Lozan’ın perde arkası: Hezimet mi yoksa zafer mi? Politika Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Yeni Şafak İnternet Yayın Yönetmeni Ersin Çelik ile AK Parti Ordu Milletvekili İbrahim Ufuk Kaynak, Hafıza Büyük Resim’in 95. bölümünde Lozan sürecini ve Türkiye’nin o dönemdeki diplomatik mücadelelerini masaya yatırdı. Kaynak, Lozan’da yaşanan büyük güçler arasındaki yoğun pazarlık ve stratejik hamleleri anlatırken, o dönemin Türkiye’sinin nasıl zorlu koşullarda uluslararası arenada varlık gösterdiğine dikkat çekti.
Çelik ve Kaynak, “Hafıza Büyük Resim” adıyla devam eden programın yeni bölümünde şu başlıklara değindiler:
Ersin Çelik:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 100 yılı geride kalırken, Lozan Anlaşması’yla ilgili çeşitli iddialar yeniden gündeme geldi. Anlaşmanın artık geçerliliğini yitirdiği, gizli maddelerin ortaya çıkacağı gibi birçok tevatür ortaya atıldı. Oysa biz biliyoruz ki Lozan Anlaşması'nın Geziardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Bu anlaşmayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir anlamda kuruluş belgesi olarak kabul ediyoruz. Ancak aynı zamanda, Osmanlı Devleti'nin de resmen sona erdiğinin ilanı değil midir?
İbrahim Ufuk Kaynak:
Aslında burada dikkat çekici, çok önemli bir nokta var. Lozan görüşmeleri sürerken, İngiltere İstanbul Hükûmeti’ni masaya davet ediyor. Bu gelişme üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hızlı bir şekilde harekete geçilmesi gerektiği düşünülüyor ve birdenbire saltanatın kaldırılması gündeme geliyor. Böylece İngiltere'nin İstanbul’u temsil makamı olarak masaya oturtma hamlesi boşa çıkarılıyor. Artık yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Türkiye’yi temsil eder hâle geliyor. Bu durum, kuşkusuz büyük bir diplomatik başarıdır. Zira Osmanlı Devleti sona ermiş olabilir ama Türkiye Cumhuriyeti, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun ve daha önceki Türk devletlerinin bir devamı niteliğindedir. Türk devlet geleneğinde bir süreklilik vardır; isimler değişse de devlet karakteri değişmez. Tarihe Metehan’dan itibaren baktığımızda, hiçbir Türk devleti öncesinden tamamen kopuk değildir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Ankara’nın merkeze alınması ve İstanbul’un dışlanması Lozan’da çok önemli bir kırılma noktasıdır. Bu, sadece coğrafi bir değişiklik değil, aynı zamanda temsil anlayışının değişimidir. Saltanatın kaldırılmasıyla birlikte İstanbul Hükûmeti artık meşruiyetini tamamen yitirir. Nitekim İngiltere’nin İstanbul heyetinde yer alması için düşündüğü Damat Ferit Paşa, İngiliz yanlısı bir isimdi ve muhalifleri, yani diğer Osmanlı paşalarını da büyük oranda etkisiz hâle getirmişti. İngiltere'nin bu konuda yoğun bir baskısı da söz konusuydu. Ancak alınan stratejik kararlarla bu girişimler bertaraf edilmiş, yeni Türkiye’nin temsiliyet gücü yalnızca Ankara’da toplanmış ve Cumhuriyet’in inşası bu sağlam zeminde gerçekleşmiştir.
Ersin Çelik:
Bir İngiliz oyunu mu kurgulanacaktı?
İbrahim Ufuk Kaynak:
Evet, ortada ciddi bir karışıklık ve İngiliz oyunu vardı. İlginç olan şu ki, Lozan sürecinde tam 1600 adet telgraf gönderilmiştir. Lozan Anlaşması, öyle bir günde oturulup imzalanan ya da ikinci, üçüncü günde sonuçlanan bir metin değildir; yaklaşık sekiz ay süren büyük bir diplomatik mücadele söz konusudur. Bu süreçte büyük diplomatik ayak oyunları da oynanmıştır. Özellikle dikkat çekici bir durum, İngiltere'nin telgraf hatları üzerindeki hakimiyetidir. Hem Türkiye'nin hem de diğer devletlerin ve milletlerin gönderdiği tüm telgraflar İngiltere’nin kontrolünden geçmekteydi. Yani 1900’lü yıllardan itibaren tüm telgraf trafiği İngiltere tarafından kayıt altına alınmış, adeta Londra'nın onayı olmadan hiçbir bilgi dolaşıma girememiştir. Bu oyunun baş aktörleri arasında İngiltere başı çekerken, Fransa ve İtalya da aktif rol almış, Amerika Birleşik Devletleri ise adeta bir “yancı” gibi süreçte yer almıştır. Hatta pek bilinmez ama Japonya bile Lozan görüşmelerine katılmıştır. O dönemde Japon İmparatorluğu yükseliş dönemindeydi ve uluslararası siyasette etkin olmaya çalışıyordu.
