“O ânı, o korkuyu ben her Eylül ayında yaşıyorum
SonTurkHaber.com, Agos kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Gazeteci-yazar Serdar Korucu 6-7 Eylül 1955 pogromunun hayatta olan tanıklarıyla konuşarak yeni bir kitaba imza attı: “Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu” başlıklı çalışma, İstos Yayınları’ndan çıktı. Kitabın başlığını oluşturan sözler Marina Kalumenu’ya ait. Kendisi Dimitrios Kalumenos’un, yani 6-7 Eylül 1955’i fotoğraflayarak, pogromun hafızalara kazınmasını sağlayan Patriklik fotoğrafçısının kızı. Kitap, Türkiye, Yunanistan ve Fransa’da yaşayan 32 “son tanığın” dilinden o gece yaşananları aktarıyor. Hatırlanacağı üzere “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” başlıklı sahte bir haber üzerine 6 Eylül gecesi İstanbul’da Rumlar başta olmak üzere gayrimüslimlere ait evler, dükkânlar, kiliseler yıkılmış, yakılmış ve yağmalanmıştı. Resmî verilere göre yalnızca İstanbul’da 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 3.584’ü Rumlara ait olmak üzere 5.538 ev ve işyeri yakılıp yıkıldı. İHD’nin raporlarına göre 35 kişi hayatını kaybetti. Korucu ile yeni çalışmasını konuştuk.
Kitabın bir özelliği şu: Olayı yaşayan tanıklarla konuşmuşsunuz. 6-7 Eylül pogromu 1955 yılında gerçekleşti. Olayı idrak etmek için hiç olmazsa on-on beş yaşında olmak gerektiğini farzedersek 80 ve üstü yaşında insanlar bulmak gerekiyor. Bu da ne yazık ki artık zor. Zorlandınız mı?
Bir olayın üzerinden ne kadar uzun zaman geçmişse hatırlama ihtimalimizin o kadar az olması beklenir ama Douwe Draaisma’nın da altını çizdiği gibi çocukluğa dair anıların ortaya çıkması, ilginç bir şekilde ille de yaşlılığı bekler ve bu muamma henüz çözülememiş durumda. Yine Draaisma’nın dediği gibi sanki bunca yıl boyunca yayın yasağı varmış da yasağın kalkması için belli bir süre geçmesi gerekiyormuş gibidir. Bu nedenle kitaptaki tanıkların bazısı 7-8 yaşındaki hatıralarını bile çok net aktarabildiler. Sanki dün yaşanmış gibi. Kare kare akıllarındaydı. O kuşakla temasa geçebilmek güç de olsa asıl zorluk, bu isimleri ikna etmekti. Çünkü çok ağır bir konuda, belki de hepsinde travmaya neden olan bir geceyle ilgili hafızalarını açmalarını istedik. Kitabın danışmanı Laki Vingas olmasaydı benim için bu çalışma imkânsızdı. Hem isimleri bulmada hem onları ikna edip gerçeğin tamamını paylaşmalarını sağlamada kendisine ne kadar teşekkür etsem az.
Görüşmelerin bir kısmı yurt dışında gerçekleşti. Hangi kentlerden söz ediyoruz?
6-7 Eylül denildiğinde, konu İstanbul Rumları olunca Atina’dan başlamamak imkânsızdı. Önemli bir kesim bugün hâlâ Yunanistan’ın başkentinde yaşıyor ve çoğu benzer mahallelerde ikamet ediyor. Benim için bir başka önemli yer Paris’ti. Çünkü orada da Türkiye’den yıllar içerisinde ayrılmış ya da ayrılmak zorunda kalmış pek çok aile var. Bu nedenle kitabın önemli bir parçasını oluşturuyor.
Bu pogrom Kıbrıs meselesiyle de ilgili olduğundan özellikle Rumları hedef alıyordu ama Ermeniler, Yahudiler de nasibini aldı. Konuştuğunuz kişilerin dağılımı da öyle mi oldu?
