Gözlerine bakabilmek Agos
SonTurkHaber.com, Agos kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi paylaşıyor.
Ernst Frankel’in “İkili Devlet” kitabını (İletişim Yayınları) okurken öğrendim ki; Führer’in kişisel tutukluları varmış. Bu tutuklular, sırf Führer istediği için, ortada isnat edilecek bir suç olmaksızın, yargı kararı aranmaksızın, “Führer”in kişisel tutsağı” kaydı düşülerek alıkonuyorlarmış. Mesela rahip Martin Niemöller, tutuklanmış, yargılanmış ve beraat etmiş ancak Hitler beraat kararına tepki gösterince Führer’in kişisel tutsağı olarak tekrar içeri alınmış ve savaşın bitimine kadar toplama kampında tutulmuş. Bu satırlar sizde neyi çağrıştırdı bilemem ama ben, bu satırları okuduğumda Osman Kavala’yı düşünmeden edemedim. Gerçi iki olay arasında benzerlik yanında önemli fark da var diyebilirsiniz, haklısınız.
Bazı hayatların bu dünyaya bıraktığı izler öylesine derindir ki, sonsuza kadar silinmez. Üstelik bu izleri onlar, sadelikleri, samimiyetleri ile süsten kibirden uzak, görevlerinin gereğiymiş gibi, her zaman yaptıkları işmiş gibi öylesine bırakıvermişlerdir dünyanın kucağına.
Onlar bu dünyaya sadece söylemek için değil aynı zamanda eylemek için gelmişlerdir. Söyledikleri ve eyledikleriyle nüfuz eder, değiştirir, dönüştürür, iyileştirirler. Şifacıdırlar aynı zamanda.
Bir yerlere sığmayan ruhlarıyla esasen kendileri birer dünyadır.
Kocaman kolları hep açıktır, sarıp sarmalamaya, kucaklamaya hazır. Osman Kavala’dan söz ediyorum.
Yıllardır tutulduğu hapishane hücresinde, o eşsiz ve yaratıcı düş gücünü yitirmeyen, o çocuksu neşesiyle şifa dağıtmaya devam eden… Bildiğinden şaşmayan, direnen, direnişini, yaratıcı düş gücünden alan… En zor günlerimizde, adalet arayışımızda hep yanımızda olan… Halklar arası diyaloğa, birlikte yaşama iradesine tüm yüreğini adayan… Anadolu’nun kültürüne, sanatına, şarkısına, türküsüne âşık, kültürel mirasa sahip çıkan, yok edilene yeniden can vermenin coşkulu telaşını yaşayan Osman Kavala’dan…
Her görüşüne gittiğimde, dingin, sakin ama güleç duruşu ve yorumlarıyla zenginleştiğim, kendinden ziyade başkaları için, ülkesi için endişelenen duruşundan etkilendiğim Osman Kavala’dan…
Suç işlediğine dair ortada makul bir şüphe doğuracak bir olgu, kanıt hatta bir emare olmadığı halde yıllardır içeride tutulan Osman Kavala’dan…
Okurlar için malumun ilamı olacak belki ama ben Ernst Frankel’in “İkili Devlet” kitabını (İletişim Yayınları) okurken öğrendim ki; Führer’in kişisel tutukluları varmış. Bu tutuklular, sırf Führer istediği için, ortada isnat edilecek bir suç olmaksızın, yargı kararı aranmaksızın, “Führer”in kişisel tutsağı” kaydı düşülerek alıkonuyorlarmış. Mesela rahip Martin Niemöller, tutuklanmış, yargılanmış ve beraat etmiş ancak Hitler beraat kararına tepki gösterince Führer’in kişisel tutsağı olarak tekrar içeri alınmış ve savaşın bitimine kadar toplama kampında tutulmuş.
Bu satırlar sizde neyi çağrıştırdı bilemem ama ben, bu satırları okuduğumda Osman Kavala’yı düşünmeden edemedim.
Gerçi iki olay arasında benzerlik yanında önemli fark da var diyebilirsiniz, haklısınız.
Mesela bu alıntıda örnek verilen Rahip Martin Niemöller beraat ettikten sonra yeniden ama hakkında bir yargı makamınca verilmiş bir mahkûmiyet kararı olmaksızın içeri alınmış. Yargılamaya lüzum hissedilmeden kişisel tutsak kaydıyla içeri alınan Rahip savaşın bitimiyle içeriden çıkabilmiş. Yani savaş bitmese ya da Almanya savaşı kazansa ömrünün sonuna kadar birilerinin kişisel tutsağı olarak tutulacakmış. Üstelik Rahip bu konuda tek örnek de değilmiş, Führer’in kişisel tutsağı kaydı altında tutulan başkaları da varmış.
Oysa Osman Kavala örneğinde öyle mi, yargılanıyor beraat ediyor, olmadı deniyor, bir daha yargılanıyor, bu defa ağır bir mahkûmiyet kararı verilerek içeride tutuluyor. Yani yargımız uzun uzun mesai harcıyor, duruşmalar açıyor, ara kararlar veriyor, son kararı verebilmek için çabalıyor. Yani Rahip Martin Niemöller örneğinin aksine ortada bir mahkûmiyet kararı var.
Fakat bu nasıl bir yargılama, bu nasıl bir karar dediğinizi duyar gibiyim. Osman Kavala’nın sözleriyle “bu yargılama, masumiyet karinesinin çiğnendiği, temelsiz iddiaların, yalan beyanların kullanıldığı bir yargılamadır.”
Şöyle ki;
Kavala, ilk önce Anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve Hükümeti devirmeye çalışmak suçlarından yargılandı, suçu kanıtlayacak herhangi bir delil bulunmadığından beraatine karar verildi, cezaevinin kapısından çıkarken ne olduysa artık anında diğer kapıdan içeri alındı.
Beraat ettiği dosyadaki abuk sabuk aynı ithamlardan, aynı eylemlerden dolayı bu defa yeni bir suç icat edilerek tutuklandı, hakkında ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi, karar Yargıtayca onandı. Silivri’de tutuluyor.
Yargılama diye yapılan şeyin nasıl bir şey olduğunu, dahası yargılama olup olmadığını, yargı mensuplarının bu süreçteki rollerini anlamak için sözü Osman Kavala’ya bırakalım:
“İnsan haklarını ve ‘öteki’ sayılanların hayatlarını değersiz gören düşman hukuku uygulamaları teşvik gördü. Böylece, hiçbir şiddet eylemiyle ilişkim olmadığı bilinmesine rağmen en ağır cezaya çarptırıldım, dört Gezi tutuklusu da aynı yaklaşımla 18 yıla mahkûm edildi. Cezalar Yargıtay tarafından onanınca, şunu anladım ki yargı mensupları sakıncalı buldukları insanlara ceza verme yetkisine sahip olduklarına inanıyor. Bu insanların suç işlemediklerini biliyor olmalarına rağmen.”
Sevgili Kavala, ifademi savcı almadı diyor. Ben savcı yüzü görmedim diyor.
Bu absürt süreçte, yargı mensupları saçma sapan iddialarla ağır suçlar isnat ediyor, tutuklama talep ediyor, iddianame hazırlıyorlar, ortada suç olmamasına rağmen kararlar veriyorlar ancak bunların hiçbirini Kavala’nın yüzüne karşı gözlerine bakarak gerçekleştiremiyorlar.
Zira bakabilmek için bakacak yüzünüz, bir de o yüzde bir çift gözünüz olması lazım.