"Türkiye Cumhuriyeti sıfırdan kurulmuş bir yapı değil"
Tüm bu diplomatik tablo içinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sıfırdan kurulmuş bir yapı olmadığını vurgulamak gerekir. Türkiye, Osmanlı Devleti’nden devralınan birikimle ve Türk devlet geleneğinin devamı olarak kurulmuştur. Bu son derece nettir. Hatta sadece kurucu kadro değil, İstanbul’daki padişah bile bu gerçeğin farkındaydı. Ancak bize zamanla Batılılar tarafından “Türkiye Cumhuriyeti, birdenbire yoktan var oldu” fikri empoze edildi ve bu düşünce ne yazık ki geniş çevrelerde de kabul gördü. Oysa gerçek böyle değildir. 1923’te Cumhuriyet’in ilanından önce yaşanan tüm gelişmeler, aslında Osmanlı ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iç içe geçtiği bir geçiş dönemidir. Bu noktada konuyu biraz daha derinleştirelim.
Ersin Çelik:
Sultan Abdülaziz'in hal edilmesine atıf yapıyorlar.
İbrahim Ufuk Kaynak:
Sultan Abdülaziz aslında öldürüldü. Evet, bir kişi aynı anda iki bileğini birden kesemez. “İki bileğini birden kesti” gibi ifadeler söylense de bu mantıklı değildir. Biz, büyük resmi görmek zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Lozan’a geldiğinde, benzer şekilde zorlu bir atmosfer içindeydi. Lozan görüşmeleri iki diplomat açısından da çok sıkıntılıydı çünkü Ankara’dan, uzaktan kontrol ediliyordu. Yani Lozan’daki heyet, Ankara’nın yönlendirmeleriyle hareket ediyordu. Benim bulunduğum mekan — Lozan’daki o otel — gerçekten inanılmaz bir yer. Zaten hep söylerim, Batılılar böylesine devasa mekanları özellikle seçerler. Burası dışarıdan “otel” olarak geçse de aslında bir saray gibidir. Özellikle kabul salonu, olağanüstü büyük bir alandır. O salonda fiziksel olarak küçücük kaldığınızı hissedersiniz. Adeta üzerinize doğru geliyor gibi hissettiren bir atmosferi vardır. Ve Türk heyetinin üzerine neredeyse tüm temsilciler yükleniyordu. Masada yalnızca İngilizler değil, Fransızlar, İtalyanlar, Amerikalılar, hatta Japonlar bile vardı. Masadaki hemen herkes, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sürecinin devamını istiyor, yeni kurulacak bir Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı mesafeli duruyordu. Oysa Türkiye tarafı, yepyeni bir düzen arayışındaydı. Türkiye’nin en ısrarcı olduğu konuların başında kapitülasyonların kaldırılması geliyordu. Kapitülasyonlar, bizim için büyük bir sorundu. Bu konuda özellikle Fransa çok sert bir şekilde karşı çıkıyordu. İngiltere ise Musul konusunda son derece keskin bir tavır içindeydi. Telgraflarımızı dinledikleri için bizim ne düşündüğümüzü, neye odaklandığımızı da çok iyi biliyorlardı. Biz Misak-ı Milli’yi öne sürüyorduk, ancak sadece anlaşma yapılabilmesi için bazı maddelerden geri adım atmak zorunda kaldık. Örneğin, Misak-ı Milli’nin içinde yer alan Hatay, Musul ve Kerkük anlaşma sırasında gündeme geldi. Ancak anlaşmanın sonunda, Hatay yer almadı. Musul ve Kerkük ise Misak-ı Milli sınırlarında bulunmasına rağmen farklı bir şekilde ele alındı. Hatay konusunu sonraya bıraktık. Boğazlar da Lozan Anlaşması’nda tam anlamıyla çözümlenmemişti. Hem boğazlar hem Hatay konusu ileri bir tarihe bırakıldı. Hatay, daha sonra 1936 yılında Türkiye’ye katıldı. Bu süreç de zaten bilindiği gibi gelişti.
