Saadettin Acar: Gazze’ye alışmak bir hastalığın işareti Aktüel Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Bir Başka Mesele’de büyük büyük meselelerimizi konuşmaya gayret ediyorum. Çok da güzel geri dönüşler var. Tavsiyeler, öneriler ve farklı meselelere dair yeni bakış açıları, editörüm Esma Nur Hangül ile programın faydalı olduğuna dair inancımızı perçinledi. Sorgulamaların da bir sonu yok. İnsanı, çağı, nesli ve kendimizi yargılamanın da bir sonu yok. İnsanın anlam arayışının da bir sonu yok… İnsanlık tarihi de zaten hep bir anlam arayışının peşindedir. Fakat günümüzde iyi insan olmanın, kaliteli insan olmanın, merhametli insan olmanın, hissiyatlı insan olmanın yani insanın fıtratında olan hasletleri yaşayamamanın problemleriyle de karşı karşıyayız. Sorgulamalarımız sertleşti. Çünkü Gazze bizi insanlığımızdan utandırdı. Zulümler, işkenceler, soykırımlar her dönemde vardı ancak son iki yılda şahitlik ettiğimiz ve ancak izlemekle yetindiğimiz içler acısı manzara vicdanı olan herkesi bir tükenmişliğe sürükledi.
Bu hafta ekranın bize yaptıklarından, bağımlılıklarımızdan değil tam tersine insan olmanın gerekliliğini, fıtratımızı konuşacağız. Bunun için de kıymetli dostum ağabeyim, düşünür, yazar ama özünde iyi insan Saadettin Acar’ı konuk ettim. Sarsıcı tespitlerde bulundu. Saadettin Acar “iyi insan” olabilmeyi anlatırken Gazze karşısındaki perişanlığımızı da yüzümüze vurdu.
Lafı uzatmadan sözü kendisine bırakacağım…
Bu arada Bir Başka Mesele’nin sezon finalini de yapmış oldu. Eylül ayında başka meselelerimiz ve uzman isimlerle konuşmaya devam edeceğiz inşallah.
SADECE DİN AHLAKİ TUTARLILIK SAĞLAYABİLİR
İnsanın, bütün yapıp ettiklerini kuşatabilmesi, anlayabilmesi ve anlamlandırabilmesi mümkün değildir. Yalnızca din, insanın bütün ilişkileri ve yapıp etmeleri arasına anlamlı bağlar kurar. Dolayısıyla sadece din; ilkeli, tutarlı, birbiriyle çelişmeyen bir ahlak şemsiyesi sunabilir. Çünkü bir şemsiye, yani insanın insanla ilişkisi, insanın çevreyle ilişkisi, insanın varlıkla, eşyayla, her şeyle ilişkisi bir taraftan; insanın kendisiyle ilişkisi ise diğer taraftan... Bütün bunlar zor ve büyük meselelerdir. Bunu kuşatan bir akıl, ancak bütün bunlara bir ilkeler bütünü giydirebilir. Hiçbir insanın, bütün bu değişkenleri, bu ilişki biçimlerinin tümünü hesaplayıp ona uygun bir ahlak önerebilmesine imkân yok. Biz buna inanıyoruz. Ancak Allah bütün bunların dışında, üstünde ve yaratıcısı olarak bize, bu ilişkilerimizin bir ahlaki tutarlık içinde nasıl sürdürülebileceğine dair bazı emirler, yasaklar ve mükellefiyetler sunabilir. Öte türlüsü, bizim oluşturduğumuz bütün kanunname, nizamname, ideoloji neyse... içine arzularımız karışır, hırslarımız karışır, zaaflarımız karışır, eksik aklımız karışır. Ondan sonra çıkar ilişkimiz devreye girer. Zaten bütün bunları sen çıkardığında geriye insan kalmaz. “İhtirasımı, arzumu karıştırmayacağım, menfaatimi karıştırmayacağım.” Ya melek değilsin ki! Peygamber de değilsin, yaratıcı da değilsin. Sen zaten ihtirasından, arzundan, zaaflarından, menfaat ilişkilerinden -bütün bu kayıtlardan- kurtulduğun an, insan olma vasfını yitiriyorsun. İnsan biraz o değil mi?
