‘Evlilik dediğin bir takım oyunu’
SonTurkHaber.com, Hurriyet kaynağından alınan bilgilere dayanarak haber veriyor.
Çok satan ‘Benden Ne Olur’ ve ‘Olmasa da Olur’ romanlarının yazarı Aslı T. Kızmaz’la yeni kitabı ‘Ev Beyi’ni konuşmak üzere kurucusu olduğu AKA’da (kreatif ve dijital ajans) buluşuyoruz. Bir toplantıdan çıkıp gelmiş, hemen çiğköfte siparişi vermiş. “Çiğköfte benim hayattaki ilacım. Yediğim an hayatta her şey çok güzel oluyor” diyor. Sohbete yeni kitabından başlıyoruz, evlilikleri ve sosyal medyayı da konuşuyoruz.
- Instagram’da “Bu kitabın hikâyesi ayrı bir roman” dediğinizi gördüm. O hikâye nedir, biraz anlatır mısınız?
Bundan önce iki kitap yazdım. İlk kitabım ‘Benden Ne Olur’ hemen akabinde film oldu.
Senaryosunu da ben yazdım. Ve senaryo yazmayı çok sevdim. ‘Ev Beyi’ de aslında üç yıl önce başladığım bir senaryoydu. Herkesin çok beğendiği ama film yapmaya çekindikleri bir işti. Ben de “O zaman ben bunun kitabını yapayım” dedim.
- Kitap, eşinizin (oyuncu İlker Kızmaz) doğum gününde çıktı. Romanda alışverişten çocuk bakımına, yemekten evin düzenine kadar her şey Halil’in üstünde. Sizin evde durumlar nasıl?
Tam bir ilham diyemem çünkü İlker bir ‘ev beyi’ değil ama bize dayatılan toplumsal rolleri çok daha önce kırmış bir erkek. Evimizdeki her şey yüzde 50-50’dir. Kim yoğunsa diğeri çocukla ilgilenir, yemek yapar.
‘GİZLİM YOKTUR HAYATTA’
- İlker’le Halil arasındaki benzerlikler ve “Asla aynı değil” dedikleriniz neler?
Başkarakter Halil’in nahifliği, tatlı dili, çocuklarıyla olan ilişkisi... Yani tarzı, bana bir eş olarak 15 yıldır sahip çıkan İlker... İlker için işi ve mesleği çok önemli. Çok âşık mesleğine ve mesleğinin popülerlik, ünlülük tarafıyla hiç ilgilenmeyen, sadece yaptığı işle ilgilenen ve onu kendi çocuğuna miras olarak gören bir adam. Halil’le benzemeyen yanı olarak da bunu söyleyebilirim.
- Duygu’nun iş için İstanbul’a taşınması kitapta bir dönüm noktası oluyor. İstanbul’un temposu Halil’e iyi geliyor ama size sorayım: İstanbul’u siz nasıl yaşıyorsunuz?
Benim İstanbul’um aslında yine Halil’le Duygu’nun taşındığı Zekeriyaköy, hatta onun bir sonrası Uskumruköy. Oradaki konuşmalar, vesaireler...Oralardan çok ilham aldım. Ama şöyle söyleyebilirim; ben İstanbul’a çok âşığım ya, genel olarak Türkiye âşığı bir insanım. Ama İlker’in bana kazandırdığı bir alışkanlık da karavan. Bizim tek hayalimiz göçebe olarak yaşamak. Naz üniversiteye girdiği gün göçebe olarak yaşamaya ve dünyayı gezmeye başlarız.
- Halil ve Duygu’nun hikâyesi sizce çiftlere hangi yönleriyle, nasıl bir ayna tutuyor?
Hiçbir ilişki mükemmel değil. Mutlak bağ, birbirine sahip çıkmak çok önemli. Evlilikte roller artık erkeğin rolü, kadının rolü diye ayrılmamalı. Evlilik dediğin bir takım oyunu bence ve bu takımı iyi götürmen lazım. Ama bazen de olmaz, yani bunu da kabullenmek lazım. Baktın olmuyor, olaysız dağılmak da en güzeli. Çünkü çevremde olaysız dağılan herkes şu an çok daha iyi bir ebeveyn, çok daha mutlu bireyler.
- Sizin çevrenizde de ev beyleri var mı?
Çok var, ama benim zaten çok kurumsal yapıya sahip bir çevrem yok. İşte yönetmen, prodüktör, oyuncu vesaire... Biraz daha böyle insanlar olduğu için kadın çalışınca erkeğin durduğu, erkek çalışınca kadının durduğu yerler var ama kurumsal birkaç arkadaşımda da evde roller çok kolay dağıtılıyor.