"İngiltere İstanbul’u basitçe terk etmedi"
Ersin Çelik:
Montrö Mütarekesi sürecinde aldık değil mi?
İbrahim Ufuk Kaynak:
Evet. Biz, Lozan sürecinde birkaç temel konuda ısrarcıydık: kapitülasyonlar, boğazların durumu ve Musul-Kerkük meselesi. Boğazlar konusunda hiçbir devlet bize taviz vermek istemiyordu. Ancak 8 ay süren uzun ve zorlu bir müzakere süreci yaşandı. Bu sürecin bazı bölümlerinde kopmalar oldu. Hep söylerim, İngilizler anlaşma yaparken ipi sonuna kadar gererler; neredeyse kopma noktasına getirirler. Bu, Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Gerilim öyle arttı ki, heyetimiz Türkiye'ye döndü ve telgraf üzerinden yoğun mesajlaşmalar başladı. Daha sonra, Türkiye’nin kararlı tutumu görülünce bazı tavizler verilerek heyetin tekrar masaya dönmesi sağlandı. Şimdi pek çok kişi şöyle düşünür: "İngiltere savaşı kazandı, neden bize taviz versin ki?" Bu düşünce yanlıştır. Ben dışarıda yaptığım araştırmalarda şunu gördüm: İngiltere, 1. Dünya Savaşı’nda Anzakları Türkiye’ye getirdi, ama sonrasında yeni asker bulamadı. Ne Hindistan’dan, ne Avustralya’dan, ne de Yeni Zelanda’dan destek alabildi. Ayrıca, Çanakkale’de donanmasının büyük bir bölümünü kaybetti. Bu durum, İngiliz İmparatorluğu’nun gücünü Amerika’ya kaptırmasına neden oldu. Dışarıdan bakıldığında hep şöyle düşünülür: "Bütün güç onlardaydı." Ama öyle değil. İngiltere İstanbul’u öyle basitçe terk etmedi. Bir emperyal güç olarak İngiltere'nin beklentisi şuydu: "Evet, zor durumdayım ama bu bölgeyi alabilirsem yeniden güçlenebilirim." Osmanlı'nın büyük kaynaklarını, özellikle petrol bölgelerini ellerinden aldılar. Ancak bu bile İngiliz İmparatorluğu’nu kurtarmaya yetmedi. Amerika Birleşik Devletleri buna izin vermedi. Zaten 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere tamamen geri plana itildi. Dolayısıyla Lozan’daki müzakere sürecini sadece içeriden bakarak değerlendirmemek gerekir. Örneğin, adalar konusu çok önemliydi. Türkiye adalar konusunda ne kadar ısrarcı olabilirdi? En önemli problemimiz donanma eksikliğiydi. Karşımızdaki ada denizden ulaşılabilir bir konumda ama bizim donanmamız yoktu. Bu durumda İtalyanlar büyük bir oyun oynadı. Anlaşmalara göre adalar geçici olarak İtalya’ya bırakılmıştı ve daha sonra bize iade edilecekti. Ancak Lozan Anlaşması ile tüm Ege Adaları İtalya’ya bırakıldı. Bunun en büyük nedeni bizim donanma eksikliğimizdi. Yani savaşta ya da masada gücünüz varsa bir anlam ifade edersiniz. Ordumuz belirli bir seviyeye gelmişti ama hâlâ eksiklerimiz vardı. Üstelik karşımızda bir değil, birden fazla imparatorluk gücü vardı. Onlarla mücadele edebilmek için hem askeri hem diplomatik anlamda güçlü olmak gerekiyordu. Diplomaside ise henüz çok tecrübeli değildik. Lozan’a gönderilen heyet bilgisiz değil elbette, ancak diplomatik tecrübeleri sınırlıydı. Örneğin, Rıza Nur çok bilgili biriydi. Heyet başkanı İsmet İnönü ise süreci iyi bilen, diplomatik manevraları anlayan biriydi. Bugün burada Lozan'da gölde, sandalda çekilmiş bazı fotoğraflarını da gördüm. Hatta birisiyle birlikte gölde kısa bir tur attıklarını gösteren kareler de vardı. Yani süreç sadece masa başında değil, bazen masa dışı temaslarla da şekilleniyordu.
Ersin Çelik:
Ya da bir istişarede bulundular.
