Biz zaten kardeştik, PKK kardeşliği yok etmeye çalıştı Sözcü Gazetesi
Sozcu kaynağından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.

Sönmez Köksal
- Görev yaptığınız süreler boyunca defter tutuyorsunuz ve önemli bulduğunuz her şeyi yazıyorsunuz. Öncelikle, günlüklerinize baktığımda Irak Büyükelçisi olduğunuz yıllarda “felaketin gelmekte olduğunu” görüyorsunuz. O yıllarda İran-Irak Savaşı devam ediyor. Burası önemli, çünkü o tehlike bugünkü resmi ortaya koyuyor, anlatır mısınız lütfen?
Tabii, bu savaş 1980'de başladı. Ben Orta Doğu Dairesi Başkanıydım. 1 Eylül'de Brüksel'e atandım. 22 gün sonra bu savaş başladı. 12 gün sonra da 12 Eylül oldu. YaSonra 1986'da Bağdat'a atanınca bu savaş hala devam ediyordu. Bir defa savaşın çok uzun sürmesi, Irak halkının 8. yıla giren savaşın etkilerini yakından da hissetmeye başlaması, ekonomik zorluklar, Körfez ülkelerinin Irak'a bakış açısı gibi bir sürü unsur vardı. O dönem Sovyetler Birliği yıkılmak üzereydi, gücünü kaybetmişti ama Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgeye bakış açısıyla İsrail ile o dönemlerden beri devam eden güvenlik ilişkisi, Irak'ın bir şekilde bu ekonomik güçlüklerini aşmak için bir adım atabileceğini bana hep hissettirdi. Açıklamamın hiçbir zaman doğru olmayacağı kaynaklardan da bu tür bir adımın muhtemel olduğuna dair işaretler aldım.
- Neydi bu adım?
Kuveyt’in işgali. Böylece Irak hem Körfez'e adımını atmış olacak, hem Körfez ülkeleri üzerindeki üstünlüğünü ispatlayacak, hem de ekonomik güçlüklerini aşmış olacaktı. Felaket buydu aslında. 8 yıllık bir savaştan sonra 1,5-2 yıl bir barış dönemi yaşandı. Ama o barış döneminde zaten uzun savaş yıllarının ekonomik, sosyal, her türlü yarattığı zafiyeti hisseder duruma gelmiştik. Ben bunları Ankara’ya anlatmaya çalıştım: Ekonomik durumu, sosyal durumu, rejimin durumu, rejimin geçirdiği bazı sarsıntıları vesaire.
- Anlatabildiniz mi?
Onu bilemiyorum. O dönem Dışişleri Bakanlığı vardı, Genelkurmay Başkanlığı vardı, bir de bunlara bilgi sağlayan istihbarat teşkilatı vardır. Yukarıda Başbakan, Cumhurbaşkanı... o dönem daha az faal bir konumdaydı. Ortaya gelen bilgilerin değerlendirilmesiyle şekillendirilen bir politikadan söz edebiliriz. Orada, nitekim daha sonra Körfez Savaşları sırasında yaşanan krizler de ortaya koydu ki, başbakanın kendi politikası vardı, Turgut Bey'in kendi politikası vardı; bir de kurumların oluşturdukları bir politika vardı. Orada bir ayrışma olduğu daha sonra ortaya çıktı. Tabii “Anlatabildiniz mi?” diye sorunca, anlatamadığım ortaya çıkıyor zaten. Çünkü ben daha çok atılacak adımların doğurabileceği sonuçları öngörerek bir politika oluşturulmasına taraftım. Kitapta da yazdım, özellikle sevgili Murat Yetkin'in kitabında çok dipnot aldım. Ben bu değerlendirmeleri yaparken, Turgut Bey, Bush'u ikna etmeye çalışıyor, “Kuveyt’ten sadece çekilecek misiniz? O yetmez, bu rejimi ve bu lideri de ortadan kaldırmak lazım” gibi bir takım ifadelerle Bush'u etkilemeye çalışıyor. Yani burada bir ayrışma olduğunu geriye bakınca daha net görüyorum.
