İyi de o inek neden gülüyor?
Halktv sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Michel de Montaigne, 16. yüzyılda şöyle demişti: “Bir insan ile başka bir insan arasında, bir insan ile bir hayvan arasında olduğundan çok daha büyük mesafeler bulunduğunu söyleyebilirim.” İnsan ne zaman insanlıktan çıktı? Belki de hayvanı “hayvan” olarak gördüğünden bu yana. Peki insanla ilişkisini nasıl düzeltebilir? Muhtemelen hayvanla ilişkisini düzelterek. Frédéric Lenoir, insana ve hayvana yazdığı uzun mektupta bunun formülünü anlatıyor.
KÜRŞAD OĞUZ
[email protected]
Batı’nın büyük düşünürlerinden Friedrich Nietzche 1889’da, 44 yaşındayken, Torino’da arabacısı tarafından dövülen bir atın boynuna ağlayarak sarıldı ve oracıkta bayıldı. Kendine geldiğinde akıl hastanesindeydi; aklını kaybetmişti. O gün bugündür kimse Nietzche’nin neden delirdiğini bilmiyor.
Ama hayvanlara karşı merhamet duygumuzun eksik olduğunu, bizden farksız canlılar olduklarını kabul etmekte zorlandığımızı, çoğu zaman hayvanlara akıllıca değil birer deli gibi davrandığımızı hepimiz biliyoruz.
Bunun sebepleri ve sonuçları var. Hayvanlar İçin Birlikte Derneği’nin kurucusu, SEVE Vakfı’nın (Birlikte Varolmayı ve Yaşamayı Bilmek) kurucularından Fransız sosyolog ve felsefeci Frédéric Lenoir “Hayvanlara ve Hayvanları Sevenlere Açık Mektup” adlı kitabında hem bunları çok güzel özetliyor; hem de insanlığa öğütler verirken hayvanlardan özür diliyor.
ARAYA DİN GİRDİ, TAHAKKÜM BAŞLADI
“İnsan, en çok tekâmül etmiş hayvan olduğuna çok uzun zamandır inanıyor. Buna o kadar inanıyor ki sonunda kendini hayvan sanmamaya bile başladı: Bir yanda insan, diğer yanda hayvanlar var” diyor Lenoir.
Ne demek istediğini anlamak için biraz geçmişe, şöyle yüz binlerce yıl önceye uzanmamız gerekiyor.
Bundan 100 bin yıl önce dünyada en az altı farklı insan türü vardı. Adına Sapiens denen tür de birkaç yüz bin yıl önce ortaya çıktı. Sapiens’ler binlerce yıl diğer insan türleriyle birlikte yaşadı. Sonra, günümüzden hemen hemen 70 bin yıl önce dünyayı fethetmeye başladılar. Bu fetih bütün öteki insan türlerinin ortadan kalkmasıyla sonuçlandı. Homo Sapiens’in kendisiyle aynı türden olanlara soykırım uygulayıp uygulamadığı bilinmiyor.
Konumuz bu değil, buna karışmayalım.
Homo Sapiens’in yükselişinin hayvanlar açısından feci sonuçları hemen ortaya çıkmadı. Tersine, mitsel ve dinsel düşüncenin gelişiminin ilk sonucu doğanın kutsallaştırılması oldu. Beslenmek için avlanması gerektiğinde bile Sapiens öldürdüğü hayvanların ruhlarından af diliyordu. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen çok uzak atalarımızın çeşitlilik sunan bir beslenme düzenine sahip olduğu, sadece hayvan eti tüketimine yönelmediği görülüyor.
Yerleşik yaşama geçiş ve tarım devrimiyle öne çıkan Paleolitik’ten Neolitik’e geçişte ise işler değişti. İşler hayvanlar için tam da bu dönemde kötüye gitmeye başladı. Göçebe avcı-toplayıcı insan doğal dünyanın parçasıydı ve kuşkusuz diğer canlı varlıklardan keskin biçimde farklı ya da üstün saymıyordu kendini. Ne var ki, yerleşik çiftçi kendini dünyanın efendisi haline getiren bir mitsel-dinsel düşünce geliştirdi. Beslenmesi artık vahşi doğaya değil, tarıma ve hayvancılığa bağlıydı. Böylece beslenebileceğinden emin oldu. Bunun sonucunda da adım adım animist inançları bırakıp yeni inançlar geliştirdi: Taptığı tanrılar ve tanrıçalar artık Yerküre’de değil görünmez ve uzak bir semavi dünyada yaşıyordu. Böylece tüm canlılar arasında ilk kez bir hiyerarşi kurdu. En tepede, göklerde tanrılar yer alırken aşağıda, Yerküre’de hayvanlar yaşıyordu. O zamanlar insan, doğal dünya ve tanrılar dünyası arasında bir tür aracı olduğuna inanıyordu.
