TEMA Vakfı Başkanı Ataç: Orman yangınlarında yaşadıklarımızın bin beterini yaşayacağız
Halktv sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
T24 yazarı Cansu Çamlıbel'in bugün yayımlanan "TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç: Trump’ın maden gündemiyle Meclis’teki torba yasanın ilişkisi olabilir; orman yangınlarında yaşadığımızın beterini maden kazalarında yaşayacağız" başlıklı yazısında TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç'ın TBMM'den geçen İklim Kanunu ile hazırlanan torba yasaya dikkat çekerek önemli açıklamalarda bulundu.
İşte Çamlıbel’in "2013’ten beri TEMA Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanı olarak bir krizden ötekine koşan ekibi yöneten Deniz Ataç, uzundur madenler Türkiye’nin zeytinliklerini yutmasın diye mücadele veriyor. Son dönemde ise metalik maden şirketlerinin Türkiye’yi oyun alanına çevirmeye dönük hamlelerinin artmasıyla birlikte Ataç ve ekibi alarm durumunda yaşıyor. Zira zeytinliklerin karşı karşıya olduğu riskler kadar büyük ve derin başka bir sorunu daha var artık "Türkiye’nin; siyanürlenmekte olan topraklarımızı, akarsu ve nehirlerimizi nasıl kurtaracağımız…" cümleleriyle sunduğu önemli röportajı:

-Sizin TEMA Vakfı olarak yoğun mesai harcadığınız orman yangınları geçen haftadan beri ne yazık ki yine Türkiye’nin gündeminde. İzmir Çeşme, Buca, Ödemiş, Bursa Yenişehir, Eskişehir Seyitgazi, Balıkesir Savaştepe, Kahramanmaraş Andırın, Çanakkale Çan’da neredeyse eşzamanlı yangınlar çıktı. Henüz yangınlar devam ederken, Ankara’da ise TBMM’de 15 Nisan'da ara verilen İklim Kanunu Teklifi'nin kalan 12 maddesi hızlıca görüşüldü, 2 Temmuz’u 3 Temmuz’a bağlayan gece kabul edildi. Hükümet, bu kanunun Türkiye’nin de imza koyduğu ve 2053’e kadar “sıfır emisyon” hedefleyen Paris Anlaşması’nın gereği olduğunu savunuyor. Bu argümanın doğru olan kısmı nedir, doğru olmayan kısmı nedir?
Kısmen doğru. Zaten en zor şeyler de biliyorsun kısmen doğru olanlar. Türkiye'nin tabii ki bir takım yapması gerekenler ve zorunlulukları var. Ama bu meclisten ‘İklim Kanunu’ diye geçen alışma aslında gerçek bir iklim kanunu değil. Bu çalışmanın geldiği yer sadece emisyon ticareti sistemini kuran bir kanun. Bizim temel itirazımız da bu. Eğer kanunun ismini emisyon ticareti sisteminin kurulmasıyla ilgili koysalardı daha doğru olurdu ki bizim zaten bu “Emisyon vergisi neyse öderim”, yani “kirletirim öderim” felsefesiyle de sorunumuz var TEMA olarak.
-Ancak şunu da hatırlatmam gerekiyor ki ‘emisyon ticareti sistemi’ Türkiye’ye özgü bir şey değil. Avrupa Birliği’nde de var ve hatta Türkiye’nin bir aday ülke olarak bu sistemi kurması ev ödevlerinden biri.
Bu sistemin kurulmasının amacı bütün ülkelerdeki emisyonu düşürmek. Yani biz çevre örgütleri olarak isteriz ki herkes emisyon azaltma yoluna gitsin. Ama bu kanunda “Kirlettim ama parasını ödedim” gibi bir yola gidilmesinin önünü açan bir şey var. Avrupa Birliği bu sistemi ihracatta sıkıntı çektikleri için kurmak zorunda kaldı. Ama biz Türkiye olarak bu sistemi çıkartmak için kurduğumuz sisteme ‘İklim Kanunu’ adı verdiysek, içine küresel hedeflere uyum için ulusal hedeflerin doğru ve açık ortaya konulduğu ve işleyişi takip edecek düzgün bir yapı kurmalıydık. Birtakım sektörlerin zaman içerisinde evrilmesi gerekiyor. Zaten kimse tüm hedeflerin yarın tutturulmasını beklemiyor. Ama bir takvim de şart; “Biz hangi tesisleri kapatacağız, bunu nasıl yapacağız, ne zamana kadar yapacağız?” sorularının acilen yanıtlanması gerekiyor. Biz biliyoruz ki bunu da paldır küldür yaparsak, bir sürü insan işsiz kalacak, mağdur olacak ve hiç günahı olmayan insanlar bunun sıkıntısını çekecek.