YORUM MUTLAKLAŞTIRILAMAZ
Kur’an’ın mucizeliğini, olağanüstülüğünü, çağlar üstülüğünü her geçen olay bize yeniden hatırlatıyor. Dolayısıyla mükemmel insan, insan-ı kâmil yolculuğu vardır elbette ve biz insan-ı kâmili, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm olarak görürüz. Ve her insan, ona benzemeye çalışarak, ona yaklaşarak aslında o kemal yolculuğunu bir şekilde sürdürür. Her insanın kurduğu cümle, ortaya attığı iddia, tezi, ideolojisi, fikri neyse, bu bir şekilde kendi döneminin, zamanının, mekânının tortularını üzerinde taşır. Zaman ve mekâna mukayyet olan bir söz, evrensel ve çağlarüstü olamaz. İnsanlığın bütün dertlerine derman da olamaz. Kendi dönemini kurtarabilir, bir dönem sonrası için bazı ilkeler vazedebilir ama onu mutlaklaştıramaz. Buradan aslında bizim gelenekle ilişkimizdeki probleme de bağlanmak gerekir. Geçmiş büyüklerimiz felsefede, fıkıhta, tefsirde, hadiste, kelamda muazzam bir birikim ortaya koydular. Ve neticede biz bu büyük birikimi, Kur’an’ın ve Sünnet-i Seniyye’nin bir yorumu, bir açıklaması, bir şerhi, bir haşiyesi, bir tefsiri olarak okuyoruz. Onun ışığında şekillenen insan üretimidir. Burası önemli. O büyük mirasın ışığında şekillenen insan üretimi ilimler olarak görüyoruz. İbn Haldun’un Mukaddime’si, Gazali, İbn Sina, Farabi, Ebu Hanife… Bu, onlara bir saygısızlık değildir. Ama neticede onlar birer insandı. Ve bu büyük birikimin ışığı altında ilimler inşa ettiler, geliştirdiler, fikirler ortaya attılar. Büyük çağlar geçtikçe daha da kıymetli anlaşılacak ilkeler ortaya koydular ki bugün biz o ilkelere tutunuyoruz.
KULLUKTA HÜRRİYET SAKLIDIR
Biz, dine bağlanmakla gerçek özgürlüğümüzü kazanıyoruz aslında. Allah’a kul olmakla hakiki hürriyeti elde ediyoruz. Bütün varlık, bütün gördüğümüz her şeyden biz artık “Efendim, bunlara tamah etmeyeceğim, bunlara secde etmeyeceğim, bunların kölesi olmayacağım.” diye ilan ediyoruz Allah’a kul olmakla, bir dine müntesip olmakla, bir dine bağlanmakla. Biz aslında bütün mâsivâdan, yani Allah dışındaki her şeyden, özgürlüğümüzü almış oluyoruz onların elinden. Çünkü artık diyoruz ki: “Sana tapmayacağım. Senin yolundan gitmeyeceğim. Senin kölen olmayacağım.” Ne varsa… Ama şunu da söylüyoruz: “Seninle bir ilişki kuracağım; insani, makul, doğru, düzgün bir ilişki.” Sadece insanla değil, bütün varlıkla diyoruz: “Fıtrî bir ilişki kuracağım. Seni istihdam edeceğim. Senin yaratılış amacına uygun olarak senden faydalanmaya çalışacağım.”
