Kudüs’e şiir yazmadım çünkü: Alınacak öcümüz sorulacak hesabımız var Kültür Sanat Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Şiire İkindi Yazıları’yla başlayan Şair Hüseyin Akın, birçok dergide editörlük yaparken, aynı zamanda öğretmenliğe de devam etti. “Okuduğum okullarda sınıfların arka sıra öğrencisi oldum ve kendi müfredatımı takip ettim” diyen şair, küçüklüğünden beri oluşturduğu kendi kütüphanesiyle yoğruldu. Edebiyatın şiir, deneme, öykü, inceleme, biyografi, sokak sosyolojisi, şehir kitapları alanında eserlere imza attı. “Hu Dönüşü” deneme kitabıyla 2014 TYB En İyi Deneme Yazarı ödülünü, “Yan Tesir” şiir kitabıyla Eskader Şiir Ödülü’nü alan Akın’ın seçme şiirleri Fransızcaya çevrildi. Akın’la Ustalarla Sohbet serimiz için konuştuk. Şairliğin ve şiirin ücralarında dolaşırken, bir yandan da insanlığı sorguladık.
Bütün şairlere sorulan klasik soruyla başlamak istiyorum sohbetimize. Şair olunur mu doğulur mu?
Alman şair Hölderlin’in dediği gibi “İnsan bu dünyada şairane mukimdir” Yaratılış şaşkınlığını üzerinde taşıdığı sürece yolu şiirle çakışır. Her insan şiir fıtratı ile doğar. Verili dilin hapishanesine düşmediği sürece bu sürüp gider. Ya şiiri söyleyen ve yazan olur ya da okuyan ve kulak veren. Her insanla şiir arasında bir duvar vardır. O duvarı yıkanlar kaybettikleri dile kavuşup şair olurlar. Dolayısıyla insan şiirle doğar demek daha doğru olur. İçinde uyuyan şiiri uyandırdığında şair olma sürecine girmiş demektir.
Sizin şairlik yolculuğunuz nasıl başladı?
Ben, beni duyu organlarının mahdut dünyasına mahkûm eden duvarı çocuk yaşta yıkmış olmalıyım ki gündelik dilin kifayetsizliğini fark edip kendimi ifade edebileceğim yeni enstrüman arayışına yöneldim. Acziyetimle tanıştım, yerimi yadırgadım. İlkokul 5. sınıftan itibaren şiir adına elime ne geçtiyse okudum. Ne zaman evde canım sıkılsa oturma odasındaki vitrinin en üst rafında babama ait üç kitabı saatlerce okurdum. Asında bilmeden büyük bir madene rasgeldiğimin farkında değildim. Uzun süre dönüp dolaşıp bu mutasavvıf şairlerin, Niyazi Mısri, Eşrefoğlu Rumi ve Yunus Emre’nin kitaplarını okudum. Yoğun tasavvufi sembollerle dolu bu kitapları okurken hiçbir şey anlamasam da şiirlerin ses ve tınısı beni kendine çekmeye yetiyordu. Benim içimdeki şiiri uyandıran işte bu üç sufi şairin üç divanıdır.
DİN EĞİTİMİNİN KATKISINI ŞİİRİMDE HİSSETTİM
İmam hatip ve ilahiyatçı bir şair olduğunuz için bu soruyu soruyorum, din alanında eğitim almanız şairliğinizi nasıl etkiledi?
Aldığım din eğitimi bana dinin hayattan başka bir şey olmadığını öğretti. Bu yüzden dine dair açmazlar, çıkmazlar ve çarpık insan davranışları kalemimin ucunu daha çok açmama vesile oldu. “Kadın Sesi Helaldir”, “Söylenmemiş Yalana Bir şey Gerekmez” başlıklı şiirler hep bu tahsil sürecinin mahsulüdür. Diğer taraftan kelimelerin afakına ve âmakına ulaşıp fizikötesinin uzak mesafelerini yakın kılmak için de “din eğitimi” dediğiniz şeyin etkisini ve katkısını şiir serüvenimde yakından hissettim. T. S. Eliot: “Büyük sanatçı, yüksek bir din şuuruna sahip olmasına rağmen, onu vaaz etmeyendir” der. Vaaz diline mesafeli yetiştiğim için yazdığım şiirde bir yalvaç ya da ulak gibi davranmadım. Bütün bunlar İmam Hatip ve ilahiyat tahsilinin farkında olmadan bende oluşturduğu farkındalıklardır. Bu sayede görünmeyenin arkasına saklanan dağları ve denizleri görebilme imkânı yakaladım.