-Daha fazla ilerlemeden söylediklerinizi bir toparlarsam… Birincisi, size göre bu çıkan metin hakiki bir iklim kanunu değil. İkincisi, siz çevreciler emisyon ticaret sisteminin felsefesine itiraz etseniz de bunun bir zorunluluk hale getirildiğini bildiğinizden bu sistemin ne şekilde işletileceğine dönük itirazı daha ziyade metodoloji boyutunda devam ettiriyorsunuz. Doğru mu?
Evet, dediğim gibi, biz buna bayılmıyoruz ama Türkiye de sistemin içindeyse bunu yapacak. Tamam peki, emisyon ticari sisteminin kurulması gerekiyor. Ama biz bu işin yönetilmesi konusunda bilimsel bir kurumun rol oynaması gerektiğini düşünüyoruz. Rollerin çok daha net tanımlanmasını istiyoruz. Ama şunu vurgulamaktan vazgeçmeyeceğiz; bize göre bu bir iklim kanunu değil.
“ÇEVRE BAKANLIĞI DEDİĞİNİZ ŞEYİN İÇİNDE ŞEHİRCİLİK EKLEDİĞİNİ ZAMAN OLAY DEĞİŞİYOR”-Aslında hükümet bunun adını ‘İklim Kanunu’ koyarak göz boyadı, bir yandan ticari emisyon sistemi kurma konusunu çözdü ama sadece belli bir alanı düzenlemiş oldu. Yani iklim krizini hafifletmek için alınması gereken diğer tüm tedbirler ötelenmiş mi oldu?
Artı, hedef konmuyor. Yani böyle çok muğlak laflarla geçiyoruz. Türkiye başından beri hedef koymaktan kaçındı. Biliyorsunuz, Türk milleti olarak biz hedef koymayı sevmeyiz. Burada hükümet de aynı şeyi yapıyor. Oysa yapması gereken hedef koymak ve kurumlara görev vermek. Bunu yapmadan muğlak ifadelerle bu olmaz. Ama zaten onların bunu yapmak istediğinden çok emin değiliz. Kaldı ki çok temel bir sorunumuz daha var. Çevre Bakanlığı dediğiniz şey böyle üç tane ayrı konunun aynı çatı altında toplandığı tek bakanlık olarak işlev gören bir yapı olamaz.
-O halde hemen ismini hatırlayalım ilgili bakanlığın; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı. Size göre bu üç konu için ayrı ayrı üç bakanlık mı olmalı? Yani apayrı bir İklim Değişikliği Bakanlığı mı kurulmalı mesela?
İklim Değişikliği ve Çevre Bakanlığı olabilir, yani iki konuyu birlikte ele alan bir kurum. Ama bunun üzerine bir de ‘şehircilik’ eklediğiniz zaman olay değişiyor. Bu tür bir denklemde ‘çevre’ konusu kendi hak ettiği ağırlığı bulamıyor.
“BERAT BEY’İN DÖNEMİNDEN BERİ ANKARA’DA ENERJİ BAKANLIĞI DİĞER BAKANLIKLARIN ÜZERİNDE BİR POZİSYONDA KONUMLANDI"-Tabii bizim Türkiye’de ‘şehircilik’ten anladığımız şehirlere beton bina dikmek olduğu için aslında ‘Çevre ve Şehircilik’ adı tam bir çelişkiyi temsil ediyor. İki karşıt kavramı birlikte tabela üzerine yazarak aslında çevre karşıtı faaliyetleri de karartmış oluyorlar belki de.
Evet, bu işlerin planlanmasında ağırlık hiçbir zaman çevrede olamıyor. Sıkıntı da imardan çok sanayide karşımıza çıkıyor aslında. Devlet yönetiminde değişik departmanlar var. Mesela Enerji Bakanlığı kendi alanında tam gaz çalışır. Özel sektör şirketlerinde de böyledir; enerji departmanı çalışır ama işte finans onu dengeler, bazen pazarlama departmanı çok gitmek ister ama üretim departmanı dengeler. Yani her bir yapının içinde değişik departmanların dengesi vardır ve bunlar birbirlerini dengelerler. Ama Ankara'da epeydir, Berat Bey'in bakanlığından bu yana, Enerji Bakanlığı daha diğer bütün bakanlıklardan yukarıda bir pozisyona konumlandı.
