Seçimler tiyatroya dönüşürse kapalı otoriter rejime geçeriz Sözcü Gazetesi
Sozcu sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuruda bulunuyor.
İBB’ye operasyonlar, siyasetçilerin cezaevine tıkılması, Lozan tartışmalarıyla süren Terörsüz Türkiye açılımı ve Trump’ın Harvard’ı cezalandırma yöntemi. Gündemi, Stanford Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu ile masaya yatırdık.

Standford Üniversitesi’nde akademisyen olan Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu, açılım sürecinden umutlu değil.
Her gün CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ile ilgili bir iddiayla karşı karşıyayız. Dalga dalga operasyonlarla uyanıyoruz. Ekrem İmamoğlu ve yol arkadaşlarının yanı sıra Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ, eylem yapan öğrenciler gibi birçok kişi cezaevinde. Bu operasyonları nasıl değerlendiriyorsun?
Türkiye, uzun bir süredir yargı eliyle yürütülen siyasal operasyonlara sahne oluyor. Bilindiği üzere, 2013’e kadar devlet içinde fiilen bir “iç savaş” yaşandı ve bu çatışmanın en keskin cephelerinden biri ne yazık ki yargı oldu. Bu dönemde Türk yargısı ciddi bir güven kaybına uğradı. 2013 sonrasında, özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından, maalesef yargı bu kez yeni rejimin bir aygıtı hâline getirilmeye başlandı. Görünen o ki iktidar, yargının kilit noktalarına kendi kadrolarını yerleştirerek siyasal operasyonları bu kurum üzerinden yürütebileceğini düşündü. Rejim, önünde bir engel belirdiğinde ya da farklı muhalif kesimleri sindirme ihtiyacı duyduğunda, örnek teşkil edecek kişi ya da grupları hedef alarak yargıyı devreye sokuyor. Bazen bu süreçler, Cumhur İttifakı liderlerinin kişisel meselelerini de yargı yoluyla çözdükleri izlenimini veriyor.
Bir örnek verir misiniz?
Tabii. Selahattin Demirtaş’ın "Seni başkan yaptırmayacağız" çıkışı sonrası tutuklanması ya da Erdoğan’ın Gezi Direnişi’ni şahsi bir meydan okuma olarak görmesiyle başlayan ve hâlâ süren davalar, yargının kişisel intikam aracı olarak kullanıldığını düşündürüyor. Demirtaş, Osman Kavala ve Can Atalay gibi isimler bugün sembolik tutsaklara dönüşmüş durumda. Özellikle Demirtaş, Kürt siyasal hareketinin liderliği için öne çıkan bir figürdü; bu nedenle onun liderliği, rejimin Öcalan ile yürüttüğü müzakereyi zora sokabilirdi. Ümit Özdağ’ın tutuklanması ise bir yönüyle Devlet Bahçeli’ye dönük eleştirileri ve Bahçeli-Öcalan sürecine karşı etkili bir karşı duruş sergileyebilecek olmasıyla ilişkili görünüyor. Ancak Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyon, tüm bu süreçlerden farklı bir boyuta sahip. Erdoğan’a karşı en etkili ve geniş toplumsal desteğe sahip siyasetçi konumunda olan İmamoğlu’nun tasfiye edilmek istendiği uzun süredir yazılıp çiziliyordu. Belli ki Ekrem İmamoğlu da bu durumun farkındaydı, ancak buna rağmen geri çekilmedi. Aksine, erken bir kampanya yürüterek Erdoğan’a karşı güçlü bir toplumsal desteği harekete geçirebileceğini gösterdi. Görünüşe göre iktidar bu noktada zor bir karar verdi: Savcılığın elinde somut bir delil bulunmaksızın, “nasıl olsa bir şeyler buluruz” mantığıyla 19 Mart operasyonunu başlattılar. Belki de bu süreçte “CHP içinde bölünmeler olur”, “Kürt seçmen CHP’den uzaklaşır” ve “Trump yönetimi döneminde uluslararası konjonktür bu tür adımlar için daha elverişli” düşüncesiyle hareket ettiler.
CHP’nin bu durum karşısındaki duruşunu nasıl buluyorsunuz?
