Gelibolu, Kefalonya, Kokkinia Agos
SonTurkHaber.com, Agos kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Başlamadan birkaç söz: Aşağıda okuyacağınız Yunancadan Türkçeye çevirdiğim metnin yazarı Quin Minassian. Yazı, Yunanistan’da yayımlanan Armenika dergisinin Temmuz- Eylül 2015 tarihli nüshasında yer aldı. Ben ise Armenika dergisini birkaç yıl önce başladığım “İşgal Altındaki Yunanistan’da Nazi Karşıtı Direnişler” konulu araştırmamı yaparken keşfettim. Yunanistan’daki Yahudi direnişçilerin izini sürerken Ermeni direnişçileri de buldum Armenika sayesinde. Bir gün tüm bunlardan bahsederken ortak bir dostumuz derginin yayın kurulundan Quin yani Takuhi’nin İstanbul’da olduğunu ve beni tanıştırabileceğini söyledi. Ve tanıştık. O az Türkçe, ben az Ermenice ama çokça Yunanca konuştuk. Köklerimizden, geçmişimizden kah hüzünle kah gülerek bahsettik. O içten günün anısına Takuhi’nin dedesi Haci Agop Krikoryan’ı anlattığı yazının çevirisini sizlere sunuyorum. Yerinden yurdundan edilmişlerin, dostlarını kötülükten korumuşların aziz hatıraları şad olsun. Melike Karaosmanoğlu
QUIN MINASSIAN
Dedem Haci Agop Krikoryan, ki ilerleyen zamanlarda bilinmeyen sebeplerle Palanciyan soyadını aldı, Gelibolu’da yaşayan varlıklı ve söz sahibi bir Ermeni olarak Osmanlı ordusu süvari birliğinde görev yapmıştı. Yani “Gelibolu Muharebesi” ya da diğer bir ifadeyle “Çanakkale Savaşı”a katılmıştı. Kaderin cilvesi bu ya, Haci Agop savaş esnasında bir Osmanlı subayının hayatını kurtarmış. Kendi bedenini siper ederek subayı koruduğu için kurşun dedemin bacağına isabet etmiş (bu kurşun bacağına iz ve yürüyüşüne ileriki yaşlarına dek onu terk etmeyen hafif bir topallık bırakmıştı). Zaferden hemen sonra dedem madalya ile ödüllendirilmiş, subay ise hayatını dedeme borçlu olduğunu söyleyerek, bunu asla unutmayacağını halka ilan etmiş. O günden sonra, köken ve din farkına rağmen, aralarında içten bir dostluk başladı.
Ayrıca ortak bir noktaları da vardı: Atlar. Rivayete göre dedemin 40 seçme atının yanı sıra güzeller güzeli siyah bir Arap atı da varmış ve sadece Türk subay dostunun binmesine müsaade edermiş.

Hatta 1919 baharında dedem Edirneli Ermeni bir ağanın kızı olan Takuhi Papazyan’la evlendiğinde, subay düğüne bütün ailesiyle birlikte onur konuğu olarak davet edilmiş. Davetliler arasında sadece Ermeniler değil, birçok Rum, Türk ve Yahudi de varmış. Hasılı tüm Gelibolu bu düğünde eğlenmiş.
“Kutsal emanetleri alın, hazırlanın’Ama evdeki hesap çarşıya uymamış. 1922 yılında, Hıristiyan nüfusun Gelibolu’dan sürgün edileceğinin resmi olarak duyurulmasından birkaç gün önce, subay dostu dedemle buluşmuş ve ona gizlice endişelerini aktarmış: “Başımıza büyük bir bela geldi dostum. Doğuda çeteler halkınızı katlediyor. Ne kutsal tanıyorlar ne kilise ne de başka bir şey. Canlı hiçbir şey bırakmıyorlar. Çok yakında apar topar gitmek zorunda kalacaksınız, size vakit dahi vermeyecekler. Emir büyük yerden gelmiş. Cemaatine haber ver, kilisenizin kutsal emanetlerini de yanınıza alın, hazırlanın!”