“ENERJİ BAKANLIĞI HER İSTEDİĞİNİ YAPIYOR, DİĞER BAKANLIKLAR DA ONUN TAMAMLAYICISI GİBİ DAVRANDIĞI İÇİN KORUMA GÖREVİNİ YAPAMIYOR”“İki bakanlık bir genel müdürlüğe bağlanmış gibi”
-Bu ne demek?
Yani onlar her yapmak istediklerini yapıyorlar. Diğer bakanlıklar da sanki onların yapmak istediklerinin tamamlayıcısıymış gibi kaldıkları için koruma görevini yapamıyorlar. Burada doğal kullanma koruma dengesi ortadan kalktı. E zaten Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kendi içindeki denge de şehircilikten yana. Şehircilik departmanındaki ekiplere bakıyorsun onların da çoğu şehirci değil, inşaatçı. E inşaatçı adamın zaten dünyası öyle kurulmamış. Çevre dediğin, doğa dediğin şeyi bilmen lazım, ‘ekosistem hizmetleri’ denen şeyi bilmen lazım. Ama bu nosyonlar yok. Bu dengeyi bakanlığın ‘orman’ kısmı korumaya çalışıyordu. ‘Orman’ı da iyice etkisizleştirdiler. Bu son kanun tasarısıyla resmen yani iki bakanlığı bir genel müdürlüğe bağladılar. Yani hem Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği hem de Tarım ve Orman Bakanlığı’nı Maden VE Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’ne (MAPEG) bağlamış gibi oldular yani. Öyle demiyorlar tabii ama bütün yetkiyi MAPEG'e verdiler.
“BELKİ DE İZMİR VALİSİ YANGININ ELEKTRİK HATLARINDAN ÇIKTIĞINI SÖYLEMESİNİN BEDELİNİ ÖDEYECEK”-‘Orman’ meselesinin bu yapısal denklem içinde ağırlığını iyice kaybetmiş olması maalesef iklim krizinin doğal sonucu olan ve dünyanın her yerinde artan orman yangınlarının ülkemizde de ağır tahribata yol açtığı bir döneme denk geldi. Ve bu yaz bu yıkıcı faktörü erkenden hatırladık. Geçen hafta İzmir ve Çeşme’de başlayan yangınlar çok zor kontrol atına alındı malum. Bu tür yangınlarda elektrik hatlarının ormanlık alanlarından içinden geçirilmesinin nasıl bir kabusa neden olabildiğini sizler zaten hep anlattınız. Ama biz belki de ilk kez tam o anın görüntülerini izledik. Görüntülerin ortaya çıkmasının ötesinde daha da önemli bir şey oldu; İzmir Valisi Süleyman Elban çıkgtı ve yangınların elektrik hatlarından çıktığını açıkladı.
Sağ olsun ne diyeyim. Belki de Sayın Vali bunu söylemiş olmasının faturasını ödeyecek. Biliyorsunuz 2021'de çok büyük bir yangın geçirdik, feciydi. Türkiye'nin böyle felaket anlarında şöyle bir refleksi var; devlet ve halk bütün gücümüzü değişik illerden gelen araç, edevat, personel ile söndürmeye harcıyoruz. Devlet de bunu yapıyor ve bunlar hiç kolay işler değil. Hiç hafife almıyorum, kimse sakın yanlış anlamasın. İnsanlar canları pahasına söndürmeye çalışıyorlar. Ama işte 2021’de aynı anda sekiz dokuz yerde büyük yangın çıktı. Ve bizim Türkiye olarak bu kadar sayıda bu kadar büyük yangına aynı anda müdahale etme tecrübemiz yoktu. Ama yaşadık, bunu yaşarken de gördük ki Türklerin en önemli sıkıntılarından biri de planlama. İklim krizinin geldiğini ve nasıl ilerlediğini bu işin içindeki herkes biliyor. Böyle bir dönemde bizim artık her yazımızın bir öncekinden daha zor olacağı gerçeği zaten bağıra bağıra geliyordu. Bir de o dönemki Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli maalesef THK uçaklarının kullanımına da izin vermedi. Orada bir sürü yanlış oldu ve biz feci bir yaz geçirdik, tarım alanlarıyla beraber 150 bin hektar alan kaybettik. Ormanlar ve tarım alanlarının toplamı 150 bin hektar oldu. Orman teşkilatı hala dört yıl öncenin yaralarını sarmaya çalışıyor. Bu hikâyeden bize kalan şu; bizim artık sadece bir önceki seneyi dikkate alarak ilerleme şansımız yok. Ben çok daha kötü şeylerin olmasından korkuyorum. Kimse konuşmuyor bunları ama ben İstanbul'dan da korkuyorum.