İnsanlığın yerleşik yaşama geçmesinden sonra gelişen bu yeni dinsel inançlar Sapiens’in doğal dünyadan kopuşunda ve diğer hayvan türleri üzerinde egemenlik kurma arzusunu meşrulaştırmasında hayati rol oynadı. “Sonuçta şuraya vardık” diyor Lenoir: “Sevgili hayvanlar, yaşadığınız sömürü insanlar için vicdani bir rahatsızlık kaynağı değildi artık.”
Bu süreçte çok sayıda hayvan türü evcilleştirildi ve yetiştirilmeye başladı. O zamana kadar sadece köpekler evcilleştirilmişti, Neolitik’e geçişle birlikte koyunların, keçilerin, sığırların domuzların, atların, eşeklerin, develerin, lamaların, hindilerin, kümes hayvanlarının ve kedilerin yavaş yavaş evcilleşmesi sağlandı. Böylece insana eşlik eden kediler, bazen de köpekler dışında bütün hayvanlardan azami derecede yararlanmak gerekti.
Çünkü artık “para”, hayvan demekti.
Evet, para (pecunia) sözcüğünün büyükbaş hayvan anlamını taşıyan pecus sözcüğünden kaynaklanması tesadüf değil. Zengin olmak büyükbaş hayvana sahip olmaktı. Hayvanlar ağır işlerde kullanılmak (toprağın sürülmesi, taşıma) amacı yanında yararlı ürünler (yün ve deri) ya da gıda (süt, yumurta) sağlamak ve tabii ki tüketilmek üzere yetiştirildiler.
Böylece hayvanların biz insanlar tarafından sömürülmesi giderek arttı ve 20. yüzyıldan itibaren Taylor’dan esinlenen üretim artışı ve azami kâr arayışının etkisiyle hayvancılıkta durum ciddi biçimde kötüleşti. “Gelişmiş” dediğimiz ülkelerde tükettiğimiz hayvanların yüzde 80-95’i endüstriyel besicilikten geliyor. Çiftlik hayvanlarının çoğu sadece sömürülmekle kalmıyor, aşırı derecede sömürülüyor.
Nasıl mı?
Et, süt, yumurta üreten birer makine olarak çalıştırılıyorlar; doğal ve sosyal ihtiyaçları artık hiç hesaba katılmıyor ve kısacık varoluşlarının da artık yaşamla hiçbir ilgisi bulunmuyor. Kümes hayvanları 7-12 yıl yaşayabilecekleri halde çoğu birkaç ayda, daha doğrusu “gerekli” ağırlığa ulaştıklarında hemen öldürülüyor. Öldürülmeden önce de uçsuz bucaksız hangarlarda üst üste yığılı küçücük kafeslere tıkılı, en ufak şekilde hareket etmelerine izin verilmeden yaşıyorlar. Erkek civcivler hemen itlaf ediliyor. Endüstriyel hayvancılıktan hasbelkader kurtulabilmiş, zamanlarının çoğunu otlakta geçirebilen sığırların ömrü birkaç yıldır, oysa mezbahaya gönderilmeden önce yirmi yıldan uzun yaşayabilirler. Süt inekleri doğum yapmaları için düzenli biçimde yapay olarak dölleniyor, ama buzağı doğar doğmaz annesinden ayrı tutuluyor; bu sayede annenin sütü çekilebiliyor. Düve denen dişi danalar kesime gönderilmeyip annelerinin içler acısı kaderini paylaşıyor, ama erkek danalar tamamen tecrit ediliyor ve hareket özgürlüğünden mahrum bırakıldıkları kutularda tutuluyorlar. Bu sayede etleri yumuşak ve lezzetli oluyor; bu çok dar alanlarda birkaç ay geçirdikten sonra kesimhaneye gönderiliyorlar. “Süt tedarik zincirinde” yer alan koyunlar ve keçiler de aynı kaderi paylaşıyor; oğlaklar ve kuzular gibi onlar da doğumlarından kısa süre sonra annelerinden ayrılıp kesimhaneye yollanıyorlar.
YILDA 60 MİLYAR KARA HAYVANI YİYORUZ
Yüz yıldan fazladır et tüketiminin hep artması ancak bu bedel karşılığında sağlanabildi. Günümüzde yılda yaklaşık 60 milyar kara hayvanı (50 milyarı tavuk) öldürülüyor. Tüketimimiz için yılda 500 ila 1000 milyar deniz hayvanı öldürülüyor. Bunların yanında bir de yunuslar gibi ağlara takılıp ölen sayısız deniz memelisi var.