- Bugün baktığımızda, dış politika konularını siyasetçilerin iç politika malzemesi yaptığını görüyoruz. O dönemde de var mıydı? Yani Özal'ın farklı bir yola gitme sebeplerinden biri de bu muydu?
Hayır, zannetmiyorum. Bugün sadece Türkiye'de değil, dünyadaki her tarafta artık dış politika, iç politikanın bir unsuru haline geldi. Ama o dönem bu, bu kadar net bir şey değildi. Yurt içinde böyle bir talebin olduğuna dair fazla işaret yok. Bu daha çok bir vizyondu. İşte bir federasyon fikri, daha o zamanlar ortaya çıkmaya başlamıştı zaten. Saddam sonrası oluşacak Irak, -ki oluştu zaten- parçalanmış bir Irak ile Türkiye'nin daha olumlu koşullarda yaşayabileceği inancı vardı. Bütün bu oluşumlar neticede İsrail'in lehine olduğu muhakkak.
- Yıl 1988. İran-Irak savaşı uzuyor. Bununla ilgili bir öngörünüz var. Diyorsunuz ki “Amerika'nın müdahalesinin Irak'ın kuzeyinde bir Kürt oluşumuna yol açma ihtimali var.” Nasıl bir okuma yaptınız ve bugünkü bu riski gördünüz?
Güneyde daha çok Şii nüfus vardı. Herhangi bir harekat güneyden olacaktı. Ortada Sünni nüfus yoğunluğu vardı. İşte yukarıda da, kuzeyde daha çok Kürt nüfusu yoğunluktaydı. Nitekim daha sonra, 2003 Irak işgali sonrasında hatırlayalım: Maça ası, maça krallığı dedikleri Saddam, İzzet İbrahim, Taha Yasin falan kuzeyde yakalandılar. Çünkü kuzey Kürt bölgesi; ama aynı zamanda Baas'ın vücut bulduğu Tikrit, yani ailenin yerleşim yeri olan Tikrit, Bağdat'ın kuzeyinde. O bölgelerde saklanmak çok daha kolaydı. Tabii unutmayalım: 1974'te PKK olayı başladı Türkiye’de. İran'ın tutumunu unutmamak lazım. Yani bu öngörü, benim için çok açık bir husus idi. Neticede Irak'ın parçalanmasına yol açılacaktı, üçe bölünecekti, nitekim öyle oldu.
- Bugün Suriye için nasıl bir öngörüde bulunursunuz?
Şimdi tabii koşullar çok farklı ama değişmeyen bir etken var. O da İsrail'in güvenliği. Ve bugünlerde Amerika ile olan iş birliği çerçevesinde herhalde parçalanmış bir Suriye, İsrail'in en isteyeceği coğrafi yapı olur. Irak aynı şekilde üçe bölünmüş vaziyette. Suriye'de önemli bir husus var. Irak'ta üç ana etnik unsur veya mezhepsel unsurdan bahsediyoruz. Halbuki Suriye'de bu çok daha karmaşık, daha heterojen bir yapı var. Onun için Suriye'nin bölünmesi, yerelliğe doğru gitmesi daha sancılı olacak. Yani adeta bir İsviçre gibi kantonlar olabilir. Tekrar bir ulusal birlik anlayışının doğması çok uzun bir süreç.
- Bir de Suriye Geçici Cumhurbaşkanı El Şara ile bunu yapmak mümkün mü?
İşte buradan Şara’ya varıyoruz. Acaba dini inancı bu kadar güçlü bir gelenekten gelen yönetim tarzıyla bu andığımız İsviçrevari bir modeli yaşatması mümkün olur mu? Yoksa onun için daha akılcı bir yönetim mi gerekir?
- Türkiye için bu kadar bölünmüş bir Suriye, nasıl bir risk oluşturur?