Dedem derhal o gece Surp Toros (Aziz Theodoros) Ermeni Kilisesi’nin heyetini çağırır ve kötü haberi onlara verir. Çoğu kişi buna inanmakta zorlanır çünkü yaşadıkları yerde etnik gruplar arasındaki ilişkiler mükemmeldir. Lakin sonunda herkes, diğerlerini uyarmak ve hazırlamak üzere harekete geçer. Tekneyle kaçma planı yaparlar. Kaçış planını da subayın yardım edeceği şekilde hazırlarlar. Soğukkanlılık ve hızlı müdahale sayesinde birçok kişi kaçmayı başarır ve en önemlisi Surp Toros Kilisesi’nin kutsal emanetlerini de yanlarında götürebilirler.
Dedem şanslı olanlardandı; konağını gerçek değerine satmayı başardı çünkü subay ona satın alma teklifinde bulunmuş ve hiç pazarlık yapmadan, fazlasıyla evin hakkını ödemişti. Hatta yemin etmişti, döndüklerinde evi iade edecekti. “.. bak böyle olacak göreceksin, geri döneceksiniz, bunlar hep siyasi şeyler, değişecek...”
Son görüşNe yazık ki, bu birbirlerini son görüşleri oldu. Haci Agop için böyle bir dostluğu kaybetmek, mülteci olarak geçireceği yaşamın acılarının yanına bir başka tarifsiz yara daha eklemişti. Adeta ruh ikizini kaybetmiş gibiydi.
Gelibolu’dan yola çıkan gemi dev bir daire çizerek sonunda onları Yunanistan’daki Kefalonya adasının Argostoli kentine bırakır. Ancak çoğu kişi adaya uyum sağlayamaz. Bu arada, Anadolu’nun pek çok yerinden gelen başka Ermeni mültecilerin de Yunanistan’a vardığını ve çoğunun Atina ile Pire’ye yerleştiğini öğrenirler. Haci Agop ve birkaç kişi Atina’ya gitmeye, soydaşlarını ve ihtimal ya belki buluruz niyetiyle akrabalarını aramaya karar verir.
Pire'nin bir zamanlar meyve bahçeleriyle dolu bir semti olan Kokkinia, Küçük Asya felaketinden sonra büyük bir çadır ve baraka alanına dönüşmüştür.
Her yerden mülteciler akın etmiştir: İzmir’den Kars’a, Gelibolu’dan Van’a, Trabzon’dan Adana’ya ve daha da ötelerden. Rumlar, Pontuslar, Kapadokyalılar, Süryaniler, Ezidîler, Ermeniler ve Yahudiler. Hepsi kadim yurtlarından sökülmüştür.
Bitap düşmüş bir Ermeni papazla ve sunakta tekten tahta bir haçla Ermeni mahallesindeki barakalardan biri kilise olarak hizmet verir. Gelibolu’dan gelenler bu manzarayla karşılaştıklarında felaketin boyutunu anlarlar. Tüm Küçük Asya yanmıştır. Yaptıkları yolculuk tek yönlüdür, geri dönüş artık yoktur, nerede kalırlarsa orası daimi yurtları olacaktır. Ne kadar zor bir karardır bu...
Surp Toros’tan Surp Agop’aPire’deki aynı isimli Kallipoli (Gelibolu) semtine yerleşmeleri kolay olabilirdi zira orada zaten Çanakkaleli Rum mülteci hemşerileri yaşıyordu. Ama bireysel düşünmek yerine topluluk ihtiyacı ağır basar ve Kokkinia’daki soydaşlarına yakın olmayı tercih ederler. Üstelik baraka yerine gerçek bir kilise inşa etmeyi planlarlar ve yanlarında getirdikleri Surp Toros’un kutsal emanetlerini de oraya adamaya karar verirler. Surp Agop adını alan kilise Kokkinia’da 1933 yılında inşa edilir. O tarihten itibaren, Kokkinia semti Pire ve çevresindeki Ermeni cemaatinin örgütlendiği merkez olacaktır.
