. Yabancı edebiyat bize öyle ahım şahım imkânlar sunmaz. Yıllardır okuyoruz, o edebiyata dayalı sinemayı izliyoruz ama bizi ağlatan hâlâ bizim filmlerimizdir. Ben Reşat Nuri merhumun Dudaktan Kalbe romanını okurken yerimde duramıyor, kitap elimde odaları dolaşıyor sonra tekrar okumaya başlıyordum öyle sarıp sarmalıyordu beni.
Yazar aşinalıktan eser çıkarır
Romanınızın başkahramanı Servet, “Yazar aşinalıktan mı eser çıkarır, yabancılıktan mı?” diye soruyor. Siz hangi cevabı verirsiniz?
Tabii ki aşinalıktan çıkar. İnsanın yabancısı olduğunu yazması neredeyse şizofrenik bir hal. Var öyle yazarlar. Allah onlara yardım etsin. Kafaları kalpleri ne kadar yüklüdür. Nasıl katlanıyorlar acaba? Bildiğini yazmak insanı bir çeşit acıdan kurtarıyor. Çünkü insan sadece okuyarak değil yaşayarak da biliyor. Bence okuyarak bilinenler insana yük olmuyor. Akıl, kalp onları katlanılır hale getiriyor. Lakin insanın yaşadığı şeyler birer dert topağı, soru yumağı olarak kalabiliyor. Bazıları o dertleri bir dostuna söylüyor. Hani diyor ya şair, “Dostuna yarasını gösterir gibi.” Bazıları o derdi bir suya söylüyor. Eskiden tabiata dert ortağı olarak bakma imkânı vardı. Yani derdinizi akan suya fısıldardınız ya da su halinizden anlardı siz rahatlardınız. Yok şimdi öyle bereketli, şifalı tabiat parçaları. Belki bu sebepten psikoloğa gidenler çoğaldı. O psikologlar da ne yapsınlar ellerinden sadece dinlemek geliyor. Dert dinlemeyi paralı hale getirirseniz dert “essahtan” içten gelen bir arzuyla dinlenmediği için şifası da geçici oluyor. İnsanın içindeki dertleri anlatmanın en pratik yolu yazmak. Yani diyorum ki insan bildiğini yazarsa okur için samimi, sahici bir metin çıkıyor, yazar içinse rehabilite edici oluyor. Gerçi yazmaya bizim gibi bakmayanlar var. Mesela kendisine roman sipariş edilen yazar kısmı var. Onlar yurtdışından huy bellemişler. Yayınevi ne derse ne kadar derse o kadar yazıyorlar. Onlarınki artık şifa için, dert için değil iş için yazmak oluyor. Onlar bu söylediklerimizin dışındadır. Zaten onların has edebiyat gibi bir derdi de yoktur. Geçim belasının halkası boyunlarına geçmiş bir zavallı kalem ehlidir vesselam.
Hikâyenin tadını çıkarsınlar isterim
Eserlerinizde özellikle taşra mekânlarının öne çıktığını görüyoruz. Mekân, bir edebi metne nasıl katkılar sağlar?
Atmosfer oluştururken mekân çok büyük imkân. Hatta şahıs kadrosunun dile getiremediği birçok detayı mekân gösterir. Bazıları diyor ki: “Roman başka yerde geçsin mesela hep taşrada geçmesin.” Bunu değiştirmek kolay değil. Taşrayı biliyorsanız eğer bildiğiniz yeri bırakıp başka yere -gurbete- çıkıp yazmak büyük risk. Edebiyatta bari emin olalım risk almayalım. Yaşamak yeterince riskli zaten.
Hikâyelerinizin ardından ilk romanınız okurlarınızla buluştu. Bu vesileyle okurlarınıza neler söylemek istersiniz?
Yazdığım form değişse de ben yine aynı “Mısdafa”yım. Anneannem öyle seslenirdi bana. Okurlarım da öyle seslensinler ve yabancılık çekmesinler. Zaten anlattığımızın hepsi hikâye değil mi? Hikâyenin tadını çıkarsınlar isterim.