Türkiye artık karar verici ülkelerden biri
İbrahim Ufuk Kaynak:
Belki de kimsenin duymadığı bir ortamda, bir sandalda istişarede bulundular. O dönemde dinleme cihazları falan yoktu zaten. Kimsenin bulunmadığı bir yerde, eğer yanındaki kişi de bizim tarafımızdan güvenilir biriyse, aralarında hiçbir sakınca olmadan konuşmuş olabilirler. Çünkü müzakere süreci oldukça uzun ve hassas bir süreçtir. Ben burada, gördüğüm fotoğraflar üzerinden şöyle bir çıkarımda bulunabilirim: Karşı taraf çok kalabalık ve güçlü bir ekip olarak gelmiş. Eskiden anlaşmalar hep yurt dışında yapılırdı—Londra’da, Paris’te, Lozan’da. Ama şimdi İstanbul’da yapılıyor. İşte asıl fark bu. Türkiye’nin, Cumhuriyetin geldiği seviye bu. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde geldiğimiz konum bu. Sayın Cumhurbaşkanımızın vizyonuyla, Türkiye artık karar verici ülkelerden biri. Bakın ben şu an Lozan’dayım. Bir dönem burada, Lozan’da kararlar alınırdı. Ama şimdi, bölgedeki önemli kararlar İstanbul’da, İstanbul Anlaşmaları çerçevesinde belirleniyor. Üstelik bu masada Rusya, Amerika, Avrupa ülkeleri gibi büyük güçler de var. Ancak artık birleşim noktası Türkiye. Bu yüzden Lozan’a şöyle bir daha baktığımızda, şunu sormak gerekiyor: 1918 öncesi tablo neydi? Lozan’ın sonunda biz ne aldık, ne verdik?
Ersin Çelik:
Lozan Anlaşması hezimet mi zafer mi?
İbrahim Ufuk Kaynak:
Aslında bu mesele hem bir zafer hem de bazı yönleriyle hezimet taşıyor; ancak en büyük zafer, yeni bir devletin kuruluşunun uluslararası düzeyde tescil edilmesidir. Karşımızdaki devletler Türkiye’yi bir devlet olarak kabul etti. Bu kabulün dışında kalan tek ülke Amerika Birleşik Devletleri oldu; o dönemde çekimser kaldılar ve hâlâ da bu çekimserlik devam ediyor diyebiliriz çünkü o zaman imzaya katılmadılar. Biz bu durumu böyle yorumluyoruz. Hezimet söylemini savunanlar genellikle sadece iç bakışla değerlendiriyor; oysa olaya hem iç hem dış perspektiften bakmak gerekir. Evet, kayıplarımız da oldu, kazançlarımız da. Ama zaten diplomasi böyle bir süreçtir; her şey istediğiniz gibi olmaz. Pazarlıkla, tavizle yürütülen uzun ve hassas bir süreçtir. Örneğin İstanbul’un terk edilmesi zaten daha önceden kabul edilmişti; bir yıl içinde boşaltılacaktı. Ancak buna rağmen İngiltere aslında İstanbul’dan çıkmak istemedi. Fakat diğer cepheler çöktü: İtalyanlar çekildi, Fransızlar silah bırakıp çekildi. Anadolu'da halk büyük bir direniş gösterdi, Gaziantep gibi şehirler büyük mücadeleler verdi. Tüm bunlar İngiltere’yi yeni duruma göre pozisyon almaya zorladı. Aynı şekilde Fransa da geri adım attı. Çünkü o dönemde Fransa da ciddi zorluklar yaşıyordu. Uzakdoğu’daki sömürgelerinde, özellikle Vietnam’da büyük isyanlar başlamıştı. Donanması da zayıflamıştı, ki bu ülkeler için donanma hayati öneme sahiptir. Bütün bu koşulları değerlendirdiğimizde, bugün Türkiye’nin geldiği durumu daha iyi anlayabiliyoruz. Şu anda aynı anda 34 savaş gemisi inşa ediliyor; bu, gücümüzün geldiği noktayı gösteriyor. Çünkü güç, özellikle de deniz gücü, diplomatik kazanımları doğrudan etkiler. O dönemde donanmamız olmadığı için Ege Adaları’nı fiilen kaybettik. Bu kayıp çok acı. Neredeyse hiçbir adamız kalmadı. Bugün bile bu tablo değişmiş değil. Bu adaletsizlik, güç dengesiyle yakından ilgilidir. Yani diplomasi şöyle işler: Kapitülasyonları kaldırmak gibi büyük bir başarı elde edersiniz, ama karşılığında bazı tavizler vermek zorunda kalırsınız. Donanmanız yoksa, istediğiniz adaya “ben buradayım” diyemezsiniz. Askerî gücünüzle bunu desteklemeniz gerekir. Biz o güce sahip değildik. Zaten o adalar bizim kontrolümüzde bile değildi, fiilen İtalyanların elindeydi. İtalyanlar, adalarda kendi düzenlerini kurmuş, demografik yapıyı da değiştirmişlerdi. Özellikle İngiliz ve İtalyan idaresi sırasında adalara yoğun şekilde Rum nüfus