32 tanığın önemli bir kısmı Rum toplumu içindendi. Burada bir parantez açmam gerek. Çünkü Ekümenik Patrik Hazretleri Bartholomeos’tan "Şimdi Kim Kaldı İmroz'da?" kitabının ardından bu çalışma için de bir kez daha mülakat alma şansına eriştim. Kendisinin katkısı eşsiz oldu. Evet, dediğiniz gibi 6-7 Eylül’ün ana hedefi Rumlardı. Fakat Ermeniler ve Yahudiler de zarar gördüler. Olabildiğince tüm kesimlerin yaşadıklarını aktarmaya çabaladık. Paris’te Ermeni toplumunun yoğun yaşadığı Alfortville’de Jirayr abi, Jirayr Karagöz sayesinde pek çok isme ulaştık. Ulaştığımız ama kısıtlı zaman nedeniyle bir araya gelemediğimiz çok isim var. Sadece Fransa’da değil, İstanbul için de benzeri bir durum söz konusu. Bu kitapta da editörüm olması şansına eriştiğim Seçkin Erdi ile şöyle bir karara vardık. Hepsi, kitabın ikinci genişletilmiş baskısında okuyucu ile buluşacak, ayrıca yayımdan kısa süre önce elimize geçen belgeler de. Kitap tam çıkarken bu müjdeyi de vermiş olalım…

Bu kuşak böyle konularda konuşmaya hâlâ -ve doğal olarak- çekinir. Yurt dışındakiler daha mı rahat konuştular, Türkiye’dekiler hâlâ tutuklar mıydı, izlenimleriniz neler?
Bu algı kitabı okuyanda da oluşacak. Belki başına nispeten daha az şey gelenler Türkiye’de kaldı, belki kalma hallerini, hatırlamama-konuşmama durumuna bağladılar, bunu kesin bir şekilde bilmek imkânsız. Fakat bir gerçek var, daha önce Türkiye kamuoyunda duymadığımız ya da daha az duyduğumuz vakaları bu kitap için anlatanların tamamı yurt dışında yaşayanlar.
Bu kitapta bir de bugüne kadar çok üzerinde durulmamış bir yönüne eğiliyorsunuz bu pogromun: Cinsel istismar. Bugün kadınlar taciz vakalarını ifşa ederken zorlanıyorlar, üstelik o dönem için taciz değil düpedüz şiddet ve tecavüzden bahsediyoruz. Bunları konuşmak muhtemelen zor oldu ama konuşabildiniz mi ve nasıl bir tablo ortaya çıktı?
Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos, o yıkımın hemen ardından kaleme aldığı bir yazıda, “Sadece cansız şeyler mi acı çekti? Hayır! Belgradkapı mahallesinde yaşayan fakir bir bahçıvanın üç genç kızına tecavüz edildiğinden bahsedelim mi? Ortaköy’de tecavüze uğrayan ve hemen akabinde aklını kaçıran seksen yaşındaki kadından bahsedelim mi? Diğer toplu tecavüzleri aktaralım mı?” der. Kitabın başlığını oluşturan, kendisiyle Atina’da görüştüğümüz kızı Marina Kalumenu’nun “Akşam İstanbul’da çok fena şeyler oldu” sözünün altında da belki bu gizli zaten…
Dilek Güven, yakın dönemde 6-7 Eylül çalışmalarının bir nevi fitilini ateşleyen, bizlerin önünü açan çalışmasında, arşiv belgeler üstünden Balıklı Hastanesi Başhekiminin ifadesine yer veriyor ve hastanede 60 kadının cinsel istismar nedeniyle tedavi gördüğünü ifade ediyordu. Dimitrios Kalumenos ise daha yüksek bir sayı veriyor ve “200 kadına tecavüz ve işkence edildiğini” yazıyordu. Tam sayıyı bilmek mümkün değil. Çünkü o gecenin tanıklarının da sık sık altını çizdiği gibi 6-7 Eylül gibi bir gecenin ardından kim, hangi kuruma, nasıl başvursun… Bu nedenle zor ve yıllar yılı konuşulmamış bir konu bu.
“Daha önce Türkiye kamuoyunda duymadığımız ya da daha az duyduğumuz vakaları bu kitap için anlatanların tamamı yurt dışında yaşayanlar.”

Bu isimlerle konuşurken hep aynı şeyi vurguladım. Fransa’yı sarsan cinsel istismar davasında Gisèle Pelicot’nun sembolleşen sözünde olduğu gibi, “Utanç taraf değiştirmeli. Utanç yükü mağdurların değil, faillerin omuzlarında olmalıdır…” O utanç elbette faile ait ve bunu anlatarak, aktararak, faili işaret ederek altını çizebiliriz. Bu elbette çok zor. Ben herkese, istediği kadarını anlatabileceklerini, kişilerin isimlerini vermeyebileceklerini, akrabalık bağları varsa gizleyebileceklerini söyledim. Sonunda ulaştığımız tüm tanıklar, bildiklerini anlattılar.
