Merdivenlerden hafızaya, ruhu olan bir müze: Aydın Adnan Menderes Müzesi (3) Yusuf Kaplan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
MTO Aydın Akademik Kamplarımız çerçevesinde Aydın Adnan Menderes Müzesi’ni ziyaret etmiştik. Bu ayrıksı ve tarihî müze ile ilgili MTO Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimin yazdığı şiir gibi akan yazısının üçüncü bölümünü sizlerle paylaşıyorum bugün. Zihin açıcı okumalar…
***
Aydın Adnan Menderes Müzesi’ne bir adım attım; taş zeminin tınısı, camın sessizliği, ahşabın sıcaklığı birbirine karıştı. “Hoş geldiniz,” demişti Bircan Hanım ve ben artık gerçekten hoş geldim. Kendi içimdeki uzun koridora, yıllardır açılmayı bekleyen bir kapıya, merdivenlerin yorgunluğuyla güçlenen bir kabullenişe.
Şimdi, hikâye başlayabilirdi; kapıda söylenen o cümle “ruhu olan müze” bende bir düğme işlevi görmüş, içimdeki ışığı yakmış, görmenin imkânını genişletmişti. Merdivenleri artık geride bırakmıştım, ama onların anlamı, adımlarımın içine sinmişti. Geriye kalan, bu anlamla içeri yürümek, her vitrini önce kalbimle sonra gözlerimle okutmak, her fotoğrafta yüzün ardında saklanan ülkeyi görmekti.
Ve tam o anda, kendi kendime şunu fısıldadım: “Unutma; bu müzeye girmek, bakışını bugüne doğru eğmek, yarına dair bir söz vermektir.” İlk sayfanın eşiğini böylece kapattım. İçimdeki sessiz anlatıcı sustu, yerini dikkatli bir dinleyiciye bıraktı. Şimdi, yaşayacak olan bendim ama dinlemem gerekiyordu. Önce Bircan hanımı kulaklarımla, sonra bu taşların, bu camların, bu ahşapların ve en çok da bu sessizliğin söylediğini kalbimle… Bircan Hanım anlatırken ben yaşıyordum artık.
Müzenin ilk salonuna adımımı attığımda, içeride sergilenen düzeneklerin birer kelime, birer cümle, birer paragraf olduğunu hissettim. Her biri konuşuyordu, fısıltılarla, yankılarla, bazen sessizlikle…
İlk karşıma çıkan şey, ipek kozaların içine gizlenmiş bir hikâyeydi. Küçük Adnan’ın çocukluğunu temsil eden bu kurgu, bana bir bebeğin kırılganlığını, bir annenin ve babanın erken vedasıyla açılan boşluğu, bir babaannenin şefkatli kollarını aynı anda düşündürdü. Daha vitrinin önüne yaklaşır yaklaşmaz, boğazıma bir düğüm oturdu.
Manzara bana bu topraklarda binlerce kez yaşanmış yetimlik duygusunu hatırlatıyordu.
Bircan Hanım’ın sesi hafifçe yükseldi: Tevhide Hanım ve İbrahim Ethem Bey, büyük bir aşkla evlenmiş, ama kısa bir süre sonra ince hastalıktan peş peşe vefat etmişlerdi. Menderes, iki yaşında hem yetim hem öksüz kalmıştı. O an sanki salonda uğultu sustu, herkes aynı noktaya kilitlendi. Hepimiz gözlerimizi vitrindeki kozaya, elimizle dokunamayacağımız ama ruhumuzla sarılmak istediğimiz o kırılganlık sembolüne çevirdik. Gözlerim istemsizce doldu. O kozada küçük bir çocuğun korunma ihtiyacından daha öte, bir milletin kırılgan yanını gördüm. Biz hepimiz, bir yerlerde kozalara sarılmış çocuklardık. Hayatın soğuk rüzgârından, erken ölümlerden, yarım kalmış umutlardan korunmak için büyükannelerin, dedelerin, komşuların, hatta bazen tanımadığımız insanların şefkatine sarılmıştık.
Kozanın içine yerleştirilmiş küçük bir toprak yığını vardı. Menderes’in tarlasından getirilmiş. Bu ayrıntı, bana bütün bir Anadolu’yu hatırlattı. Toprak, kimliğimizi yoğuran, bizi biz yapan bir hafıza kaydıdır. Bu toprak parçası, bana şunu düşündürdü: “Bir insan hangi toprağa gömülürse gömülsün, aslında hangi toprakta doğduysa, oranın hatırasını taşır.” Küçük Adnan’ın çocukluğu, işte bu toprakta filizlenmişti. Ve ben kozanın önünde, o toprağın kokusunu alır gibi olduğumda, kendi çocukluğumun toprak kokusuyla çakıştı. Sanki geçmişimle Menderes’in geçmişi kısa bir an için birbirine değdi.
Bircan Hanım’ın anlattıkları devam ettikçe, içimdeki gözyaşı taşmaya başladı. “Babaannesi Fitnat Hanım,” dedi, “küçük Adnan’ı kozalara sararak büyüttü.” Bu cümle, zihnimde kocaman bir metafora dönüştü. Koza, koruyan ama aynı zamanda sınır koyan bir şeydir. İçinde güven vardır, ama dışarıya çıkmadıkça kanat çırpma ihtimali yoktur. Menderes, o kozaların içinde büyütülmüş, sonra o kozayı yırtarak liderliğe doğru kanat çırpmıştı. İşte o an düşündüm: “Acaba bizler hâlâ hangi kozaların içindeyiz? Kendi korkularımız, kendi suskunluklarımız, kendi alışkanlıklarımız bizi hangi görünmez iplerle sarıyor?” Müzenin bana sorduğu ilk soru buydu; cevap vermek kolay değildi.
Kozaların beyazlığı, toprağın kahverengisiyle yan yana durunca, bir kontrast ortaya çıktı. Beyaz, kırılganlığı; kahverengi, direnci ve köklülüğü simgeliyordu. Ben o ikisine bakarken, çocukluğumun safiyetini ve hayatın acımasızlığını aynı anda düşündüm. İçimde derin bir sessizlik oluştu, gözlerimden süzülen yaşları kimseye göstermemeye çalıştım ama o yaşlar bana bir şey söylüyordu: “Unutma, sen de bu milletin kozasında büyüdün; gördüklerin hem Menderes’in hem de senin hikâyendir.”
Oradaki atmosfer öyle yoğundu ki, bir an için nefes almakta zorlandım. Vitrinin önünde sadece bir liderin çocukluk hikâyesi anlatılmıyor, aynı zamanda benim kuşağıma ve benden sonrakilere miras kalan bir ruh hâli gösteriliyordu: Yetimlik. Bu yetimlik, bazen millet olarak köksüz bırakılma, bazen hatıralarımızdan koparılma, bazen de tarihimizle aramıza örülen mesafeyle ilgiliydi. İşte bu yüzden gözyaşım kendi yetimliklerimin, kendi kayıplarımın da sessiz bir yankısıydı.