Haci Agop ve Gelibolulu heyet, konaklama meselelerini çözdükten sonra geride kalanları Kokkinia’ya getirmek üzere plan yapıp Kefalonya’ya geri döner. Argostoli’de yalnızca 2-3 aile kalır, geri kalan herkes heyete güvenerek başkente gelir. Çoğu Kokkinia’ya yerleşse de, bazıları Dourgouti, Nea Eritrea ya da akrabalarını buldukları diğer yerlere gitmek üzere yola koyulur. Yunan topraklarının neredeyse her köşesinde mültecilik vardır. Bazıları yelken açıp Fransa’ya, Amerika’ya, Kanada’ya, Arjantin’e, Brezilya’ya, Avusturalya’ya gider. Soykırım sonrasında tüm Ermeniler gibi dört bir yana dağılırlar. Zulüm diasporayı yaratır.
Ata toprağına yolculukBir defasında, çok sonradan, bizi ziyarete gelen akrabamız (biz ona Elmas yayaçik derdik, o da İstanbul’dan sürülmüştü ama sonraki musibetlerden birinde) Amerika’ya yapacağı uzun yolculuğa çıkmadan önce Kokkinia’da mola vermiş, evimizin Gelibolu’da yerli yerinde durduğunu, kilisenin ise önce ahıra sonra depoya çevrilmesine rağmen hâlâ dimdik ayakta olduğunu söylemişti.
“Bir zamanlar Gelibolu'da kutsal olan Surp Toros Ermeni Kilisesi'nin doğu penceresi bizim evin girişine bakıyordu” diye anlatırdı yaşlılar. Bu yegâne rehber cümleyi aklımda tutarak, 2015’in Ağustos ayında ben de Gelibolulu arkadaşım Altuğ Yılmaz ile Gelibolu’nun Ermeni mahallesini bulmak üzere yola koyuldum. Altuğ ile birkaç yıl önce Türkiye’nin Antakya şehrindeki Musa Dağı Vakıflı köyünde yapılan bir Ermeni düğününde tanışmıştık. Düğün eğlencesinde, bir köşeye oturmuş birbirimize aile hikâyelerimizi anlatmıştık. Onun Müslüman dedesi 1923’te mübadele yüzünden, Serez’deki Poroya köyünden ayrılmak zorunda bırakılmış ve o zamanlar terk edilmiş vaziyette olan Gelibolu’ya yerleştirilmişti.
Bir kez daha anladık ki köklerinden koparılmanın acısı hem o acıyı yaşayan insanlar hem de onların ileriki kuşakları için ortak ve zamanın değiştiremediği bir şeydi. Altuğ çocukluk ve ergenlik yıllarını benim atalarımın topraklarında geçirmişti. Terk edilmiş Ermeni evlerinin avlularında oynamıştı. Biliyordu. Birlikte papazın evini, ki hâlâ öyle diyorlar, birkaç Ermeni evi ve yayamın bize çokça anlattığı hamamı bulduk. Ama ne kadar aradıysak da kiliseyi bulamadık; oysa onu bulsaydım dedemin evinin yerini de bulmuş olacaktım. Belli ki hepsini “kentsel dönüşüm” yutmuştu.
“Bahçeni buldum yayacığım”Yanıma birkaç mum almıştım, oradan ayrılmak zorunda kalıp, içlerindeki geri dönme arzusunu hiç dindirememiş olanların anısına yakmak için. Yayam Takuhi onlardan biriydi. Gelibolu’yu özler, güzel çiçekleriyle dolu bahçesini anımsarken: “Ah neler oldu acaba güllerime, karanfillerime? Neler oldu cennetime?” diye sorardı son gününe dek tekrar tekrar.
“Bahçeni buldum yayacığım” diye geçirdim içimden, Gelibolu’daki evinde misafir olduğum dostum Yağmur’un bahçesindeki çiçekleri gün batımında sularken. “Merak etme, çiçeklerin artık susuz kalmıyor.”
O gece tam da o bahçenin toprağında, bütün mumlarımı yaktım; yayamın bana söylediği şarkıları gün doğana dek mırıldandım ve kendimce dua ettim hepsinin anısına.