Ablasının, gördükleri karşısında geçirdiği şok nedeniyle birkaç gün sonra hayatını kaybettiğini söyleyen Theodora Dobrila Fotoyanopulu, “Şimdi başka türlü her şey. Eskiden bunları konuşamıyorduk” diyor mesela. Fotoyanopulu, babası “Neyin var kızım?” dediğinde susan, titreyen ablasının vefatından sonra sadece doktorlarla paylaştığı anlatıyı aktardı: “Karşı binaya girmişler. Ablam tüm olanları pencereden görmüş. … Karşı binada oturan bir kız vardı. Galiba barda çalışıyordu. Çalışan bir kızdı. Türktü. Güzel bir kızdı. Çok güzel bir yüzü vardı. Odaya girmişler. Kız ütü yaparken o ütüyle yüzünü yakmışlar… Bir de alt katında bir Ermeni kız vardı. Onu da ütüyle yakmışlar. Hem de tecavüz etmişler. Bir kişi değil kaç kişi!”
Bazı isimlerse cinsel istismardan son anda kurtuluş, kurtarılış anlatılarını aktardı. Mesela Eğrikapı’da yaşayan ve o zamanlar 7 yaşında olan Minas İokaimidis, o gece annesi ve anneannesiyle birlikte bir odaya sığınıyor. Güruh evin içine girdiğinde biri annesini kolundan yakalıyor. “Sen Kaptan Yorgi’nin kızı değil misin? Gel bakalım. O kadar zaman seni arıyordum. Şimdi bakalım elimden nasıl kurtulacaksın?” diyor. Annesini merdivenlerden aşağıya götürmeye çalışırken küçük çocuk ne yapacağını bilemez halde. Sonrasını şöyle anlatıyor: “Hiç düşünmedim. Bütün kuvvetimle adamı sırtından aşağıya ittim. Merdivenden aşağıya. … Duvara çarpıp çuval gibi yere düştü. Annemin elinden aldım. Yukarıya çıktık. … Aşağıya döndüğümde baktım, adam orada yoktu ama duvarın üstünde kan izleri vardı. Kim bilir ne oldu? Ne olduğunu hiç öğrenemedim. Aldılar götürdüler mi? Kim bilir? Ama bunu yapmasaydım annemi götürecekti.”
Despina Mistiloğlu, “8 yaşındaydım. 70 sene o ânı unutmadım. O ânı, o korkuyu ben her Eylül ayında yaşıyorum. Onu, o ânı unutmuyorum, unutamam” diyor mesela...
Minas İokaimidis annesini kurtarıyor ve bunu da anlatmak zor elbette ama kadınlar doğrudan hedef oldukları için daha zorlanarak konuştu. Despina Mistiloğlu, “8 yaşındaydım. 70 sene o ânı unutmadım. O ânı, o korkuyu ben her Eylül ayında yaşıyorum. Onu, o ânı unutmuyorum, unutamam” diyor mesela. Edirnekapı’da annesiyle birlikte Giritli bir Türk ailenin, komşularının yanına sığınıyorlar. Sabah evlerine dönerken üç asker görüyorlar. Bunu normal karşılıyorlar tabii. İçeri girdikten sonra evi yağmalanmış halde buluyorlar. Annesi o ânın şokunu yaşarken bir başka travma ekleniyor: “Bir baktık ki bir asker sadece kapıda kalmış. Diğer iki asker evin içine girdi. Annemi bir köşeye sıkıştırdılar… Bir de duydum ki bir asker ‘Sen’ diyor, ‘Anasını sıkıştır. Ben de küçüğü sıkıştırayım.’ Ben zannettim ki annemi öldürmek, boğmak istiyor. ‘Annemi boğma. Annemi yalnız bırak. Ben annemi istiyorum. Bizim bebeğimiz var. Sen beni öldür!’ diye çığlık atıyordum.” Neyse ki onların çığlıklarını karşıdaki Giritli Türk ailenin iki oğlu duyuyor ve anne kızı kurtarıyor. Mistiloğlu, “Bizi kurtardılar. Yoksa bizi anne kız orada sıkıştıracaklardı. Daha kötüsünü söylemek de istemiyorum. Aklım almıyor” diyor.