yerleştirildi. Oysa o adalarda çoğunluk Türk ve Müslümandı. Tüm bu süreç aslında uzun vadeli bir planın parçasıydı. Olası bir terslikte hangi bölge kime kalacak, nasıl şekillenecek gibi konular daha önceden düşünülmüştü. Dolayısıyla meseleye sadece bir açıdan bakmak doğru değil. Bir diğer önemli mesele de Ermeni meselesidir. Lozan'da bu mesele de çözüme kavuştu. Ermeni tarafının Anadolu’da toprak talepleri vardı. Sevr Antlaşması’yla onlara bir Ermeni devleti vaat edilmişti. Ancak bu gerçekleşmedi. Bu, Türkiye açısından bir başarıdır. Kapitülasyonların kaldırılması, Türkiye için tarihî bir kazanımdır. Ancak adaların kaybı, bizim açımızdan bir kayıptır. Trakya konusunda da önemli mücadeleler verdik. Fakat bana göre en acı konulardan biri şuydu: Yunanistan’dan savaş tazminatı alma hakkımız vardı ama bu haktan da feragat ettik.
Ersin Çelik:
Ne kadardı?
İbrahim Ufuk Kaynak?
O zaman için 4 milyon altın civarında bir para söz konusuydu ve aslında sembolik bir ücretti diyebiliriz. Ancak bu miktarın bile alınmaması garip bir durumdur. Yunanistan’a karşı büyük bir zafer kazandık; ancak bu zafer aslında Yunanistan görüntüsü altında İngiltere’ye karşı kazanılmış bir zaferdi. Çünkü masada Yunanistan, anlaşma imzalayacak durumda değildi ve herhangi bir imza yetkisi yoktu. İmza yetkisi olan taraf İngiltere’ydi ve anlaşmayı sürdüren de İngiltere’ydi. Demek ki savaşı biz esasen Yunanistan’la değil, İngiltere ile, İngiltere’nin başını çektiği Fransız-İtalyan koalisyonuyla yaptık. Bir diğer önemli mesele azınlıklar sorunu oldu. Batılıların en çok bastırdığı konu buydu; İngiltere ve Fransa, azınlıklara kendi hukuk sistemlerinde özerklik vermek istiyorlardı. Türkiye içerisinde azınlıklara böyle bir yapı verilmesi, resmen bir özerklik anlamına geliyordu. Lozan Anlaşması ile bu talepler engellendi ve azınlık meselesi büyük ölçüde çözüme kavuştu. Osmanlı borçları da önemli bir gündem maddesiydi. Borçlar ne onların istediği gibi tam ne de bizim istediğimiz gibi oldu; bir noktada uzlaşıldı. O dönem Osmanlı’dan kalan borçlar yaklaşık 200 milyon sterlin civarındaydı. Türkiye bu borcun 100 milyon sterlinini kabul etti. Geriye kalan 100 milyon sterlin ise, bağımsızlığını ilan eden ve Türkiye’den ayrılan Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi bölgelerin sorumluluğuna bırakıldı. Türkiye, 1923-1931 yılları arasında bu borçlardan yeni borç almadan ödemeye çalıştı. 1931 yılında ise demiryolu yapımı için yeniden borç almak zorunda kaldı. Bu borç Atatürk döneminde devam etti ve borcun tamamı 14 Mayıs 2013 tarihinde ödendi. İlginçtir ki, borcun tamamlanmasından sadece 14 gün sonra Gezi olayları başladı.
Ermeni meselesi, kapitülasyonlar, boğazların durumu, azınlıkların durumu ve Osmanlı borçları gibi devasa meseleler tek masada toplandı ve 8 ay süren yoğun görüşmelerle tartışıldı. Herkes kendi taleplerini sundu, tavizler verildi. İngilizlerin bu süreci yakından takip ettiğini ve Türkiye’nin bu zorlu ortamdan iyi sıyrıldığını söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda kabul edilmesi, önünü açan çok önemli bir adımdı. Çünkü Milletler Cemiyeti diye bir oluşum kurulmuştu; yaklaşık 15-20 devlet vardı ve hepsi İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlıydı. Dünya hegemonya savaşı yaşanıyordu. Böyle bir ortamda bağımsız bir devlet olarak var olabilmek çok büyük bir başarıydı. Bu yüzden diyorum ki; çoğu ülke bu fırsatı yakalayamadı. Örneğin, Hindistan ve Pakistan ancak 1945’lerden sonra devlet oldular; o zamana kadar tam anlamıyla bağımsızlıklarını kazanamadılar. Çin ve diğer ülkelerin durumu da benzerdi. İran ve Avrupa’daki diğer ülkeler de aynı şartlardaydı. Sonuç olarak, Lozan’da hem başarılı olduğumuz yanlar var, hem de zarar gördüğümüz eksik yanlar. Ancak bu süreçte Türkiye önemli kazanımlar elde etti.