Beklentilerin aksine, bu operasyon CHP’yi bölmek bir yana daha da tetikledi; parti, toplumsal muhalefetle birlikte hareket etmeye başladı. Özgür Özel’in ortaya koyduğu kararlı duruş da bu süreci güçlendirdi. Öte yandan, elde somut bir delil olmaması nedeniyle iddianamenin içi doldurulamadı. Bu nedenle operasyonlar giderek daha agresif bir hal aldı ve genişlemeye başladı. Ortaya çıkan tablo oldukça çarpıcı: Bir yandan Ekrem İmamoğlu’nu kamuoyunda unutturmak istiyorlar, öte yandan hukuki bir zemin oluşturulamıyor. Bu kez itirafçı yaratma çabaları öne çıkıyor; ancak her yeni adım, kamuoyunda daha büyük tepkilere yol açıyor.
Tüm bunların yaşandığı sisteme baktığınızda adını ne koyarsın?
Aslında bu yaşananlar Cumhuriyet’in kurumsal birikimini önemseyenler için tarifsiz bir acı. Türk yargısı, tarihinin en derin krizini ve en büyük güven kaybını yaşıyor. Yazık! Bu ortamda sorumluluk sahibi, haysiyetli yargı mensuplarının nasıl olup da bu duruma katlandığını anlamakta zorlanıyorum. Yargıdaki bu derin kriz bir yana, daha geniş bir perspektiften baktığımızda ortaya çıkan tablo şu: 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’de yeni bir rejim kurulma süreci yaşandı. Bu rejim eski düzeni bir ölçüde tasfiye etti, ancak yerine istikrarlı bir yeni düzen ve istikrar inşa edemedi. Türkiye bugün siyasi, iktisadi, demografik, kültürel… her açıdan büyük bir kaos içinde. Bazı akademisyenler, Türkiye’deki yeni rejimi “Sultanizm” kavramıyla açıklamaya çalışıyor.
Değil mi?
Kuşkusuz, bu rejimin sultanizme benzeyen yanları var: kişiselleşmiş iktidar yapısı, kurumların liderin iradesine tabi kılınması, hukukun keyfi biçimde işletilmesi gibi. Ancak bu kavramsal çerçeve, rejimin içindeki gerilimleri, süreklilik arz eden istikrarsızlık üretme eğilimini ve birden fazla siyasal biçimi aynı anda taşıma özelliğini tam olarak açıklayamıyor. Rejimin en dikkat çekici özelliklerinden biri, eşzamanlı olarak farklı siyasal biçimleri bir arada taşıyabilmesi. Bir yandan seçimlerin yapılması, meclisin çalışması ve partilerin faaliyet göstermesiyle demokratik normlara uyuluyormuş görüntüsü verilirken, öte yandan bu görünüm, olağanüstü rejim tahayyülünü perdeleyen bir araç işlevi görüyor. 2016 darbe girişiminin bir “devrim” olarak tanımlanması ve bu “devrim sonrası” dönemin istisnai koşullarının, hukukun askıya alınmasını ve muhalefetin sistem dışına itilmesini meşrulaştırdığı savunuluyor. Böylece, rejim hem hukukiliği simüle eden bir çerçeve sunuyor, hem de onun dışında işleyen, keyfî ve araçsal bir iktidar pratiğini sürdürüyor. Bu esneklik içinde Erdoğan, sıradan bir siyasal aktör olarak değil, tarihsel bir dönemeçte “Yeni” Türkiye’nin kurucu önderi olarak sunuluyor. Demokratik normların, hukukun ötesinde konumlanıyor. Lakin bu tahayyül, toplumun geniş kesimlerinde bir karşılık bulamıyor. Karşılık bulamayınca demokratik alan daha çok daralıyor. Bu daralma otoriterleşmeye dönüşüyor ama otoriter bile olsa istikrarlı bir düzen kurulamıyor. Böyle bir çıkmaz içindeyiz.
‘DEVRİM YAPTIK DİYENLERİN FANTAZİLERİ’
CHP Lideri Özgür Özel meydanları dolduruyor. Özellikle gençlerin itirazı büyük. Bugün sandık gelse CHP’nin kazanacağını söylüyor anketler. Bunları konuştuğunuzda hemen bir sonraki cümle ‘Sandık gelir mi’ oluyor. Senin de aklında böyle bir soru var mı?