FİLİSTİN İÇİN ÇIĞLIK ATTIM SLOGAN ATTIM
Beni en çok etkileyen şiirlerinizden biri “Hiç Şiir Yazmadım Kudüs’e” şiiriniz. Üstelik bunu yazdığınızda henüz 7 Ekim gerçekleşmemişti, ama zaten zulüm de 7 Ekim’de başlamamıştı. Fakat yine de sormak isterim, hâlâ Kudüs’e şiir yazmadınız mı, neden?
Adarno, “Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz” demişti. Peki Yahudi Siyonistlerin Filistin’de Gazze’de yaptıkları insanın kanını donduran katliam ve soykırımdan sonra şiir yazılır mı? Alınacak öcümüz, sorulacak hesabımız var… Bunlar yerine gelmeden şiir olarak yazdıklarımız da aslında şiir değildir, öç alma temrinleri ve hesap sorma denemeleridir. Ben de dünyanın gözü önünde yaşanan savaş süsü verilmiş bu katliamlar karşısında Filistin ve Kudüs’e dair bir şiire niyet ederek kalemi elime almadım. Filistin için çığlık attım, slogan attım, kalemi ve televizyonun kumandasını fırlattım. Bir Filistinli çocuğun sapanında taş olma mertebesidir özlediğimiz.
TÜRKÜLERİN ŞİİRLERİNİ YAZIYORUM
Kendi şiirlerinizi dönemlere ayıracak olsanız nasıl bir tablo çıkar karşımıza?
İlk kitabım “Sevmek Karanfil ve Kiraz” ve hemen ardından (1 sene sonra) çıkan onun küsuratı sayılabilecek “Ay Tanığım Olsun” isimli şiir kitaplarım kendi şiirimi bulma noktasındaki arayışın yoğun hissedildiği zamanlara tekabül ediyor. Okuduğum şairlerin bilinçaltıma yerleşmiş şiirlerinden yer yer esintiler taşıyan özellikte şiirlerdir bunlar. Üçüncü şiir kitabım “Çöl Vaazları” içime kaçan sesimi çekip çıkardığım bir döneme rastlıyor. Benim için üçüncü dönem form ve muhteva noktasında yeniden yola koyuluş dönemi oldu. Kelime seçimi, söz dizimi, kafiye örgüsü, kolay söyleyiş denemeleri ile geleneği bugüne taşımaya çalıştım. “Yan Tesir”, “Babam İle Mersedes”, “Tipide Koşu” bu sürecin mahsulleridir. Üç senedir “Modifiye Şiirler” başlığı altında türkülerin şiirlerini yazıyorum. Benim şiirlerimin dönemleri arasında büyük gürültüler, devrilişler ve nümayişler yoktur. Ne oluyorsa kendi içinde oluyor.
YARINI DA YÖNETENLER VAR
Şiir yazıp şair olamayan, şair olup kalıcı olamayan birçok insan gelip geçiyor. Kalıcı olmak için nasıl bir yol izlenmeli?
Her şeyin tek kullanımlık hale getirildiği bir dünyada kalıcılıktan bahsetmek öyle kolay olmasa gerek. Şiirde kalıcı olmanın popüler olmakla, kitaplarının çok okunmak ve çok satmakla doğrudan bir ilgisi olmadığını söyleyebilirim. Hiçbir şair öldükten sonra şiirinde yaşayacağından emin değildir. Yaşarken bilinmeyen kıymet, gülmeyen talih çoğu zaman öldükten sonra kendini göstermeye başlar ki bunun Türk ve dünya edebiyatında örnekleri çoktur. İçinde yaşadığımız aktüel zaman, ölüm sonrasının hafızasını bile ipotek altına almış. Bugün için bildiğimiz şey şudur: Bu dünyadan hiçbirimiz sağ çıkmayacağız. Yarın dünkü yarın değil artık. Yarını da yönetenler var. Onlar geleceğin dünyasında kimlere yer ayırmışlarsa onların sesleri ve sözleri de zamanın derin dondurucusunda yerini alacaktır.
ŞİİR, AZINLIK BİR OKUYUCUNUN UMURUNDA
Günümüz teknoloji çağında şiir de dönüşüyor mu? Dönüşüyorsa nasıl bir dönüşümden söz edebiliriz?