Bu da yetmiyor.
Her yıl dünyada yaklaşık 50 milyon hayvan laboratuvar deneyleri için feda ediliyor. Araştırmaların ilerleyebilmesi için çoğu zaman başka yöntemler varken ya da bütün deneylerin boşuna yapıldığı ortaya çıktığında bile laboratuvarların çoğu gerek alışkanlık gerek tembellik gerekse kârlılık kaygısıyla maymunlara, köpeklere, farelere ya da domuzlara eziyet etmeyi sürdürüyor. Psikolog Harry Harlow onlarca yıl boyunca binlerce kobaya eziyet etti, örneğin “toplumsal yalıtılmışlığın etkilerini” incelemek amacıyla bebek maymunları çelik kafeslere kapattı. Uzun meslek yaşamının sonunda ise “yapılan deneylerin çoğunun yapılmasa da olacağını, elde edilen verilerin de yayınlanmaya değmeyeceğini” kabul etti.
Bilim insanı ve Budist rahip Matthieu Ricard, “La vache qui rit’yi (Gülen İneği) bu kadar güldüren ne?” diye soruyor. “Bir damla süt bile veremeden kendisinden ayrılan buzağının hemen öldürülmesi mi? ‘Yeniden biçimlendirilip’ ölüme gönderilmeden önce yıllarca bir hücreye tıkılıp kalması mı?” Bu çağda, bu koşullarda herhangi bir inek gülebilir mi?
Peki özünde birer canavar olmayan insanların günlerini canlı varlıklara acı verip onları öldürmekle geçirmeleri ve kişisel ahlâklarının bundan etkilenmemesi mümkün olabilir mi? Normalde olamaz. Ama hayvanlara reva görülen acı gizlendiği, gerçeklik başka bir kılığa sokulduğu için suçluluktan kurtulmak mümkün oluyor.
“Biz bütün ötekilere benzeriz ama biriciğiz. Bizi benzersiz kılan şeyler -dilimizin karmaşıklığı, isteklerimizin sonsuz olması, mitsel-dinsel düşüncemiz, kendimizi uzak bir gelecekte tasavvur edebilmemiz, evrensel ahlâki vicdan- size karşı adil ve sorumlu bir davranışa itmeli bizi. Yine de bizler ‘güçlü olan haklıdır’ diye bilinen eski söze uygun davranıyor ve çoklukla, en aptalca içgüdümüze, üzerinizde egemenlik kurup sizleri sömürmek güdüsüne teslim oluyoruz. Bu yırtıcı ve hükmedici içgüdüyü türlü çeşit retorik ve entelektüel kurnazlıkla süslüyoruz. Unutmayalım ki insan denen varlığın en eşsiz özelliklerinden biri de arzularını haklı çıkarmada olağanüstü becerikli olmasıdır. 17. yüzyılda Baruch Spinoza şöyle diyordu: ‘İyi olduğuna hükmettiğimiz için istemeyiz bir şeyi. İstediğimiz için iyi olduğuna hükmederiz.’”
Böyle özetliyor Lenoir işin ahlâki boyutunu.
YÜZÜ KIZARAN YEGÂNE HAYVAN…
Oysa “etologlar” dediğimiz hayvan davranışı uzmanları son 20-30 yılda hayvanlara sandığımızdan çok daha yakın olduğumuzu gösterdiler. Artık bizim gibi hayvanların da acıya duyarlı olduğunuzu biliyoruz. Bizim gibi hayvanların da mantıksal, tümdengelimli, ayırt edebilen, hatta bazen adlandırabilen bir zekâya sahip olduğunuzu biliyoruz. Hayvanlar dile benzer iletişim biçimleri kullanıyor. Alet imal edebiliyor, çocuklarına bazı âdetleri aktarabiliyor. Şakalaşıyor, oyun oynamayı da çok seviyorlar. Bazıları kendi bilincine varabiliyor; gelişmiş bir adalet ve ahlâk duygusu da (insanlara benzer değil hayvanlara ait) sergileyebiliyorlar.