Yukarıdaki tespiti tekrarlayayım: Bu rejim, eski düzeni kısmen tasfiye etti. Ancak yerine tutarlı, istikrarlı, kapsayıcı bir yeni düzen inşa edemedi. Çünkü böyle bir kapasitesi, meşruiyet zemini ve ideolojik bütünlüğü yok. Erdoğan’ı bu yapıdan çıkardığınızda geriye neredeyse hiçbir şey kalmıyor. Bu yüzden “biz devrim yaptık, yeni bir Türkiye kurduk” diyenlere, ancak fantezilerine duyduğumuz saygı kadar kredi verebiliriz. Peki sandık gerçekten gelecek mi? Rejim çevresinde akıl ve sağduyu sahibi insanlar da vardır muhtemelen. Onlar da rejimin meşruiyetini hızla kaybettiğinin farkındadır. Ancak eğer seçimler tamamen bir tiyatroya dönüşürse örneğin İmamoğlu'nun aday olması engellenirse ya da mesela CHP’ye kayyum atanırsa o zaman bu meşruiyet krizinin çok daha derin bir evresine geçmiş oluruz. Böyle bir an gelirse ne olacağını öngörmek zor, ama şunu söyleyebiliriz: O noktada Türkiye, kapalı otoriter bir rejime geçmiş olur. Böyle bir rejimin Türkiye’de uzun süre yaşayabileceğini sanmıyorum. Ama o süreç çok sancılı ve gürültülü olacaktır. 2023 seçimleri öncesinde Murat Sabuncu ile yaptığımız bir sohbette Erdoğan’ın 2023 seçimini kaybetmesi yalnızca Türkiye için değil, kendisi için de hayırlı olur demiştim. Eğer demokratik bir süreç içinde iktidarı bırakırsa, tarihe öyle geçer. Ülke normalleşir. Erdoğan dönemi de Türkiye’nin tüm fırtınasına rağmen kabul edilir bir dönemi olarak görülür diye ifade etmişim. Böyle bir mağlubiyet Erdoğan’ın ya da ona yakın birinin tekrar ama normal bir şekilde iktidara gelmesinin de kapısını açabilirdi. Oysa bugün çok kötü bir noktadayız. Erdoğan’ın tarihe halkına karşı zorla iktidarda kalmaya çalışan, kendi rakiplerini partizan yargıyı kullanarak hapse attıran bir otokrat olarak geçme riski var. Erdoğan’ı samimiyetle sevenler şunu kendilerine sormalı: Onlar bu tabloyu mu tercih eder, yoksa demokratik bir sürecin sonunda rakibine iktidarı barışçıl biçimde devreden bir Erdoğan’ı mı? Bu, naif bir soru mu bilmiyorum ama en azından iktidar değişimlerini, devrimleri ve darbeleri çalışan bir tarihçinin sorusu.
KAPSAYICI BİR TOPLUMSAL BARIŞLA İLGİSİ YOK
‘Terörsüz Türkiye’ süreci başlangıcı itibariyle hepimizi çok şaşırttı. Çünkü ilk ve güçlü adım yıllardır tüm muhalefeti de terör üzerinden etiketleyen MHP Lideri Bahçeli’den geldi. Epey de ilerledi. Bu sürecin başarıyla sonuçlanacağını düşünüyor musun? Konjonktür ‘barış süreci’ne mi zorladı. Bunun tüm Ortadoğu’da olup bitenlerle, hatta Trump ile bir ilgisi var mı?
