Birinci yalandan sonra bütün gerçekler şüphelidir, ikinci yalandan sonra tüm şüpheler gerçektir
Halktv sayfasından elde edilen bilgilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Bir yalanın içinde mi yaşıyoruz?
“Birinci yalandan sonra bütün gerçekler şüphelidir, ikinci yalandan sonra tüm şüpheler gerçektir.” – Küçük Prens
Güven, insan yaşamının en temel duygusal ihtiyaçlarından biridir. Bir çocuğun ebeveynine duyduğu koşulsuz bağlılıkla başlar; ardından dalga dalga yayılarak öğretmene, okula, mahalleye, şehre, ülkeye, topluma ve dünyaya uzanır. Güven varsa hayat öngörülebilir olur, ilişkiler anlam kazanır, insan kendini emniyette ve huzurlu hisseder.
Bu kadar önemli ve yaşamsal bir duygu olan güven, aynı zamanda çok hassastır. Bir kez sarsıldığında, yalnızca bir duygu değil, bütün bir zihinsel yapı çöküşe geçer. Güven tek kullanımlıktır. Sarsıldığı anda yerini terk eder ve ondan boşalan yer şüphe ile dolar.
Şüphe yavaş ve sinsidir. Önce bir sözle, bir kişiden başlar; zamanla evlere, sokaklara, kurumlara, devletlere, nihayetinde ise hakikatin kendisine bulaşır. Bir yalan, yüzlerce gerçeği yok eder. Gerçek ve yalan birbirine karışır.
Gerçekle manipülasyon arasındaki sınırlar bulanıklaşır. Her şeyin maddeye döndüğü, bireyin yalnızlaştığı çağımızda en önemli sosyal ihtiyaç olan “inanma” duygusu giderilemez hale gelir. Güven bir ayrıcalığa, şüphe ise varsayılan ayara dönüşür.
GÜVENSİZLİK SARMALISon yıllarda Türkiye, bu küresel güvensizlik ikliminin en yoğun örneklerinden birini yaşıyor. Ne toplum birbirine, ne yöneticilere; ne de yöneticiler topluma güveniyor.
Özellikle toplumsal olaylarda, afetlerde, ekonomik veya siyasi çalkantılarda her veri, her karar, her açıklama artık halk tarafından “Doğru mu?” sorusuyla değil, “Kimin çıkarına?” şüphesiyle karşılanıyor.
Ayarında şüphe ve sorgulama iyidir ve insanîdir. Ancak ülkemizde sağlıklı bir sorgulama hali değil, hastalığa dönüşmüş bir septisizm yaşanıyor.
Elbette bu sebepsiz bir şüphecilik değil. Uzun süredir biriken hayal kırıklıklarının, yaşanan aldatmacaların doğurduğu kronik güvensizlik…
Toplumun tüm kurumları –ki bunların içinde okullar, hatta camiler bile var– toplum nezdinde güvenilirliğini yitirmiş durumda.
Eskiden toplum, kanaat önderlerine –imamlar, öğretmenler, fikrî liderler, dernek ve vakıf yöneticileri gibi– itibar eder ve güvenirdi. Ancak yaşanan birçok hadise, bu güven duygusunu yerle bir etti. Bugün geldiğimiz noktada sokaklarda “Bu devirde babana bile güvenme.” gibi utanç verici cümleler duyuluyor.
Toplumda bu kırılma en çok 6 Şubat 2023’te yaşanan büyük depremle su yüzüne çıktı.
İnsanların en çok konuştuğu şey, yardımın gecikmesiyle birlikte yardım kurumlarının güvenilirliğiydi.
Bir kurumun skandalı, aslında bir toplumun kırılganlığını açığa çıkardı.
Bugün insanlar artık kan vermeyi bile maalesef reddediyor. Belki bir gün hepimizin ihtiyaç duyacağı kan bağışı bile azaldı.
Devletin en yaşamsal kurumlarına dahi şüpheyle bakılır oldu.
Sadece depremde mi? Hayır.
Ekonomik kriz yaşanıyor; alınan önlemler halka güven vermiyor.
Sosyal adaletsizlik ülkenin her yerinde görülürken kimse devletin yayınladığı ekonomik istatistiklere inanmıyor. Herkes market fişine güveniyor.
Haber bültenlerine değil, kendi gözlemlerine; kurumlara değil, sosyal medyadaki anonim hesaplara güveniyor halk.
Çünkü “resmî” olanın güvenilirliği kalmadı.
Uzak Doğu’nun bilge filozofu Lao Tzu şöyle der:
“Birine güven verirsen, o kişi güvenilir olmaya başlar.”
Devlet güven vermeli ki halk da güvenilir olsun.
