Darülfünun İlahiyat Fakültesi nasıl kapatıldı? Gündem Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
1924’te medreselerin kapatılmasıyla birlikte Türkiye’de köklü bir din eğitimi geleneğine son verildi. Bu boşluğu doldurmak üzere kurulan İstanbul Darülfünunu İlahiyat Fakültesi ise Cumhuriyet’in yeni eğitim politikaları çerçevesinde şekillendirilen önemli kurumlardan biri oldu. Sadece sekiz yıl ayakta kalabilen fakülte, bir yandan yeni rejimin laiklik anlayışına uyum sağlama çabasını, diğer yandan medrese kökenli hoca ve talebelerin değişen duruma karşı takındıkları farklı tavırları yansıtıyordu. Bu kısa ama çarpıcı tecrübe, erken Cumhuriyet idaresinin dinle kurduğu ilişkinin anlaşılması açısından da dikkat çekici bir örnek teşkil etmektedir.
Rejime sadakatinden kuşku duyulan kurum
Birinci TBMM Hükümeti döneminde, 1921 yılında çıkarılan bir kararnameyle Medaris-i İlmiye Nizamnamesi yürürlüğe girmiş ve Millî Mücadele sürerken medreselerin ıslahı hedeflenmişti. Ancak henüz birkaç yıl önce bu alanda ıslahat yapmaya çalışan bir devletten beklenmeyecek şekilde çiçeği burnunda Cumhuriyet, eğitim sisteminde radikal değişikliklere yöneldi. 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ülkedeki tüm eğitim kurumları Maarif Vekâleti’ne bağlandı ve medreseler Bakanlığın kararıyla kapatıldı.
Aynı kanunun dördüncü maddesinde ise Darülfünun bünyesinde, “yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere” bir ilahiyat fakültesi kurulacağı duyuruldu. Cumhuriyet’in Darülfünunu, Osmanlı’dan devralınan bir kurum olarak ismini korudu ancak 3 Mart 1924 düzenlemelerinde görülebilecek zihniyet değişimi, zamanla Darülfünun'u da etkileyecekti. Cumhuriyet yönetimi, eski rejimin başkentinde yer alan bu köklü eğitim kurumunun sadakatinden hiçbir zaman tam anlamıyla emin olamadı. Bu güvensizliği gidermek adına bazı beklentiler içinde oldukları da oldukça açıktı. Bu yüzden Darülfünun, 1933’te kapatılana dek geçen sekiz yıl boyunca sürekli reforme edilmesi gereken bir kurum olarak diken üstünde varlığını sürdürdü.
Fakülteye kabul şartları, dersler ve hocalar
Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nde eğitim, 7 Mayıs 1924’te düzenlenen açılış konferansıyla resmen başladı. Dersler önce geçici olarak eski Medresetü’l-Kuzat binasında yapıldı. Bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü olarak bilinen eski Harbiye Nezareti binası hazır hale geldiğinde ise fakülte, Edebiyat ve Hukuk fakülteleriyle birlikte buraya taşındı.
Fakülteye giriş şartları, Edebiyat Fakültesi’ne başvuru koşullarıyla benzerdi: Lise mezunu olmak ve Arapça ile Farsça sınavlarını geçmek. Ancak kapatılan Sahn, Süleymaniye, Medresetü’l-Vaizîn ve Medresetü’l-Kuzat öğrencilerine ayrıcalık tanındı; bu öğrenciler sınavsız olarak fakülteye kabul edildiler.
“Yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere”
İlahiyat Fakültesi’nin kuruluşunu düzenleyen kanunda geçen “yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek” ifadesi, bu yeni fakültenin medrese geleneğinden farklı bir uzman tipi hedeflediğini açıkça gösteriyordu. Burada amaç artık bir “İslâm âlimi” yetiştirmek değildi. Bu yüzden müfredat daha çok çağdaş sosyal bilimler ağırlıklı olarak tasarlandı. Klasik İslami ilimler bile dönemin baskın pozitivist sosyal bilimler anlayışı çerçevesinde ele alınıyordu. Hatta bu yaklaşım ders adlarına bile yansıdı; örneğin sadece “Tefsir” değil, “Tefsir ve Tefsir Tarihi” gibi başlıklar tercih edildi. Bu durum, ilerleyen yıllarda fakültedeki din eğitiminin niteliğiyle ilgili eleştirilerin de temelini oluşturacaktı.