Lenoir’ın dediği gibi, hayvanların duyarlılığını, nelere heyecanlandıklarını, nasıl acı çekebildiklerini ya da nasıl sevinebildiklerini keşfetmek için onlarla birkaç saat geçirmek yeterli. “Üç yaşında bir çocuğun bir hayvanla temas kurar kurmaz anlayabildiklerini aklı başında bu kadar yetişkin, bu kadar filozof, siyaset adamı, bilim insanı, besici nasıl oldu da inkâr edebildi” diye soruyor Lenoir: “Binlerce yıldır yaygınlaşan, hayvanların insandan aşağı olduğu tezi, teolojik nedenlerle sizlerle bizlerin arasına aşılmaz bir çizgi çekip farklı olduğumuzu belirten dinsel söylemlerden kaynaklandı. Daha sonra bilimi yücelten modern ideoloji nöbeti devraldı ve sizleri laboratuvar malzemesi olarak kullanmaya başladı. Ardından da hayvan eti tüketimini teşvik etmek amacıyla ayrımcılık yolunda ilerleyen çağdaş tüketimci ideolojiye geldi sıra. Kısacası, sizi indirgeyerek aşağılayarak, sonra da nesneleştirerek vicdanımız sızlamadan sömürme ve öldürme hakkını kendimize tanıdık. Mark Twain’in dediği gibi, ‘İnsan yüzü kızaran yegâne hayvandır; zaten yüz kızartacak bir şeyleri olan yegâne hayvan da insandır.’”
2007 yılında, sayısal bir klavye kullanmayı öğrenen Ayumu adlı genç erkek şempanze görsel bellek testinde karşılaştığı bütün insanları alt etti. Bu çalışmada, çok kısa süreliğine (saniyenin beşte biri) ekranda rakamlar gösteriliyordu. Eğitimli insanlar en çok beş rakamı akıllarında tutabiliyorlardı. Ayumu ise neredeyse dokuz rakamı ezberleyebiliyor ve deney yapanları hayrete düşürerek bu rakamları klavyeyi kullanıp kaydedebiliyordu… Ahtapotlar çocukların açamaması için tasarlanmış özel düzenekli ilaç kutularını (kapaklarını bastırıp çevirmek gereken) açmak gibi şaşırtıcı şeyler yapabilirler. Öte yandan güvercinler de usta ressamların eserlerini ayırt etmeyi, Picasso ve Monet’nin çeşitli resimlerini üslup farklarına dayanarak yanılmadan saptamayı başardılar. Yunuslar üzerinde yapılan incelemeler her bireyin bir “ismi” olduğunu ve bir yunus grubunun üyelerinin özgül bir ses çıkararak birbirlerine kendi adlarıyla seslendiklerini keşfetmemizi sağladı.
Hayvanların “ahlâklı, diğerkâm” olup olmadığı da sorgulandı; bunların sadece insanlara özgü olduğu sanıldı. Bu da doğru değil. Büyük maymunlar üzerine yapılan sayısız inceleme, hemcinslerinin çektikleri acılara gayet duyarlı olduklarını, bunları hafifletmeye çalıştıklarını, hatta bu uğurda kendilerini feda edebildiklerini gösterdi. Şempanzeler yüzmeyi bilmez ama kendilerinden biri suya düştüğünde yardım etmek için suya atlarlar. Daha sık rastlanan bir şey ise dişi şempanzelerin yürüyemeyen yaşlı dişilere su getirip yardımcı olmalarıdır. Yapılan ünlü bir çalışmada bir şempanze korkunç bir ikilemle karşı karşıya bırakılmıştı: Önüne koyulanları yiyecekti ama yiyecek aldığı her defa hemcinslerinden birine elektrik verilecekti. Kendi isteklerinin karşılanması ile hemcinslerinin acısı arasındaki bağıntıyı anlar anlamaz çoğu maymun başka bir maymunun acı çekmemesi için açlıktan ölmeyi tercih etti.
Soruyorum size: Bunu yapacak kaç insan var?
HAYVANA YAPAN İNSANA DA YAPAR
Hayvanlarla ilişkimiz, onlara bakışımız ve onlara nasıl davrandığımız aslında diğer insanlarla ilişkimizi belirlediği için çok daha önemli. Papa Francis’in dediği gibi: “Kalp tektir ve bizi hayvanlara kötü davranmaya iten sefalet başkalarıyla ilişkilerimizde kendini göstermekte gecikmeyecektir.”
İngiliz ressam William Hogarth, The Four Stages of Cruelty (1751) adlı ünlü gravüründe bir insanın öyküsünü dört parça olarak resimledi. Gravürün ilk parçasında bir çocuğun bir köpeğe acı çektirdiği görülür. İkincisinde aynı çocuk artık arabacı olmuştur ve yere kapaklanan atını dövmektedir. Üçüncüsünde sevgilisini öldürdüğü için tutuklanmaktadır. Dördüncüsünde ise ortaya dökülmüş bağırsaklarının arasındaki kalbini yemektedir bir köpek. Ne güzel bir özet değil mi?