İsrail için gücün ortaya çıkmaması, parçalı olması önemli. Her biriyle ayrı ayrı mücadele etmesi çok daha kolay. Halbuki bizim için bu bir istikrarsızlık unsuru. Yani bizim için arzu edilen, istikrarlı komşular. Kiminle konuştuğumuzu bilelim, ne yaptığımızı bilelim. İşbirliğini kiminle yapıyoruz? Küçük çıkar kavgaları içinde olan yapılarla işbirliği yapmak, Türkiye'nin dış politika geleneği ve stratejisinde pek yeri olmayan bir tutum. İsrail lehine olan bizim aleyhimize bir sonuç verebilir. Olaylar oraya doğru gelişiyor. Bu noktada Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu konusunda da çok ihtiyatlı olmak gerekiyor.
- Ne açıdan ihtiyatlı olmak gerekiyor?
Çünkü çok bilinmeyen var. Adı çok güzel. Buna karşı çıkmak mümkün değil. Türkiye'nin kanayan bir yarasının kapanması en çok arzu edilen şey. Çok ağır maliyeti olan bir süreç yaşadık. Çok da uzun; bu kadar uzun süren bir başkaldırı, silahlı bir ayrılıkçı hareketle mücadele etmek Türkiye'ye çok pahalıya mal oldu. Bunun sona ermesi ilke olarak herkesin mutabık olacağı bir husus.
- Ama?
Ama bu nasıl olacak? Kardeşlik diyoruz, zaten kardeşiz. Bu ismi de doğrusu benimsemiyorum. PKK, zaten bu kardeşlik unsurunu yok etmeye çalışmıştı. Yoksa Türk-Kürt birbiriyle düşmanlık içinde olan duygularda değil. Hiçbir zaman bu kadar silahlı mücadeleye, bu kadar ölümcül hareket ve eyleme ragmen kardeşlik duygumuzda bir kopuş olmadı. Kardeşlik konusu siyasi bir şey, çok da üzerinde durmak istemiyorum. Ancak bu iyi niyetle kardeşliği daha da güçlendirmek için yola çıkıldığında, bir kesim, PKK, zaten bu kardeşlik unsurunu yok etmeye çalışmıştı. Yoksa Türk-Kürt birbiriyle düşmanlık içinde olan duygularda değil. Hiçbir zaman bu kadar silahlı mücadeleye, bu kadar ölümcül hareket ve eylemlere rağmen bu duygusal kopuş olmadı. Onun için kardeşliği yeniden... neyse, o siyasi bir şey; bunun üzerinde durmak istemiyorum. Bu iyi niyetle ve kardeşliği daha da güçlendirme niyetiyle yola çıkıldığında ters bir sonuç vermemesini örgörmek lazım. Yani birleştireyim, beraberce kardeşlik yapayım, güçlendireyim derken, bu niyetin tersine çevrilme ihtimalini doğuracak uygulamalardan vazgeçmek lazım. Öyle uygulamalar öngörmemek lazım.
- Uygulamalar dediğiniz ne mesela?
Jeffrey’nin ifade ettiği bir takım talepler var. Benim söylediğim gayet net: Uluslararası sınırların dokunulmazlığı var. Üzerinde titizlikle durmamız gereken bir uluslararası hukuk kuralı. Sınırlarımız belli ama işte kuzeyimizde iki tane, içimizde barındırdığımız ve çok yakın duygular içinde asırlarca beraber yaşadığımız topluluklar var. Bu toplulukların, bu sınırları zorlayıcı bir istikamette gelişmemesi lazım. Sınırların dokunulmazlığı, değişmezliği ilkesini mutlak bir kural olarak ortaya koymak lazım. Bunun dışında her türlü iş birliğinin yollarını açmak mümkün. Atatürk döneminde, Cumhuriyetin ilk yıllarında Suriye'de yaşayan Kürtlerin Anadolu'ya geçişleri için “günlük pasavan” diye bir belge vardı. Pasaport yerine pasavan. Sabah gösteriyor, geçiyor. Sonra akşam geçiyor evine. Almanya ile Fransa sınır işbirliği gibi; orada çalışıyor, akşam gelir Fransa'da yatıyor veya tam tersi. Öyle bir ekonomik, ticari, kültürel işbirliğiyle ancak bu işi barışçıl bir düzende götürebiliriz.