Fakültenin hocaları ise döneminin saygın isimleriydi. Meşhur âlim İzmirli İsmail Hakkı, “Hadis ve Hadis Tarihi” ile “Fıkıh Tarihi” derslerine girerken, daha sonra Diyanet İşleri Reisliği yapacak olan Şerafettin Yaltkaya “Kelam Tarihi” dersini veriyordu. Tasavvuf alanındaki çalışmalarıyla tanınan Mehmed Ali Aynî, “Tasavvuf Tarihi”; ileride başbakan olacak Şemseddin Günaltay ise “Din-i İslam Tarihi” dersini okutuyordu. Edebiyat tarihçisi ve siyasetçi Fuad Köprülü “Türk Tarih-i Dinisi”, Mustafa Şekip Tunç “Din Felsefesi”, Darülfünun’un ilk rektörü İsmail Hakkı Baltacıoğlu ise “İslam Bediiyatı” derslerine giriyordu. Ayrıca Babanzade Ahmed Naim, Mösyö Georges Dumézil ve Ahmed Hamdi Akseki gibi isimler de farklı dönemlerde fakültede ders veren önemli hocalar arasında yer alıyordu. Belki de bu saygın isimler kurumun kuruluş fikrinin yabancılığını halktan bir miktar gizleme işlevi görüyordu.
Darülfünun'dan İstanbul Üniversitesi'ne geçiş.
İki Darülfünun İlahiyat öğrencisinden dindarlık itirazı: Biz İslam’ı laik nokta-i nazardan tetkik ve mütalaa ediyoruz
İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi dersleri veren Mösyö Dumezil’in fakültenin dergisinde yayımlanan bir yazısı, Türkiye’de din eğitiminin niteliği üzerine hararetli bir tartışmanın fitilini ateşledi. Dumezil, yazısında Fransa ve Hollanda’daki modelleri karşılaştırıyordu. Fransa’da dinî çeşitlilik nedeniyle eğitimin laik bir zeminde yürüdüğünü, Hollanda’da ise Protestan çoğunluk sebebiyle din eğitiminin doğrudan Protestanlık temelli olduğunu anlatıyordu. Dolaylı bir şekilde de olsa Türkiye’deki belirsizliğe dikkat çekiyor ve bu iki yoldan birinin seçilmesi gerektiğini ima ediyordu.
Bu yazıya yanıt, Darülfünun’un İçtimaiyyat Kürsüsü hocalarından Mehmed İzzet Bey’den geldi. Hayat Mecmuası’nda yayımladığı yazısında, Türkiye’de ortaokullarda Hollanda modeline, liselerde ise Fransa modeline benzer bir uygulamanın olduğunu belirtti. Ancak üniversite seviyesinde, özellikle de İlahiyat Fakültesi’nde, eğitimin hâlâ İslami nitelikte yürütüldüğünü ve bu durumun fakültenin kuruluş amacına aykırı olduğunu savundu. Ona göre, öğrencilerin büyük kısmı medrese kökenliydi ve bu durum laik bir din eğitimi modeline geçişi hem zorlaştırıyor hem de engelliyordu.
Mehmed İzzet’in bu yorumları, fakülte öğrencileri arasında yankı buldu. Biri yazılı, diğeri sözlü olmak üzere iki öğrenci kendisine itiraz etti. Her ikisinin de ortak şikâyeti, İzzet Bey’in yazısında geçen şu cümleydi: “Fakültenin talebesi de eski talebe-i ulumdan müteşekkil olduğundan İslam dininin kadroları haricine çıkmaya fiilen ne temayül ne de imkân mevcuttur.” Öğrenciler, bu ifadeden rahatsızlık duyduklarını ve bu yaklaşımın onların “İslam’a bağlı” olduğu yönündeki varsayımından kaynaklandığını belirttiler. Onlara göre, fakültedeki öğrencilerin çoğu “laik bir bakış açısıyla dini, özellikle de İslam’ı inceleyip değerlendirmekteydi.”
Mehmed İzzet Bey bu itirazı aktarırken şu yorumu eklemekle yetindi: “Fikrimce dindarlık bir kusur teşkil etmediğinden, makalemden ne için müteessir olduklarını anlayamadığımı ilave ediyorum.”
İzzet Bey, yazısında öğrencilerin dindarlığını, din eğitiminin İslam merkezli olmaktan çıkarılıp daha geniş bir perspektifle verilmesinin önünde bir engel olarak sunuyordu. Bu yönüyle kendince tutarlıydı. Ancak dönemin genel havasını düşündüğümüzde, özellikle medrese geçmişiyle birlikte “dindarlık” kavramının sıkça “gericilikle” özdeşleştirildiği bir ortamda, bu nitelemenin tamamen masum olmadığını da söylemek gerekir. Bu olayda dikkat çekici olan asıl nokta ise şu: Kendi istekleriyle İlahiyat Fakültesi’nde okuyan, gerçekten de medrese kökenli olan öğrencilerin, “dindar” olarak etiketlenmekten duydukları rahatsızlığı kamuoyuyla paylaşacak kadar ileri gitmiş olmaları. Bu durum, 1927 Türkiye’sinin ruh hâlini, din ve kimlik ilişkisini fakülte koridorlarından yansıtan çarpıcı bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.