- Halil ve Duygu birbirini seven ama bazen iletişimsizlik yaşayan bir çift. İlişkilerde sessizlik neyin işareti?
Bizim de evliliğimizde yaşadığımız inişler, çıkışlar var. Kimsenin mükemmel hayatı, mükemmel evliliği olma olasılığı yok zaten. Biz de çok direkten döndük, her ilişkide olan şeyler bunlar. Genellikle bir taraf susuyorsa özellikle, konuşmaya cesaret edemediği ya da zaten çözülmeyecek diye vazgeçtiği meseleler var. Bir ilişki için en kötü şey konuşmamak. Benim de ilişkimde böyle bir dönem oldu ve sonra “Hayır abi konuşacağız, o anda neyse konuşacağız” dedik. Sessizliğin sonu hep çok kötü oluyor. Hatta psikiyatristim bana demişti ki; sustuğun sürece bir gün o kadar saçma bir yerden dönülmez bir yere girersin ki... Asla susma, hep konuş. Derdini hep filtresiz karşı tarafa anlatmalısın.
- Dertlerinizi paylaşır mısınız?
Of, hem de nasıl! Benim böyle 3-4 tane, genelde kadınlardan oluşan ayrı ayrı gruplarım var. Bazen bir derdimi yazıp diğerlerine forward’larım (iletmek). Her şeyi herkese saniyede anlatırım. Hiç bunu biraz kendi içimde tartayım yoktur. Benim bir tane gizlim yoktur bu hayatta.
‘AĞLIYORUM, ÇOK AĞLIYORUM...’
- İşiniz gereği de zaten sosyal medyayla çok iç içesiniz. Bu dobralık sosyal medyada nasıl geri dönüşlere sebep oluyor? Mesela hiç orada olumsuz şeyler yaşadınız mı?
Oldu tabii ki. Çok kötü günlerdi. Biraz önce gördün ekibimle ilişkimi. Sosyal medyadan biri bana “Stajyerlere para vermiyor musunuz” diye sordu. Ben de ona “Stajyer olmak iş öğrenmektir, bunlar daha değerli” dedim. Sonra adım bir çıktı emek hırsızına. Her yerde emek hırsızı... Tabii veriyoruz bütün yan hakları, sosyal hakları ama zorunlu staj diye de bir şey var. Okuldan iki saatliğine geliyorlar, onu da okul dersi gibi geliyorlar, zaten okul karşılıyor. Onun dışında buradaki herkes karşılığını alır.
- Peki, böyle durumlarda motivasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz?
Ağlıyorum, çok ağlıyorum ve çiğköfte yiyorum. Dürüp dürüp ağlıyorum. Çiğköfte benim hayattaki ilacım. Çiğköfte yediğim an hayatta her şey çok güzel oluyor.
- Bu nasıl başladı?
Oyuncu Bülent İnal’la... Aynı yerde oturuyoruz ve çok yakınız, aile gibiyiz. Bunu da buradan duyuruyorum yetkililere; Bülent’in ötesinde çiğköfte yapabilen yok. Urfalı zaten. 10 yıl önce Bülent bize bir çiğköfte yaptı ve sonra her şey değişti. Çiğköfte nerede varsa giderim, yerim; moralim bozukken çiğköfte yerim, mutluyken çiğköfte yerim.
‘ÖNCE KARAKTERLERİ YAZARIM’
- Kitap hem mizahi hem de çok sinematografik. Yazarken öncelikleriniz neler oluyor?
Bir yazma rutininiz var mı?
Önce bir ışık gelmesi gerekiyor. Faruk Özerten (prodüktör) bir gün, sabah kahvaltısında bana dedi ki; “Aslı bak, kafamda bir fikir var ama yıllardır eviriyorum, çeviriyorum, yapamıyorum. Bence bunu sen çok iyi yaparsın.” İstanbul’dan Bodrum’a taşınma ve ev erkeğiyle ilgili bir hikâye… “Faruk, bunu ben bir yazabilir miyim” dedim. Her zaman karakterleri yazarım önce. Sayfalarca karakteri yazarım. Halil’in bir
50 sayfası vardır, Şenay’ın, Ela’nın, Sibel’in (romanındaki karakterler)… Karakterleri yazarken içerisinden aslında ana akslar, alt akslar da çıkar. Karakterleri bitirince de başlarım yazmaya.