Bu teknoloji çağında değişimden şiirin de nasibini alması şaşırtmamalı. Teknoloji form ve hızı değiştirip dönüştürebilir belki. Fakat şiirin özüne müdahale etmesi, ruhunu kemirmesi mümkün değildir. İnsanın şiirde aradığı ile şiirin insana söylediği aşağı yukarı dün ne ise bugün de öyledir. En fazla yapay zekaya şiir yazdırmaya kalkarsınız, o da aczini kabiliyetsizliği ve ruhsuzluğu ile itiraf eder. Teknoloji ne kadar gelişse de insandan insana uzanan yolu kısaltamıyor. İletişim çağı denilen çağ ironik bir çağ. Yani iletilerin kalbe sirayet etmediği, insanların konuştukça anlaşmazlık oranının artıp birbirlerine yüz çevirdikleri bir plastik çağdır yaşadığımız. Hangi sözün takipçisi çoksa ona yöneliyor kitleler. Halbuki şiir her dönemde olduğu gibi azınlık bir okuyucunun umurunda olan bir konuşma, anlaşma ve anlatma biçimidir. Tabii ki azınlık dedimse uçsuz bucaksız bir azınlıktan bahsediyorum.
HER ŞEYİ YAZDIM DEDİĞİM ŞİİRİ YAZMAK İSTERİM
Yazmadan ölmek istemiyorum dediğiniz o şiirden bahseder misiniz?
Her şiirde dışarda kalan ne ise işte o şiiri yazmadan ölmek istemiyorum. Şairler yazmaya oturup niyet ettikleri şiirin çok azını yazabilir. Yazmak istemek ile yazabilmek arasında bir boşluk var. Şair o söz boşluğunu doldurmak ister. Bu yüzden son nefesine kadar şiirin izini sürer. Şair “Her şeyi gördüm, içim rahat” diyebilir, ama “Her şeyi yazdım, içim rahat” diyemez. Hiçbir şairin içi rahat değildir, çünkü yazmak istediğini, söylemek istediğini hiçbir zaman tümüyle söyleyebilmiş değildir. Bir gün “Her şeyi yazdım içim rahat” diyebileceğim o nihai şiiri yazmayı çok isterdim.
Yazarlık bağı şiiri yazana kadar
İnsan kendi şiirlerini sever mi bilmiyorum ama en sevdiğiniz şiiriniz hangisi diye sorsam sebebiyle birlikte söyleyebilir misiniz?
İnsan kendi şiirini sever. Hem de başkasının şiirini sever gibi sever. Zaten şairle şiiri arasındaki yazarlık bağı şiiri yazıncaya kadardır. Yazdıktan sonra şair de başkaları gibi o şiirin okuyucusudur. Sezai Karakoç’un ifadesiyle: “Şiirin yazanı yoktur/ Vardır yalnız okuyanı/ Şair de bir okurdur/ Kendi şiirinin okuyanı.” Bu minvalde halet-i ruhiyeme göre bazı şiirlerimi diğerlerinden daha çok sevip onları okuyarak ilgi gösterdiğimi söyleyebilirim. Mesela; Buradan Bakınca Gökyüzü, Kumaştan Çalan Terzi, Babam İle Mersedes, Fotoğraf, Bıçak Parası, Suya Giden Kadın… şiirlerinin sadık okuyucusuyum.
Şairleri uzaktan severim
Şair küslükleri ve kavgaları geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam ediyor. Şairler kendi aralarında biraz geçimsiz mi?
Şairlerin sadece kendi aralarında değil kendileriyle de geçimsiz olduklarının edebiyat dünyamızda bol örneği vardır. Ego yükselmesi, kulaklarını sadece kendi seslerine ayarlamaları, yaratma taklidini sahici sanmaları gibi birçok sebebi vardır bunun. Sözün zehirli bir iğnesi vardır, önce söyleyeni zehirler. Şeytan sözü çoğaltır, şairi manipüle eder. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim sadece şiir yazanlara karşı insanları teyakkuza çağırır. Şuara Suresi 224. Ayet, “Şairlere gelince, onlara azgınlar, sapkınlar uyar” diye söze girer. Öykücüler, hele denemeciler şairlerle mukayese edilmeyecek derecede birbirleriyle uyumludur. Yıllar önce bir şairimiz “Şairlerden bıktım, öykücülerle arkadaş olmak istiyorum” demişti de yerden göğe kadar hak vermiştim. Bu yüzden arkadaş ve dostlarımın çoğu denemeci ve öykücüdür. Şu yaşa geldim hiçbir yazarla bir dargınlık küskünlüğüm olmadı, şairler hariç! Şairleri uzaktan severim, şiirlerine bile öyle sokulmam, uzaktan severim. Kendime karşı temkinliyim. Bu yüzden kendimle de seviyeli bir ilişkim var!