Ersin Çelik:
Bugünden bakınca ne diyeceğiz?
İbrahim Ufuk Kaynak:
Beni en çok acıtan kısmını söyleyeyim: Ben, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Adalar Denizi’nde çok daha fazla güce sahip olması gerektiğine inanıyorum. Ancak orada hâlâ büyük bir belirsizlik var. İtalyanlar, yetkileri olmadığı halde bu adaları Yunanlılara bırakmak gibi bir bağışta bulundular.
Güç dengeleri Türkiye’nin lehine
Ersin Çelik:
Geçtiğimiz yıl MHP lideri Devlet Bahçeli, Yunanistan ile yaşanan diplomatik kriz sırasında adaları hatırlatarak Yunanistan’a güçlü bir mesaj vermişti. Bu defter yeniden açılır mı ya da açılması gerekiyor mu?
İbrahim Ufuk Kaynak:
Açılması, biz istesek de istemesek de mecbur. Tarih, bu defterleri daima açar. Ne zaman güç dengeleri, kimin hangi seviyeye geldiği belirlenirse, her şey ona göre şekillenir. Burada insan hakları, özgürlükler, azınlık hakları gibi kavramlar çoğu zaman hikaye olur; her şey güç temelli olarak değişir. Silahlı gücü ne kadar fazla olan devletin lideri, masaya oturduğunda sırtı o kadar güçlü olur. Ordu, donanma, hava ve deniz kuvvetlerinin gücü, doğrudan masaya yansır. Bugün de durum aynıdır; güç dengeleri değişebilir. Peki neden değişir? Örneğin, Ukrayna ile Rusya arasındaki çatışmalara, İsrail’in Gazze’deki operasyonlarına, Trump’ın tatil köyü kurma söylemlerine, Kanada’nın bir eyalet haline gelmesine ya da Panama’yı almasına baktığınızda, bunların hepsi masadaki güç dengeleriyle ilgilidir. Bu işlerin tamamı sabır ve güç mücadelesidir. Türkiye için de diğer devletler için de güç dengelerinin nasıl değişeceği önemlidir. Ben diyorum ki şu anda güç dengeleri Türkiye’nin lehine değişiyor; bunu durdurmak isteyenler var. İçeride ise çok basit olaylar, önemsiz konular, sanki çok büyük problemmiş gibi abartılarak anlatılıyor.
Ersin Çelik:
Bir taraftan içimizde provokasyonlar yapıyorlar, canımızı yakıyorlar; diğer yandan orman yangınları meselesi var ki bu asla hafife alınacak bir konu değil. Bu, dolaylı bir saldırıdır. Sosyal medyada yazılanlar da birer saldırı niteliğinde. Hatta elinde benzin bidonuyla yakalanan FETÖ’cü bile aynı şekilde bir saldırıdır.
İbrahim Ufuk Kaynak:
Karşımızdaki kişiler her kılığa girebilir ve zaten giriyorlar. Örneğin, geçen gün Adana Tarsus'ta biri patlıcanları döktü, bağırarak Cumhurbaşkanımıza seslendi. Ancak adamın kendisi çiftçi değilmiş; yakalanınca da “Elimde üçüncü kalite patlıcanlar vardı, onları döktüm” dedi. İşte bu tür olaylar neredeyse her konuda provokasyon amacı taşıyor.
Ersin Çelik:
Sen süpersonik füzeyi tanıtıyorsun, Tel Aviv yerinden oynuyor, Yunanistan’da herkesin uykuları kaçıyor. Aynen öyle. Ama üzerinden bir gün geçmeden, senin bu muazzam gücünü gölgeleyecek, manipüle edecek bir operasyonla karşı karşıya kalıyorsun. Ve bu işin odağında da sosyal medyanın karanlık odaları var.