Bu yeni sürecin farklı boyutları var. Devlet Bahçeli, siyasi hayatı boyunca Türkiye siyasetinin yönünü üç kez dramatik biçimde değiştirdi. Şimdi yeniden böyle bir adım attı. Elbette bu süreçte Ortadoğu’daki gelişmelerin etkisi önemli, ancak asıl belirleyici olanın iç dinamikler olduğunu düşünüyorum. Erdoğan perspektifinden bakıldığında, toplumsal desteğini ve meşruiyet zeminini kaybetmekte olan bir yapının, bu açılımla yeniden bir nefes alma imkânı aradığı görülüyor. Eğer Bahçeli ve Erdoğan Kürt siyasi hareketini ve Kürt halkını rejimin çevresine çekebilirlerse, bu rejimin ömrünü uzatacak ciddi bir adım atılmış olacak. Aslında 2024 yerel seçimleri, CHP ile Kürtlerin ortak bir zaferiydi. Bunu CHP’den daha önce Cumhur ittifakı idrak etti. Şimdi bu ortaklığı sona erdirmek istiyorlar bu çok açık. Ancak bu sürecin karşılığında Kürtlere ne teklif edilecek? Asıl soru bu. Bahçeli’nin önerdiği şey bir ortaklık: İfade ettiklerine göre bu yeni bir Türk-Kürt ittifakı. Aynı zamanda, bu Bahçeli ve Erdoğan Öcalan’ın bu süreçteki otoritesini fiilen kabul etmiş durumdalar ki bu da Kürt siyasi hareketi açısından büyük bir kazanım olarak görülüyor. "Bin yıllık kardeşlik" vurgusu da bu çerçevede yeniden gündeme geliyor. Bu bin yıllık kardeşlik retoriği çok rahatsız edici aslında. Bir tür Sunni birlikteliğini vurguluyor. Neyse oraya girmeyelim șimdi. Ama soru şu: Bu ittifak ne kadar derinleşebilir? Kürtler açısından kazanımlar ne olacak? Örneğin, yeni anayasa taslağında Kürtler "kurucu unsur" olarak tanımlanacak mı? Öcalan ev hapsine alınacak mı? Demirtaş ve Yüksekdağ cezaevinden çıkarılıp siyasete dönecek mi? Türkiye, Kuzey Suriye’deki Kürt varlığına karşı politikasını değiştirecek mi? Bu sürecin en ilginç yanı ise şu: Bir yandan Erdoğan en güçlü siyasi rakibini, Ekrem İmamoğlu’nu cezaevine göndererek tasfiye etmeye çalışıyor; Kürt hareketi dışındaki muhalif kesimlere karşı sert bir baskı uyguluyor. Öte yandan Bahçeli ve Öcalan’la birlikte yeni bir açılım süreci başlatılıyor. Geçtiğimiz gün HDK Eş Sözcüsü Ali Kenanoğlu’nun çok çarpıcı bir ifadesi vardı: “Süreç rayında gidiyor, ama Türkiye rayında gitmiyor.” Bu ifade paradoksal durumu gayet iyi özetliyor. Bu koşullarda yürütülen açılımın anlamı çok açık.
Burayı açalım lütfen.
Rejim, Kürtlerle bir ittifak kurmak istiyor. Bu kadar net. Rejim bileșenleri açısından bu sürecin demokrasiyle ya da kapsayıcı bir toplumsal barışla ilgisi yok. Kürt siyasi hareketi ise bu durumu farkında; ama burada bir fırsat ve kazanım potansiyeli görüyor. Birçok kişi bu süreçle barış gelir, Kürtlerin anayasal hakları tanınır, Öcalan yeni dönemde aktör olur, demokrasi de olursa olur yaklaşımında. O zaman soru şu: Bu ittifak, demokrasi dışında nasıl kurulabilir? Kurulursa, ne kadar sürdürülebilir? Sürdü diyelim, bu ittifak tüm toplumu ilgilendiren demokratik bir kazanıma yol açmayacaksa, bundan gerçekten kim kazançlı çıkar? Ben, DEM Parti çevrelerinin sürecin başından itibaren çok daha güçlü bir müzakere azmi ve kapasitesiyle hareket ederek bu süreci demokratikleşme yönünde ilerletmeleri gerektiğini düşünüyordum. Ancak bu olmadı. DEM çevreleri, özellikle sürecin erken safhalarında, gereğinden fazla hevesli, istekli bir görüntü verdiler. 1000 yıllık kardeşlik retoriğine, bu retoriğin arka anlamlarını fazla düşünmeden, hızlıca sarıldılar. Bu noktada temel meselelerden biri, Abdullah Öcalan’ın Kürt hareketi içindeki konumunun tartışmaya açılamamasıdır. Bu durum, aslında müzakere alanını daraltan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Rejim çevreleri Öcalan gerçeğinin fazlasıyla farkında. Dolayısıyla, bu dengeyi bildikleri için süreci kendi perspektifleri doğrultusunda şekillendirmekte daha rahat davranabiliyorlar. Dem çevreleri ve Kürt siyaseti ise Öcalan’ın adeta insan üstü meziyetlerle bu süreci bambaşka bir mecraya taşıyabileceğini düşünüyor. Eğer Kürt siyasetçilerin yerinde olsaydım, bu sürece dair iyimserliğimi mutlaka eleştirel bir akıl, yapıcı ama kuvvetli bir kuşku ve derinlemesine tarihsel analizle dengelerdim. Ama bu "tarih analizi" derken 1000 yıllık ittifaktan bahsetmiyorum. Son otuz yıla dikkatle bakıldığında ihtiyaç duydulan tüm bilgi zaten orada duruyor.