Bu bilinç 19. yüzyılda bir şeylerin değişmesine de sebep oldu: Önce İngiltere’de (1824 yılından itibaren), sonra da Avrupa’nın geri kalanında hayvanları koruma dernekleri ortaya çıktı ve gelişti. Hayvanlara çektirilen acıları, zulmü cezalandırmak için yasalar tesis edildi. Fransa’da 1845 yılında Hayvanları Koruma Derneği kuruldu. İnsanların hayvanlara zarar vermesini engellemek amacıyla hazırlanan Grammont Yasası 1850’de oylandı.
“O zamanlar hayvanlar uğruna mücadele eden düşünürlerin ve eylemcilerin çoğunun bir yandan da köleliğin kaldırılması, kadınların kurtuluşu ve işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmesi kesinlikle rastlantı değildir” diyor Lenoir. Gerçekten de bizim çıkarlarımızla hayvanların çıkarlarını karşı karşıya getirmenin yararı yok. Hayvanlara saygı göstermek, kötü davranmaya son vermek, endüstriyel besiciliği terk etmek zaten bütün insanların da çıkarına olacaktır.
Önemli düşünürlerin birçok kez dikkat çektiği gibi, hayvanlara zulmetmek insanlara zulmetmenin çıraklığından ibarettir. Marguerite Yourcenar bu konuda en çarpıcı tespiti yapıyor: “Önce hayvanlarda ellerini alıştırdıkları için insanı bu kadar hedef alabilen cehalete, kayıtsızlığa, zulme isyan edelim. Her şeyi hep kendimize döndürmemiz gerektiğine göre, şunu hiç unutmayalım: Daha az hayvan işkence görse daha az çocuk ölürdü, mezbahaya gönderilen hayvanların aç susuz can çekiştikleri nakil araçlarına bu kadar alışmamış olsak ne idüğü belirsiz diktatörlüklerin kurbanlarını ölüme taşıyan bu kadar çok mühürlü vagon da olmazdı, öldürmek zevk ve alışkanlığı avcıların ayrıcalığı olmasa tek kurşunda avlanan insan da bu kadar çok olmazdı.”
Hayvanlara ve Hayvanları Sevenlere Açık Mektup, Frédéric Lenoir, Çev: Alp Tümertekin, İş Bankası Yayınları, 143 sayfa.
**
BUNLARA BAKIN
1) ÇELİŞKİLER, Yang Guija, Çev: Hatice K. Türközü, (Doğan)
Son dönem öne çıkan Güney Kore edebiyatının temsilcilerinden Guija’nın bu kitabı 1998’de ülkesinde en çok satan roman oldu. Farklı hayatlar yaşayan annesi ve teyzesinin arasında gidip gelen bir kadını anlatıyor…
2) ANADOLU VE BAĞDAT DEMİRYOLLARI, Murat Özyüksel (Alfa)
1800’lerin sonunda Osmanlı-Alman ilişkilerinin yeni bir boyut kazanmasını sağlayan, belki de bizi savaşa sokan demiryolu imtiyazı sürecini anlatıyor yazar. Abdülhamit, Mekke’ye ulaşmak için projenin hızla tamamlanmasını istiyordu.
3) JAPONYA, Jeff Kingston, Çev: Serkan Toy (Liberus)
Japonya II. Dünya Savaşı’ndan bu yana nasıl bir dönüşüm geçirdi? Mucize son on yıllarda nasıl ve neden sıkıntıya evrildi? Hem ekonomik kırılma noktaları hem de kültürel dönüşümler bağlamında yakından bakmak isteyenlere…
4) KÜÇÜK ASYA: TARİHİ, COĞRAFYASI VE ARKEOLOJİSİ, Félix Marie Charles Texier, Çev: A. Kadir Paksoy (Kabalcı)
Fransız asıllı arkeolog ve mimar Charles Félix Marie Texier (1802-1871) üç ayrı yolculuğu sonucunda bu kapsamlı çalışmayı tamamladı. Anadolu’da Hitit çalışmalarına da öncülük eden Texier’in bu eseri tüm ciltler bir araya getirilerek sunulmuş.
5) CUMHURİYETİMİZİN MÜZİĞİ TÜRK TANGOSU, Ertuğrul Sevsay, (Oğlak)
Türk tangosunun dört kurucusu dahil 72 sanatçının biyografileri ve 500 Türk tangosu bu kitapta. Sadece müzik ve tango meraklıları için değil Türkiye’de modernleşmenin tarihini merak edenler için de bir başvuru kaynağı.