SURİYELİLER 50 YIL SONRA TÜRKİYE’NİN BİRLİĞİNİ TEHLİKEYE DÜŞÜRÜR MÜ?- Türkiye’de birçok Suriyeli var. Bu soruyu eski MİT Müsteşarı olarak yanıtlar mısınız, bugün görevde olsaydınız bunu Türkiye için bir milli güvenlik problemi olarak görür müydünüz?
Doğurganlık oranları, etnik yapımız, kendisini Türk sayanları araştırırdım. Ve en önemlisi 50 yıl sonra Türkiye'nin etnik yapısı ne olacak... ona bakarak karar verirdim.
- Aslında endişeler de bunu söylüyor. Doğrudanlık sayısı bizim birkaç katımız vesaire.
Böyle bir hesap yapılınca ortaya çıkacak olan manzaraya göre siyasi bir takım önlemler oluşturmak mümkün. Türkiye'nin doğurganlık hızı düşüyor. Nüfusun, kuşakların kendilerini yenileme yüzdesi zayıflamaya başladı. Onun için adeta nüfusa genç enjeksiyon yapma arzusu var. Dediğim gibi, o hesap yapılmazsa... 50 yılda bu nasıl bir etnik yapı oluşturacak? Bu bizi nereye götürür? Bu kardeşlik politikalarıyla, verilmek istenen haklarla acaba gelecekte Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü tehlikeye düşüren bir etnik yapıya dönüşebilir mi? Bu, hesap meselesi. Bu hesabı yapıp ona göre siyasi kararları vermek lazım.
BUNLAR HEP MİZANSEN
- El Şara’yı biz önce HTŞ Lideri Colani olarak tanıdık. Başına ödül konan terrorist sonra Suriye'nin geçici hükümetinin Cumhurbaşkanı oldu. Yine SDG’nin başındaki bizim terör örgütü yöneticisi olarak bildiğimiz Mazlum Kobani ile kravat takıp, imzalar atmaya başladılar. Siz bunu normal karşılıyor musunuz?
Bu bir mizansen. Yani kravat takarak, dini inançlarından vazgeçmesi mümkün değil bir insanın. Hele Şara gibi çok böyle köklü bir dini hareketten gelen birisinin... Nitekim daha sonraki politikaları da pek güven vermedi zaten. Olay o. Diğer azınlıklara karşı yapılan muamele, biraz da Suriye'nin parçalanmasını tetikledi adeta.
- Bu mizansen niye?
Güven vermek. Nitekim Birleşmiş Milletler'in yolu açıldı. Başka kimse de yok. Olay o. Yani beğenmemek kolay da oraya birini ikame etmek çok zor. Suriye’de başka iktidara talip olan kimse var mı? Ben göremiyorum. Yok. Onun için bu adeta Şara’nın elinde kaldı.
-Madem kimse yok, o halde Esad’ı niye devirdiler?
O zaman biraz evvel konuştuğumuz o çerçeveyi göz önünde tutmak lazım. Çünkü öyle gerekiyordu.
- Eski CIA başkanıyla konuşmasını izlemişsinizdir. “Ben size hayranlık duyuyorum” diyor.
Petraeus'un o sözlerini “nereden nereye geldin, benim hapse attığım birisi olarak, şimdi karşımda kravatla duruyorsun” gibi okudum. Bu arada İrlanda'yı, daha bir sürü ülkeyi hatırlayalım. Terör organizasyonlarının başı olan bir takım kimseler daha sonra siyasete atıldılar ve parlamentoya da girdiler. Bugün
bebek katili Abdullah Öcalan kurucu önder oldu.