Türkçe ibadet, camilere sıra ve müzik aletleri konulması önerileri: 1928 Dini Islah Beyannamesi
1928 yılında ilk kez Vakit Gazetesi’nde yayımlanan Dini Islah Beyannamesi, devletin din politikalarını hayata geçirme sürecinde İlahiyat Fakültesi’nden ne tür beklentileri olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Aynı zamanda, fakülte hocalarının bu beklentiler karşısındaki tavırlarını ve çaresizliklerini yansıtması bakımından da dönemin ruhunu anlamak için önemli bir belgedir. Beyannameyi asıl tartışmalı kılan ise içeriğidir: İbadetin şekli, dili ve hatta yapıldığı mekânla ilgili oldukça radikal, modernist ve yer yer aykırı reform önerileri yer almaktadır.
Bu metnin kim tarafından kaleme alındığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, arkasında dönemin Darülfünun Rektörü İsmail Hakkı Baltacıoğlu ile Edebiyat Fakültesi Dekanı Fuat Köprülü’nün olduğu ileri sürülmektedir. Ancak asıl mesele, böylesine tartışmalı bir metnin İlahiyat Fakültesi’nin saygın hocalarının büyük çoğunluğunun imzasını taşımasıyla patlak verir. O dönemde fakültede görev yapan Yusuf Ziya Yörükan’ın yıllar sonra anlattıklarına göre, bu beyanname bir emrivaki ile yayımlanmış; hatta altında ismi olan birçok hocanın aslında metne onay vermediği, bazılarının imzasının dahi alınmadığı sonradan ortaya çıkmıştır. Yine de, beyanname yayında kaldığı süre boyunca açık bir itirazın gelmemesi, bu sessizliğin de dikkat çekici bir yönü olarak kayıtlara geçmiştir.
1933 Üniversite Reformu: Darülfünun ve İlahiyat Fakültesi’nin sonu
Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nin öğrenci sayısı, kurulduğu 1924 yılından itibaren hızla azaldı. İlk yıl 284 olan öğrenci sayısı, bir yıl sonra 205’e, sonraki yıl 167’ye ve 1927’de büyük bir düşüşle sadece 53’e geriledi. Fakültenin kapatıldığı 1933 yılında ise bu sayı 20’ye kadar düşmüştü. Bu düşüş, sadece kamuoyundaki olumsuz algıyla değil, din eğitimi almış kişilere yönelik iş imkânlarının ciddi şekilde daralmasıyla da doğrudan ilgiliydi.
Darülfünun ise Cumhuriyet’le hiçbir zaman tam olarak uyum sağlayamadı. Kuruluşundan itibaren, Ankara’nın beklediği reformlara yeterince sıcak bakmayan bu köklü kurum, özellikle Harf İnkılabı ve Türk Tarih Tezi gibi girişimlere mesafeli durdu. Bu duruş, merkezle olan ilişkisini gerginleştirirken, 1929’da başlatılan yeni bir reform süreciyle Darülfünun’un yapısı ve geleceği masaya yatırıldı. Özellikle öğretim kadrosunun durumu ve kurumun ismi en çok tartışılan konular arasında yer aldı. Köklü bir değişim için radikal adımlar atılmasına karar verildi ve bu kapsamda bir yabancı uzmanın davet edilmesi kararlaştırıldı. İsviçre hükümeti, bu görev için Albert Malche’yi önerdi. Malche, Türkiye’ye geldi ve beş aylık detaylı bir incelemenin ardından raporunu 1932 yılının Mayıs ayında sundu. Dönemin Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip’in etkisiyle bu rapor doğrultusunda harekete geçildi ve 1933 Mayıs’ında Darülfünun tüm fakülteleriyle birlikte kapatıldı. Yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu ve öğretim üyelerinin yarısından fazlasının görevine son verildi.
Bu tasfiyeden İlahiyat Fakültesi de nasibini aldı. Yeni kurulan İstanbul Üniversitesi’nde İlahiyat Fakültesi’ne yer verilmedi. Böylece 1924’te medreselerin kapatılmasıyla yerine kurulan İlahiyat Fakültesi, sadece dokuz yıl sonra o da kapatılarak yüksek din eğitimi bir kez daha kesintiye uğramış oldu. Yerine, Edebiyat Fakültesi bünyesinde kurulan ama görev tanımı ve kapsamı pek net olmayan İslam Tetkikleri Enstitüsü getirildi. Türkiye’de yükseköğretim seviyesinde din eğitimi, ancak 1949’da kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ile yeniden başlayabilecekti.