İbrahim Ufuk Kaynak:
Şimdi bu olayı şöyle birleştirelim: Fransa Cumhurbaşkanı Macron, “Filistin’i tanıyacağım” dedi. İsrail’in cevabı ise sert oldu; “Sokaklar karışırsa ben karıştırırım” dedi. Yani kısaca, “Sen unuttun herhalde sarı yeleklileri falan” diye karşılık verdi.
Ersin Çelik:
İrlanda’yı bir gecede nasıl karıştırdılar, ateşe verdiler ve İrlanda mecburen sustu.
İbrahim Ufuk Kaynak:
Şimdi aynısı Türkiye için planlanıyor. O yüzden diyorum ki, sadece Lozan’ı o tarihteki haliyle düşünmeyelim; değişim geliyor ve bu kaçınılmaz. Bu, bizim kontrolümüzde olan bir şey değil. Mesela Cumhurbaşkanımızın “ümmet” diye yaptığı konuşmaya çok eleştiri geldi ama aslında o, bölgedeki Arapların kontrolünü onların elinden alma operasyonuydu. Bu tamamen güçle bağlantılı; o güce ulaşmadıysan böyle bir talepte bulunamazsın.
Ersin Çelik:
Lozan’da masaya oturduğumuzda, coğrafyamızın yarısını zaten elimizden almışlardı. Bugün “Araplar” diye anılan toprakları bizden koparmışlardı; Suriye, Musul, Kerkük, Filistin yoktu elimizde. İsrail devletini kurmak için tüm süreçler başlatılmıştı. Aslında İsrail, fiilen 1918’den sonra kurulmaya başlamıştı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin imparatorluk refleksi
İbrahim Ufuk Kaynak:
Şöyle düşünelim; Türkiye Cumhuriyeti’nin insanlarının bir karara varması gerekiyor: Tek ulus devlet olarak sınırlarımız içinde değişmeden kalmak mı, yoksa bu zorlamalara karşı farklı bir yol mu izlemek? İlk seçenek, kendi içine kapanıp sınırlarını koruma refleksi demek; ama bu refleksle kaybetmeye mahkûmsun. Çünkü sınırları kendiniz çizdiğinde, etrafındaki sınırlar Irak, İran, Suriye değil; Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Avrupa olacak. Bu nedenle ikinci bir opsiyona bakmalıyız: Sınırlarımızın içinden değil, dışından başlayan bir güvenlik şemsiyesi kurmak. Ben buna Türkiye Cumhuriyeti’nin “imparatorluk refleksi” diyorum ve Türkiye bunu yapmak zorunda. İşte bu yüzden PKK’yı bitirdik. Suriye ve Irak’a girmeseydik, bu terör örgütünün bitme ihtimali yoktu. İçeride ne kadar temizlersek temizleyelim, dağlardaki mağaralarda var olmaya devam ederdi. Bu yüzden şehitler veriyoruz, her şeyi göze alarak gidiyoruz. Bazı insanlar hayat pahalılığından bahsediyor ama biz orada bugün için ekonomik konuları konuşmuyoruz. Bizim meselemiz, binlerce yıllık bu milletin devamı. Günübirlik çıkarlarla hareket edilemez; devletler böyle düşünemez. Şu an Türkiye Cumhuriyeti önemli bir karar aldı: Kürtlerle, Araplarla barışı sonuna kadar götürmek. Bu, Türkiye’nin büyük bir şemsiye, kubbe haline dönüşmesi anlamına geliyor. Bölgedeki güvenliğini sağlamak isteyen herkesin sığınıp destek bulabileceği bir Türkiye. Aksi halde gidecekleri yer Rusya, ya da Amerika olur ama şu anda o ihtimaller azalıyor.
Ersin Çelik:
Başta da Zelenski koşarak geldi, o şemsiyenin altına girdi.
