Kemiğiyle, canıyla, kanıyla Nihat Genç Ersin Çelik
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuruda bulunuyor.
Gazeteciliğe yeni başladığım yıllarda yolum ilk defa Ankara’ya düşmüştü. Gerçek Hayat dergisinde muhabirdim. Dergi her ne kadar İstanbul’dan çıksa da biraz Ankara merkezli gibiydi. Çevreden hep şunu duyuyordum; Hakan abiler (Albayrak) Vadi Kitabevi’nde toplanıyorlarmış. Murat Zelan, Ebubekir Kurban, Şaban Abak ve daha nice yazarlar, düşünce adamları, dava erleri… Camianın toplanma merkezine, Vadi’ye inip sohbet ediyorlarmış.
Böylesi heyecan ve hevesle gitmiştim işte kitabevine. Erkenciymişim. Başkentte kamunun mesaisi bitmemişti henüz. Birkaç öğrenci dışında kimseler yoktu. Lakin kıştı, soğuktu. Yabancısı olduğum Ankara’da kitaplara ve birazdan gelmelerini beklediğim abilerin çok merak ettiğim mekanına sığınmak benim için en iyisiydi. Vadi, kurucusu Ercan Şen’in yönetimindeydi o yıllarda.
Derken bir süre sonra Hakan ağabey geldi. Vay be! Yazılarını su gibi içiyordum. Meleklerle Omuz Omuza kitabını yeni bitirmiştim. Şimdi dizinin dibindeydim ve canlı kanlı dinliyordum. Sağ olsun beni hemen ortama ısındırmıştı. Gelenlerle tanıştırıyor, “Bizim Ersin. Dergiden.” diye takdim ediyordu. İyi hatırlıyorum, Suavi Kemal Yazgıç’ı da ilk defa Vadi’de görmüştüm. Ortam kalabalıklaşırken, sohbet de koyulaşıyordu. Konu, işgal altındaki Irak’ta selefiliğin yaygınlaşmasıydı. Fikirler, isimler, tarihler havada uçuşuyordu. Dinlerken, “Allah’ım okumam gereken ne kadar kitap var” diye kendimi sorguluyordum.
Bir vakit sonra da Nihat Genç çıkageldi. Hiç beklemiyordum. Sürprizin de sürprizi olmuştu. Gerçek Hayat’ta zaman zaman görüşleri ve Murat Menteş’in kendisi ile yaptığı söyleşiler yayımlanıyordu. SKYTürk’teki ‘Ne Var Ne Yok’ programında da yorum yapıyordu. Baş müdavimi ise Murat Menteş’ti ve bana sık sık “Şu romanını okudun mu, bu kitabını gördün mü?” diye de sorardı. Kitaplığındaki ‘Köpekleşmenin Tarihi’ni alıp okumuştum. İlginç ve dikkat çeken bir kapağı vardı. Ağzı burnu yamuk yumuk birkaç insan müsveddesi bir masanın etrafındaydı. İçeriği ise hayli sertti. Tasvirleri, tahlilleri, betimlemeleri ve ağır eleştirileri ile deneme ile hikaye arasında sürüklüyordu okurunu.
Nihat Genç, makineli tüfek gibi konuştuğu gibi aynı serilikte de yazıyordu. Kısa ve net cümleler. Vurucu ifadeler. Sanırım Murat Menteş’in yazı tarzı olarak etkilendiği biri varsa o da Nihat Genç’ti.
İşte şimdi Vadi’ye inmişti. Ortamın müdavimleri de sözü kendisine bırakmışlardı. Dakikalarca konuştu. Herkese, hepimize saydırıyordu. ‘Ne Var Ne Yok’u canlı izliyordum adeta. Yine en iyi yaptığı yönüyle resmi tarihi hem sivilleştiriyor hem de milliyetçileştirip Anadolu ile yoğuruyordu. Politik bakışı memleketin kültür kodlarıyla örülüydü. Kitapevindeki bir ağabeyimizin deyimiyle; “Nihat Genç günlük nutkunu atıyordu.”
O gün orada bitti ve bir daha aynı ortamda olmadık. Zaten kendisi Leman dergisinde yazmaya başlayarak İslami çevreden uzaklaştı. Ancak onu izlemek ve dinlemek tüm politik görüşlerinden, gülle gibi eleştirilerinden beriydi. Ne söylerse söylesin, kime kızarsa kızsın Nihat Genç vatan cephesini ve kendi mevziini terk etmiyordu. Tekti. Yok edilmek istendiğinde de en çok izlendiğinde de yalnızdı. Gücünü de bu duruşundan alıyordu zaten.
Bir söyleşide; derdini, davasını ve amacını şöyle anlatmıştı:
“Tarih ve zaman kimlerin katil, kimlerin deli ve meczup olduğunu ortaya çıkarıyor. Yoksul insanın hiç kimsesi yoktur. Ben dedim ki, yazarlığı kemiklerimle yapacağım. Tabii ki Türkiye gibi şovalyesi az ya da hiç olmayan bir ülkede, önüne gelen herkes seni batırmaya çalışır. İstedikleri kadar çalışsınlar, umurumda değil. Gözlerim açık gitmez. Çünkü kitaplarım ve konuşmalar ortada. Ben derin filozofikler yapan, kültür felsefesi, siyaset felsefesi yapan biriyim. Neden? Çünkü 17 yaşımdan beri kitapların içindeyim. Hayatımda başka hiçbir amacım olmadı. Babamdan aldığım bir tek Kur’an-ı Kerim, onun dışında tüm kitaplar benimdir. Öyle günler oldu ki, param yoktu ve kanımı satıp kitap aldım.”
Aydın Ünal ağabey geçtiğimiz ay, hastanede tedavi altına alınınca kaleme aldığı “Nihat Genç Ustaya Vefa” başlıklı yazısında şöyle anlatmıştı: “Yüreği yangın yeriydi. Cümlelerinde hep memleket toprağının kokusu vardı. Sanmayın ki sadece ekranlarda böyleydi, gündelik hayatı da aynıydı. Solculuk, ulusalcılık, Kemalizm vs. kalıplarına sığmayacak kadar taşkındı. Fikirleri ne olursa olsun, tek başına, “fikir namusunu muhafaza” konusunda örnekti, abideydi.”
Nihat Genç ile yıllar evvel bir kez bir aynı ortamdaki havayı teneffüs etmenin dışında bir görüşmemiz, iletişimimiz, hukukumuz olmadı. Takip ettim ama. Okudum, izledim. Çoğu fikirlerine asla katılmasam da bu ayrışmalara hiç takılmadım. Eleştirsem de tekrar edeyim, vatan cephesinde sabit durması her türlü fikrinin üzerindeydi. Düşünceleri, eleştirileri, öfkesi bir yana; kemikleriyle, canıyla, kanıyla verdiği o sert kavga saygıyı fazlasıyla hak ediyordu.
Nihat Genç ağabey önceki gün terk-i dünya eyledi. Allah rahmet eylesin. Geride yazılarıyla, konuşmaları ve haykırışlarıyla mevziini boş bırakmayacak bir birikim, cephede duranlara cephane olacak bir külliyat bıraktı…
Yazıyı dostum İsmail Halis’in, Nihat Genç’in ardından yaptığı paylaşımdan kalben sarfedilmiş vefalı satırlarla bitireyim: “Hatırı o kadar büyüktür ki, 15 yıl boyunca her gün yumruklasa da bizi, bildik ki o yumruktaki hınç, bu toprakların mayası ile bilek olmuş, söz olmuş, çıkıp geldiği Karadeniz dağlarının yüzümüze çarpan gece ayazı olmuş.”