‘PKK, ‘BİZ YENİLMEDİK’ MESAJI VERİYOR’
PKK’nın Lozan vurgusu çok tartışma yarattı. Metne bir tarihçi olarak nasıl baktınız?
Metin, Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’nı Kürtlerin imhasına yönelik siyasetin başlangıcı olarak tanımlayarak başlıyor. Bu başlangıç oldukça çarpıcı ve aynı zamanda tartışmalı. Metnin nasıl kaleme alındığını bilmiyoruz, ancak neden bu şekilde başladığı sorusu önemli. PKK bu açıklamayla aslında “biz yenilmedik” mesajı veriyor; “bakın bizi muhatap alıyorlar, tanıyorlar” diyor. “Kendimizi biz feshediyoruz” diyerek iradeyi hâlâ kendi elinde tuttuğunu vurguluyor. Bu anlatının içinde belirli bir haklılık payı da var. Gerçek şu ki, Türkiye Cumhuriyeti PKK’yi tasfiye edemedi. PKK’nın Kürt toplumu üzerinde dönüştürücü ve kalıcı bir etki yarattığı inkâr edilemez. Ancak öte yandan, örgütün silahlı mücadelesinin askeri olarak TSK ve diğer birimler tarafından büyük ölçüde etkisizleştirildiği de ortada. Dahası, silahlı mücadele hattının Kürt halkı içindeki karşılığı da ciddi biçimde erozyona uğramış durumda. Bu nedenle, eğer gerçekten bir “silah bırakma” ve “kendini feshetme” süreci başlayacaksa, bu, siyaset yapmak isteyen Kürt aktörler başta olmak üzere, geniş bir kesim için çok olumlu bir gelişme olacaktır. Öte yandan, dediğim gibi rejim bu süreci, Kürt hareketini kendi çizgisine çekmek ve özellikle muhalefet bloğundan koparmak için bir fırsat olarak değerlendirmek istiyor. Bu bağlamda, PKK'nın Lozan ve 1924 Anayasası vurgusu, kasıtlı ya da değil, iki mesaj içeriyor gibi görünüyor: Erdoğan’a dolaylı bir yakınlaşma ve CHP’li muhalif kesimlere bir meydan okuma. “Sizin kutsadığınız kurucu zemin bizim sorunumuzun kaynağıdır” demiş oluyorlar. İlginçtir ki, Lozan ve 1924-25 dönemiyle asıl tarihsel sorun yaşayan kesim, genellikle İslamcı çevreler olmuştur. CHP ise bu dönemi “kurucu zemin” olarak sahiplenir. Bu nedenle, PKK’nın bu vurgusu, CHP ile arasına mesafe koyarken, İslamcı çevrelerle kısmen örtüşen bir tarih okumasına yaslanıyor.
Peki bu sürece Kürt kamuoyu nasıl bakıyor sizce?
Şunu özellikle vurgulamak gerekir: Bugün Kürt halkı son derece karmaşık ve çok katmanlı bir toplumsal yapı arz etmektedir. Kürt kimliği, elbette önemli bir aidiyet alanı oluşturmaya devam ediyor; ancak artık tek belirleyici unsur değil. Kürt toplumunun içinde işçisi, öğrencisi, kadını, genci, yaşlısı, esnafı, akademisyeni ve sermaye sahibi vardır. Böylesine çeşitlenmiş bir sosyoloji, eskisi gibi tek bir parti ya da örgüt disiplini içinde hareket etmeye elverişli gözükmüyor. Kürt kimliğinin önümüzdeki dönemde daha da güçlenmesini muhtemel görüyorum; fakat bu kimliğe sahip yurttaşların siyasal tutumlarının artık tek merkezden yönlendirilemeyeceğini, daha dağınık ve çok yönlü bir siyasal davranış kalıbına yöneleceklerini düşünüyorum. Bu bağlamda, rejim ile Kürt hareketi arasında şekillenmekte olan ve bir tür ittifak tasarımına dönüşme potansiyeli taşıyan sürecin, Kürt toplumu tarafından ne ölçüde benimsendiği ve sahiplendiği henüz net değil. Bu sürece dair günlük yaşamda ve farklı Kürt toplumsal kesimlerinde beliren karşılıklar oldukça heterojen ve mesafeli görünüyor.