Bu istismarların ardından toplum içinde sessizliği katmerleyen bir başka süreç yaşanıyor: İstenmeyen gebelikler. Aliki Şanguloğlu, Kumkapı’daki Aya Kiriaki Kilisesinin tam karşısında oturan akrabalarının cinsel istismara uğradığını aradan haftalar geçtikten sonra korkunç bir trajediyle öğrendiklerini söylüyor: “Bir gün halama, yani babamın kız kardeşine o kuzin telefon açıyor. … ‘Angel, Angel, problemlerim var. Seninle konuşmak istiyorum’ diyor. Halam diyor k,i ‘Bugün kızımın okulu var, gelemem ama yarın gelirim.’ Ertesi günü kız çamaşır suyuyla intihar etti. Hamileydi! Hamile kalmıştı! Eylülden sonra yaşandı bunlar…”
Konuştuğunuz kişilerde bir özür, bir onarım beklentisi var mı? Hiç olmazsa bir kabahat işlendiğinin resmî olarak kabul edilmesi gibi.
Benim ilk kez Rıfat Bali’nin tanıklıklarından yaptığı derlemede okuduğum, Foti Jean-Pierre Fotiu’nun kitabından bir anlatı vardı. Patrik Athenagoras, hükümetin üst düzey yetkililerinden, “evlerinizi, işyerlerinizi ve kiliselerinizi tamir ettireceğiz” sözü aldıktan sonra verilen maddi zararın karşılanacağını ve tadilatların en kısa sürede başlatılacağını cemaate bildirmek ister. Bunun için yapılan bir toplantıya bir kadın da gelir. Baştan aşağı siyahlar giymiştir. Orta yaşlı, başörtülü bir kadın. Kadın öne doğru uzanır ve patriğe iyice yaklaşarak, “Patrik cenapları, kızım saldırganlardan biri tarafından tecavüze uğradı” der ve şöyle ekler: “Peki onu ve onunla aynı kaderi paylaşmış olan kızlarımızı nasıl tamir edeceksiniz? Yalvarıyorum size, onlar ve bizim gibi hayatları ve geçim kaynakları mahvedilen ve canları kadar sevdikleri İstanbul’da hiçbir gelecek beklentileri kalmamış inançlı insanlar için yapabileceğimiz şey dua etmek. Yüzyıllardır barış içinde, bir arada yaşadıktan sonra bir anda istenmeyen insanlar haline geldik.” Bu anlatımda olduğu gibi, kesin bir onarım asla olmayacak, olamayacak. Özür dilenmesi gerekenler artık aramızda olmayanlar. Bu nedenle gerçek bir özür zaten imkânsız. Fakat yine de elbette resmî bir özür talebi var. En azından yapılanın yanlış olduğunun resmî olarak da kabulü için…
Peki hâlâ süregelen bir şaşkınlık var mı? Ya da yanıtını bir türlü bulamadıkları bir soru: “Birlikte yaşadığımız insanlar nasıl bize böyle bir şey yaptılar?” gibisinden.
Elbette kurtarıcılar vardı ve onlar olmasaydı o gece İstanbul’da çok daha büyük bir felaket yaşanırdı ama saldırganlar arasında da arkadaşlar ve komşular vardı. Tıpkı soykırımlarda olduğu gibi. Çünkü komşuluk hedef almayı kolaylaştırır. Komşular olarak birbirimizi tanırız. Mesela Ruanda Soykırımı üstüne çalışan Hélène Dumas, “devletten gizlenebiliriz ama komşulardan asla” der. Az önce anlattığım Minas İokaimidis’in annesine “Sen Kaptan Yorgi’nin kızı değil misin?” diye seslenen saldırgan belli ki bu gerçeğin bir tezahürü. Stathis Arnavitis, Büyükada’da babasının çok sevdiği bir arkadaşının yağmacılara şöyle seslendiğini aktarıyor: “Arkadaşlar! Bu dükkânı unuttunuz, kırmadınız!” Yıllar geçmiş olmasına rağmen şaşkınlıklarını da devam ettiriyorlar. Bu üstesinden kolay gelinebilecek bir travma değil…