İSLAM TEK TİP İNSAN MODELİ İSTEMEZ
İslam medeniyeti farklı coğrafyalarda farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Endülüs’te, Maveraünnehir’de, Semerkant’ta, Hint Alt Kıtası’nda, Anadolu’da farklı tezahürlerle ortaya çıkmıştır. Mimari ve şiir üzerinden düşünün; Balkanlar’da, İstanbul’da, Selçuklu’dan Osmanlı’ya geçişte formlar ve şekiller değişmiştir. Ama iyi bir gözlemci, hepsinde var eden temel sütunları, tevhit ilkesini görür. Araştırmacılar, İslam’ın farklı kıtalarda hızlı yayılmasının sebebinin bu olduğunu söyler. Çünkü İslam, gittiği yere eskiyi yok edecek bir hayat değil, kendi ilkelerini koruyarak kendi kültürünü yaşama hakkı vermiştir. “Bu ilkelere bağlı kaldığınız sürece kendi kültürünüzü, dilinizi ve varlığınızı sürdürebilirsiniz,” demiştir. İnsanlar buna “Ne kadar güzel” demiştir. Tevhid, adalet, merhamet, emanet bilinci gibi ilkeleri benimsemiş, ibadetler konusunda ise uyulması gereken ölçüler koymuştur. Giyim, mimari gibi konularda ise özgür bırakmıştır. Eski kültürler İslam’la dirilmiş, farklı coğrafyalarda (Endonezya’dan Fas’a, Rumeli’den Orta Asya’ya, Balkanlar’a, Anadolu’ya) çok çeşitli tezahürler ortaya çıkmıştır. Örnek olarak Endülüs’teki Elhamra, Kurtuba Camii, Semerkant’taki yapılar, Süleymaniye ve Yeni Selçuklu eserleri yan yana düşünüldüğünde çok farklıdır. İslam, tek tip insan modeli istememiştir.
GAZZE’DEN SONRA ALTIN FİYATLARINA NASIL BAKABİLİYORUZ?
Gazze’de yaşananlar büyük bir paradoks ve korkunç bir durum, insanın ne diyeceğini bilemediği bir durum. En kötü filmlere bakalım, bu kadar uzun süreli çocukların, bebeklerin, masumların hedef alındığı, karadan, havadan, denizden insanların aylarca kuşatıldığı, ardından ölümlerin her çeşidinin denendiği insanlar üzerinde, çocuklar üzerinde; bombayla öldürüyor, kurşunla öldürüyor, enkaz altında bırakarak öldürüyor, yakarak öldürüyor, aç bırakarak öldürüyor. Öldürmeyerek öldürüyor, yani aç bırakarak. Dolayısıyla insan nasıl bu kadar kötü olabilir? Ben ne diyeceğimi bilemiyorum. İnsanlık olarak hepimiz şu anda bir acziyet, müdahale edememe şok içerisindeyiz. Ben bununla yaşamaya alışmanın bir hastalığın işareti olduğunu düşünüyorum. Twitter’da, internette, şurada, burada o çocuk cesetleri bir şekilde önümüze çıkıyor. Onu gördükten sonra mesela nasıl altın fiyatlarına bakabiliyoruz? Doların durumunun ne olduğuna nasıl bakabiliyoruz? Ben bu intibakın çok problemli olduğunu düşünüyorum işte. Bu sağlıklı bir ruh hali olamaz diyorum. Bu kadar büyük bir dehşetten, bu kadar büyük bir vahşetten haberdar olup o acıyı, o büyük trajediyi görüp ondan hemen sonra başka bir şeye intibak etmenin, bu kadar hızlı bir şekilde intibak etmenin sağlıklı bir ruh halinin işareti olmadığını düşünüyorum.
BİZİ SARSACAK ŞİİRLER YAZILMIYOR
Sözün tükendiğini düşünüyorum. Ne yapacağımızı bilemiyoruz, gerçekten bilemiyoruz. İşin kötüsü şu, çuvaldızı kendimize de batıralım. Bir şekilde fikirle, bir şekilde düşünceyle, sanatla, edebiyatla meşgul olan insanlar aslında bu büyük kriz dönemlerinde büyük fikirler, büyük çıkışlar yaparlar. Ama maalesef öyle bir fikir de çıkmıyor ortaya. Öyle fikirler de önümüzü açacak, bizi sarsacak büyük şiirler yazılmıyor mesela. Bu kadar büyük acının, vahşetin içerisinden bizi kendimize getirecek, ne bileyim, yüzümüze tokat gibi patlayacak şiirler, sesler, sözler, fikirler bunlar da çıkmıyor. Siyasetçilerimizden de bir şey, yani içimize merhem olabilecek bir şey gelmiyor. Hepimiz ağlıyoruz aslında. Hepimiz ağlıyoruz. Dünyadaki bütün liderler, mütefekkirler, filozoflar, gazeteciler, yazarlar, yani dert sahibi olanlar...