‘Dünyanın, ‘devrimler çağı’nın ilk evresine girdiğini düşünüyorum’Biraz Dünya konușalım. Trump’ın nasıl bir Ortadoğu tahayyülü var ve Türkiye bunun neresinde sence?
Trump’ın son Orta Doğu gezisi oldukça dikkat çekiciydi. ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini yeniden yakınlaştırma çabası, bölgesel dengeler açısından önemli bir gelişme. Ancak gezinin en beklenmedik kısmı, Trump’ın Suriye’nin fiili lideri konumundaki Farouk al-Şaraa ile buluşması oldu. Bu görüşme, özellikle İsrail Başbakanı Netanyahu’yu son derece rahatsız etti. Öte yandan, Erdoğan bu yeni süreçten güçlü çıktığını düşünüyor ki bu değerlendirme tamamen haksız sayılmaz. Türkiye’nin, yeni Suriye rejimi üzerinde belli bir etkisi var. Ayrıca Türkiye ile Suudi Arabistan arasında da yeni bir yakınlaşmanın zemini oluşmuş durumda. Bu eksen, önümüzdeki dönemde daha belirgin hale gelebilir. Ancak Suriye’de yeniden bir çatışma çıkması durumunda sürecin nasıl evrileceğini öngörmek oldukça güç. Özellikle Kuzey Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’nun kontrol ettiği geniş bölgede fiilen oluşmuş bir otonom yapı söz konusu. Türkiye bu durumu henüz tamamen içine sindirebilmiş değil; ancak şu aşamada bu yapıya karşı bir askeri operasyon ihtimali kaybolmuş durumda. Elbette iç savaş patlak verirse, denklemler yeniden değişebilir. Sonuç olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da belli bir etki kapasitesi ve diplomatik hareket alanı bulunuyor. Bu, görmezden gelinemez bir gerçek. Rejim içeride sıkıştı. Dışarıda bir nebze rahatladı. Ancak bu rahatlamanın Erdoğan ya da Türkiye açısından ne ölçüde somut bir faydaya dönüşeceğini ön göremiyorum.
Artık bildiğimiz tür bir politik davranış şekli yok. Öngörülemez liderlerin yönettiği bir dünya. Nereye gidiyor, neye evrilir?
Trump’ın dış politikası, rejim değişikliği hedefiyle hareket eden ve değerler sistemi üzerinden şekillenen Clinton-Bush hattını kısmen de Obama dönemindeki liberal müdahaleciliği sert biçimde eleştirmesiyle dikkat çekti. Trump, ABD’nin başka ülkelerin rejimlerinin iç yapısıyla örneğin demokratik olup olmadıklarıyla ilgi duymaması gerektiğini açıkça savundu. Bu yaklaşım, uluslararası ilişkiler literatüründe idealizmden realizme hızlı bir geçiş olarak yorumlanabilir. Ancak burada daha karmaşık bir tablo söz konusu: Trump yalnızca idealist çizgiden değil, aynı zamanda klasik realist dış politikanın bazı temel ilkelerinden de uzaklaşıyor. Trump yönetimi, büyük, kalıcı ve çok taraflı ittifaklara dayanan geleneksel dış politika anlayışının yerine, kısa vadeli, esnek ve ikili ilişkiler temelinde yürüyen bir iş birliği modelini benimsiyor. Bu model, bir neo-merkantalist dış ticaret anlayışıyla da birleşiyor: korumacılık, ticaret savaşları, stratejik sektörlerde bir tür millileştirme talepleri ve uluslararası ticaretin jeopolitik araç olarak kullanılması bu yaklaşımın öne çıkan unsurları.
Peki, dünya nereye evriliyor?