İbrahim Ufuk Kaynak:
Bu devletler ister istemez geleceklerdir. Şimdi Türkiye, gelenlere “Ben seninle ilgilenmiyorum, kendi başımın çaresine bakarım” diyemez. İstese de diyemez. Çünkü bu küçülmeyi getirir, sınırların içinde seni yeniden karıştırmaları sonucunu doğurur. Zaten şu anda içeride yapmak isteyenlerin oyunu da budur. İçeride çok basit şeylerden büyük olaylar çıkarmaya çalışıyorlar. Savunma fuarında Tayfun 4 füzesi tanıtılıyor; bu aslında Türk güvenlik tarihi için bir devrimdir. Fatih Sultan Mehmet’in Şahi topu gibi büyük bir devrim! Ama bunu bu kadar hafife alıp, basite indirip, “SİHA’lar yenecek mi?” falan gibi akılsızca konuşanların yolu doğru değil. Böyle bir yol yok. Bu yol Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sadece bugününü değil, kökünü de mahveder. Bu kadar dipsiz bir meseleyi içine sokamazsınız. O yüzden ben diyorum ki; güç, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücünü daha da artıracak. Bize birkaç yıl kaldı, emin olun. Teknolojik olarak hiçbir eksiğimiz yok. Bana göre esas mesele, medeniyet inşa etmek. Yeni bir medeniyet kurmak zorundayız; bu medeniyet, köklerimizle bağlantılı, bugünkü değil, geleceğe uygun bir yapı olmalı. Yoksa en basit şeylerden şikayet ederiz. İsviçre’de, Lozan’a yaklaşık 30 km mesafede, orada 30-35 yıldır yaşayan bir Çorumlu kardeşimiz dedi ki: “Devletimiz aslında çok güçlü. Bunu iliklerimize kadar hissediyoruz.” Hatta ekledi: “Türkiye içindeki insanların bunu nasıl hissedemediğine şaşırıyorum. Biz burada bunu iliklerimize kadar hissediyoruz.” Buradaki savunma sanayi fuarını dışarıdakiler dikkatle izliyor, gurur duyuyor. Ama içimizdeki bir grup, akademisyen, gazeteci falan bu başarıları eleştirmeye kalkıyor; bu akıl işi değil, gerçekten.
Yeni Medeniyetin Dijital Temelleri
Ersin Çelik:
Bu tıynetteler, onların işleri. Artık ben, onları ikna etmek için enerji harcanmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu iş X platformunda, sosyal medyada propaganda ve antipropaganda yaparak sürdürülemez. Aslında bu, karanlığa küfretmekten başka bir şey değil. O yüzden bahsettiğiniz gibi, bizim esas olarak medeniyet inşasına yönelmemiz gerekiyor.
İbrahim Ufuk Kaynak:
Kesinlikle, özellikle fikir bazında, sosyal bilimlerde. Sosyolojik olarak kendi insanımızda, kendi fikrimizi geliştirmemiz gerekiyor. İster ekonomik olsun, ister kültürel, sanatsal, tıbbi ya da mühendislik alanında olsun, sadece Batı kaynaklarına bağlı kalmamalıyız. Kendi kaynaklarımızı da aynı anda değerlendirip, bu alanda bir zekâ ve yapay zekâ geliştirebilecek bir aklı ortaya koymamız şart.
Ersin Çelik:
Bu yönde artık çok olumlu ve faydalı çalışmalar var. Artık sadece İHA, SİHA, füze, gemi, araba ya da denizin altında yapılan tüneller değil; dijital ekosistemi kuran ve yapay zekaya yönelen bir Türkiye var. Önümüzdeki birkaç yıl içinde, bu çalışmaların olgunlaşmış meyvelerini alacağız. Örneğin, X platformunun karşısına konulan ve bir haftada 500.000’in üzerinde indirilmeye ulaşan Next platformu gibi. Biz, kara propagandaya maruz kalmak zorunda değiliz; kara propagandayı yapanlar ise eninde sonunda kendileriyle baş başa kalacak ve kendilerini imha edecekler. Çünkü o hesapların yarısı insan değil, bot. Bilgisayarlarla kavga etmek boşuna. O yüzden gerçekleri konuşacak, Tayfun 4 füzesinin değerini tartışacak mecralar ortaya çıktı. Next’e yönelmek çok önemli.
İbrahim Ufuk Kaynak:
Medeniyet inşasının önemli bir parçası bu. Bu yüzden Next Sosyal’e herkes bir an evvel sahip çıkmalı ve biz bunu büyütmek zorundayız. Kendi sosyal mecramızı kendimiz büyütmeli, desteklemeliyiz. Next Sosyal ile aslında yeni bir medeniyet inşası için en büyük adımlardan birini atıyoruz diyebiliriz.

Ersin Çelik:
Teknofest'teki genç mühendislerin ürettiği bir platform daha geliyor: Küre Platformu. Türkiye kendi Wikipedia’sını, yani bilgi ansiklopedisini yaptı. Ben inceledim, gerçekten çok başarılı; Wikipedia yanından bile geçemez. Yakında o da hizmete açılacak, bunu da belirtmiş olayım. Batının bize dayattıklarıyla değil, bu toprakların ürettiği bilgiyle, analizle, yorumla, kaynağı ve atıfıyla birlikte çok güzel bir bilgi ansiklopedisi inşa edildi.


