Mösyö Le Docteur Sözcü Gazetesi
Sozcu sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuruda bulunuyor.
Bizde bir bakan yardımcısı, 30 yıl içinde 6 fakülte, 2 yüksek lisans, 2 doktora ve 13 sertifika programı bitirmiş.
Bu bir Guinness rekoru olabilir. Kendisini tebrik etmek lazım.
Sahte diplomaların Türkiye’de artık pazarda limon gibi dağıtıldığı şu dönemde gelin bir de Batı’da işler nasıl yürüyor, bir ünvanın orada ne kadar kıymetli olduğuna birlikte bakalım. Mesela Fransa’da...
★★★
Fransa’da öyle herkes mühendis, doktor, akademisyen olamaz.
Bu ünvanlar devlete aittir.
Ne demek bu?
Yani “Mühendis”, “doktor”, “profesör” gibi ünvanlar, Fransa’da korumalı mesleki ünvanlardır. (Titres protégés)
Öyle ki “mühendis” kelimesini kartvizitine yazmak isteyen biri, yalnızca devletin onayladığı özel mühendislik okullarından mezun olmak zorundadır. (Grandes écoles d’ingénieurs)
Her üniversitenin mühendislik fakültesi size bu ünvanı kullanma hakkı vermez.
Verilen ünvan da öyle süs değil; uçağa binerken anons edilen isim şöyle duyulur: “Makine Yüksek Mühendisi Sayın Jean Bernard, lütfen 4A numaralı koltuğunuza geçiniz.”
Yasal olarak bu ünvanları usulsüz kullananlar hakkında da dava açılır.
★★★
Doktora almak ise “tez yazdım, teslim ettim, geçtim” değildir.
En az 3 yıl, çoğunlukla da 5 ila 6 yıl sürer.
Bu süre içinde öğrenci, sadece yazı yazmaz; özgün araştırma yapar, saygın bilim dergilerinde makale yayımlar, laboratuvarlarda çalışır. Finalde jüri karşısına çıkar. Ama bu savunma özel odada değil, halka açık salonda yapılır. Dileyen gelir, oturur, soru sorar. Ve ancak jüri “bilimsel katkı yeterlidir” derse, kişi “Docteur” unvanını alır.
★★★
Fransa’da “İş bulamadım bari öğretim üyeliğine kapağı atayım” diye bir kariyer modeli yoktur.
Okuduğun üniversite seni iş dünyasına hazırlar. Eğitir, öğretir, sunumlar, sonu gelmeyen zorunlu stajlar yaptırır. Öğrenciye iş aratır, referans verir, özel sektöre yönlendirir. Özetle mezun olunca sektör seni bekler.
Akademisyen olmak isteyenlerin ise ayrı okullara gitmesi, özel sınavlara girmesi gerekir. Sıradan bir üniversite mezunu, aynı okulda kalıp araştırma görevlisi olamaz. Zaten Fransa’da akademi, memuriyet değil, meslek olarak kabul edilir.
Bu yüzden akademisyen yetiştiren ayrı okullar vardır. İş bulamayanlara akademi açılmaz; akademi başlı başına ayrı bir yarış ve meslektir.
★★★
“Professeur” unvanı da bizdeki gibi bol keseden dağıtılmaz. Doktorayı tamamladıktan sonra hemen alınmaz; önce araştırma görevlisi, ardından öğretim görevlisi, sonra maître de conférences (üniversite doçenti) olunur.
Bu süreçte ders vermek, bilimsel makaleler yayımlamak, tez yönetmek ve uluslararası projelere katılmak zorunludur. En az bir on yıl süren bu emeğin sonunda, ayrı bir dosya hazırlayıp bağımsız jüriye sunarsınız. Yeterli bulunursanız, ancak o zaman “professeur des universités” kadrosuna atanırsınız.
O yüzden Fransa’da biri size kendini “Professeur Dupont” diye tanıtırsa, bu sadece kibarlık değil, aynı zamanda bir emeğin, liyakatin, toplum saygısının ifadesidir.
Bizde ise internetten derlenmiş bir tezle 6 ayda profesör olunabiliyor. Sonra da televizyonlara çıkıp “yerli ve milli bilim” dersi veriliyor.
★★★
Fransa’da profesör unvanı alan biri, bu hakkı emekliliğinde bile taşır; devlet onu bir meslek sahibi gibi değil, toplumun hafızası olarak görür.
Çünkü orada mesele sadece ne okuduğun değil, neyi temsil ettiğindir.
Paris’te bir üniversite koridorunda tanıştığım ufak tefek, iki büklüm yaşlı bir adam, “Unvan, toplumun sana değil, senin kendine duyduğun saygının ölçüsüdür” demişti.
Yakasında ne kart vardı ne rozet. Ama herkes ona “Hocam” diyordu.
Fransa’da böyle.
Orada adamlar, ‘Mösyö’yü bile ‘Monsieur’ diye boşa yazmıyor.
Monsieur Le Docteur! Fransa’da bir unvan, Türkiye’de bir rekor!