Son yıllarda dünyanın, adeta bir yeni bir "devrimler çağı"nın ilk evresine girdiğini düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan kurumsal düzen büyük bir çözülme yaşıyor. Belki daha çarpıcısı, son iki yüzyılda şekillenen ideolojik ayrımlar da parçalanıyor. Liberalizm, sosyalizm, muhafazakârlık gibi klasik ideolojik hatların belirleyiciliği zayıflarken, yerlerini karma, hibrit pozisyonlar alıyor. Yükselen popülist hareketleri bir ideolojik tutarlılık içinde anlayamıyoruz. Milliyetçilik yükselişte diyoruz; bu doğru. Ancak aynı anda çok katmanlı ve kapsamlı bir teknolojik dönüşüm de yaşanıyor öyle bir dönüşüm ki, aslında milliyetçi zeminleri aşındırma ve hatta ortadan kaldırma potansiyeline sahip. Dijitalleşme, yapay zekâ, biyoteknoloji, enerji dönüşümleri gibi alanlarda yaşanan bu devrimsel gelişmeler, hem ulus-devlet sisteminin sınırlarını zorluyor hem de yeni türden iktidar ve egemenlik biçimlerini gündeme getiriyor.
‘Trump, ABD’deki büyük üniversitelere adeta savaş açtı’Son olarak Amerika’daki Üniversitelerdeki gelişmelerden kısaca bahseder misin? Sen Stanford hocasısın ama senin de doktoranı yaptığın Harvard’ın yabancı öğrenci alması Trump hükümeti tarafından engellenecek belki de. Çok acayip değil mi?
Trump, son dönemde Amerika’daki büyük üniversitelere adeta savaş açmış durumda. Bu kurumların belirli bir ideolojik hegemonya altında olduğunu düşünüyor ve bunu açıkça dile getiriyor. Kendi perspektifinden bakıldığında bu düşüncenin dayanakları var: Örneğin, Harvard Üniversitesi öğretim üyeleri arasında yapılan bir ankette Trump’a oy verenlerin oranı %2’nin altında. Bu durum, Trumpçı çevreler tarafından üniversitelerin “elitist” ve “tek sesli” olduğu yönündeki eleştirilerin temelini oluşturuyor. Gerçekten de, son on yıllarda Amerikan üniversitelerinde liberal-sol düşüncenin baskın hâle geldiği bir gerçek. Buna karşılık, geçmişte güçlü bir entelektüel damarı olan klasik muhafazakârlık giderek marjinalleşti. Bu durum akademi içinde bile giderek daha fazla tartışılıyor ve eleştiriliyor. Bu eleştirileri tümüyle reddetmek mümkün değil; akademide daha geniş bir düşünsel çoğulculuk ihtiyacı gerçek bir sorun olarak karşımızda duruyor. Ancak öte yandan, Trump’ın temsil ettiği değerlerin büyük bölümü, üniversitenin varlık sebebiyle özgür düşünce, eleştirel akıl, bilimsel sorgulama gibi ilkelerle doğrudan çelişiyor. Üniversiteleri ideolojik düşman kamplar olarak görmesi, bu kurumlarla sağlıklı bir ilişki kurmasını neredeyse imkânsız hâle getiriyor. Bu son girişimle ABD’nin en önemli yumuşak gücü olan üniversitelerin uluslararası prestijini yerle bir ediyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları sonrasında Amerikan kampüslerinde büyük bir öğrenci hareketliliği yaşandı. Bu tepkiler Trumpçı çevreler tarafından bir tehdit olarak algılanıyor. Hatta bu kesimler, üniversitelerde İslamcılığın, antisemitizmin ve Çin Komünist Partisi’nin etkili olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialar ciddi dayanaklardan yoksun ve asıl meseleyi gölgeleyen söylemler. Gerçek sorun, üniversitelerin geniş kesimlerinde hâkim olan güçlü Trump karşıtlığıdır. Eğer bu gerilim üniversiteler ile Trumpizm arasında bir tür ideolojik savaşa dönüşmeye devam ederse, bu süreç her iki taraf için de yıpratıcı olacaktır. Trump cephesinin bu saldırgan tutumdan bir noktada geri adım atacağını ve bu çatışmanın rasyonel bir zemine çekileceğini umuyorum ama bunun garantisi yok.