Ancak son yaşadığımız sahte diplomalar, yetişilemeyen doğal afetler, ihmal kaynaklı ölümler ve daha sayamayacağımız birçok toplumsal olaya baktığımızda sistemin tam tersine işlediğini ve topluma güven verilmediğini görüyoruz.
Böylece kişiler, herkesin potansiyel bir suçlu, bir yalancı ya da manipülatör olduğunu varsayıyor.
Bu durum, toplumsal olaylarda insanı sorumluluğa değil; gizlenmeye, savunmaya, susmaya itiyor.
Güvensizliğin bu kadar norm haline geldiği bir yerde, dürüstlük bile cesaret ister hale geliyor.
MASUMİYETİN ÖLÜMÜTam burada Antoine de Saint-Exupéry’nin “Küçük Prens”ini hatırlamamak mümkün değil.
O küçük çocuğun sade ama derinlikli sorgulamaları, bize masumiyetin nasıl bir tür bilgeliğe dönüştüğünü gösterir. Kitaptaki tilki der ki:
“Birinci yalandan sonra bütün gerçekler şüphelidir, ikinci yalandan sonra tüm şüpheler gerçektir.”
Maalesef ülkemizde ilk yalan çoktan söylendi ve toplum nezdinde artık gerçekler de şüpheli…
Bir zamanlar “komplo” denen şeyler, artık bültenlerde. Daha önce “Yok canım!” dediğimiz her şeyin bir karşılığı varmış gibi.
Bu sadece bilgiye değil; zihnimize, ruhumuza, ilişkilerimize de zarar veriyor.
Çünkü sürekli şüpheyle yaşamak, sadece aklı değil, kalbi de zehirliyor.
ŞÜPHE, RUHUN ZEHRİDİRFelsefenin kurucu isimlerinden Platon şöyle der:
“Güven, ruhun huzurudur. Şüphe ise onun zehridir.”
Bugün bu zehir, sessizce toplumun damarlarında dolaşıyor.
Tüm toplum her bilgiden şüphe eder oldu.
İnsanlar sadece birbirinden değil, aynı zamanda kendilerinden bile şüphe eder hale geldi.
En çok da “doğru bildiklerimiz”den korkar olduk.
Çünkü bir gerçek ortaya çıktığında, onun bize neye mal olacağını bilemiyoruz artık.
RUHLARIMIZIN ÇÖKÜŞÜGüven sadece toplumsal düzenin değil, bireyin ruh sağlığının da temel taşıdır.
Psikologlar, sürekli güvensizlik içinde yaşayan bireylerde anksiyete, paranoya ve duygusal kopukluk gibi sorunların kaçınılmaz olduğunu belirtiyor.
Güven, duygusal bağ kurmanın ön koşuludur.
Bağ kuramayan birey yalnızlaşır.
Yalnızlaşan birey topluma yabancılaşır.
Toplumun içinde binlerce birey olabilir; ancak bu bireyler birbirinden uzaksa, o toplum sadece fiziksel bir kalabalık, ruhen ise dağılmış bir çözüntüdür.
TDK’nin seçtiği o meşhur kavram, tam da budur: “Kalabalık Yalnızlık.”
TOPLUMUN HARCI GÜVENDİRGüvensizlik, bir toplumu sessizce çökerten en güçlü silahtır.
Tanklar değil, yalanlar yıkar.
Açlık değil, şüphe dağıtır insanları.
Çünkü insan, güvendiği sürece dayanır; güvendiği sürece yaşar.
BU ÜLKE YENİDEN BİRBİRİNE GÜVENMELİ.Güveni yeniden kurmak zaman ve samimiyet ister.
Bu bir siyasi vaatle, bir kampanyayla ya da “inandırıcı” bir açıklamayla olmaz.
Kurumların hesap verebilir, yönetenlerin şeffaf, bireylerin ise dürüst ve açık olması gerekir.
Güven, yukarıdan aşağıya inen bir emir değil;
birbirine uzanan ellerle kurulan görünmez bir köprüdür.
Ve bu köprü bir kere yıkıldığında, yeniden inşası sabır ister, cesaret ister.
Eğer ülkece bu güvensizlik sarmalından çıkıp eski mutlu ve emin günlerimize dönmek istiyorsak, başta yöneticiler olmak üzere tüm toplum bu cesaret ve sabır için çalışmalıdır.
Artık sadece neye inandığımız değil, neye şüpheyle yaklaştığımız da bizi tanımlar hale geldi.
Ama unutmamalıyız: Şüphe bizi uyanık tutabilir, ama içinde yaşamaya kalkarsak bizi tüketir.
Bize bir çocuk gibi inanacak,
bir tilki gibi sabredecek,
bir Küçük Prens gibi saf ve derin sorular soracak yürekler gerek.
Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin…