“BEN İSTANBUL’DA ORMAN YANGINLARI ÇIKMASINDAN KORKUYORUM, O LÜKS EVLERDEN İNSANLARI ÇIKARMAK BİLE BAŞLI BAŞINA BİR SORUN OLUR”-Zaten geçen hafta Silivri’deki ormanlık alanda bir yangın çıktı.
Orada ve İstanbul’da başka birçok yerde ormanların içinde çok lüks evler var. Yani düşünebiliyor musunuz o kadar para harcayıp şehir merkezinden çıkmışsınız ama bir yangında oralardan çıkabilecek misiniz? O insanları oralardan çıkarmak bile başlı başına bir sorun olur. Mücadele, yardım tertibatları var mı? Artık hayat bildiğimiz gibi olmayacak, hayat herkes için her sene daha kötü olacak. Ve bu her sene kötüleşen koşullara göre bir hazırlığımız yok, eski ezberlerimizle yaşamaya devam ediyoruz. Mesela bir şey daha söyleyeyim; geçen hafta Ödemiş’te – ki orada yanan ormanlar gerçekten çok özel ve kıymetli ormanlardı. Ama asıl dikkat çekmeye çalıştığım konu şu; siz 50 tane uçağı tepesine de dikseniz rüzgâr saatte 130-140 kilometre hızla eserken o yangını söndüremezsiniz. İnsan kendisini çok güçlü hissediyor ama doğa karşısında aslında çok çaresiziz ve bunu anlamak istemiyoruz. Israrla biz sanki her şeyi yapabilirmişiz sanıyoruz. Rüzgâr 140 kilometre hızla eserken sen yukarda o helikopteri sabit tutamazsın, mümkün değil.
“DOĞA BU TÜKETİM ALIŞKANLIKLARINI VE YAŞAM ŞEKLİNİ KALDIRMIYOR”-Nitekim sene başında Kalifornia’da çıkan yangınlarda yine gördük ki Amerika Birleşik Devletleri gibi bize kıyasla daha güçlü imkanları olan bir devlet dahi biçare kalabiliyor yangınların karşısında.
Evet. Yangın söndürme uçakları elbette önemli. Biz Türkiye’de şimdi 26, 27 uçağa kadar çıkmışız. Mutlaka daha fazla olsa daha iyi olur. Buna hiçbir itirazım yok ama önemli olan o yangınları çıkartmamak, çıkmasın diye uğraşmak. Bu sadece Türkiye’de bizim için bir konu değil, tüm gezegen için bir konu; doğa artık bu tüketim alışkanlıklarını ve bu yaşam şeklini kaldırmıyor. Doğanın kaldıramadığı şeylere verdiği tepki orman yangınlarıyla da sınırlı değil, işte bu sene biz Türkiye’de aniden gelen don olayında da yaşadı. Bu beklenmedik olayların hepsi iklim krizinin sonuçları. Bakın bu sene daha yazın başında aynı günde 200 yangın çıktı. Aynı anda 200 yangına nasıl müdahale edeceksiniz? Önce siz o yangını çıkartmayacaksınız.
“NORMAL ŞARTLARDA ORMANLIK ALANDAKİ ELEKTRİK TELLERİNİN YER ALTINDAN GİTMESİ GEREKİR, MADEM BU İŞİ ÖZEL SEKTÖRE VERDİNİZ, DENETLEYECEKSİNİZ”-Meselenin o kadar boyutu var ki en başta sorduğum elektrik hatları meselesi arada kaynamasın isterim.
Biz bu elektrik hatlarının neden olduğu riskin dört beş senedir farkındayız ama tabii bet değerlendirme yapabilmek için ihtiyacımız olan verilere ulaşamıyoruz. Yangınların ne kadarının elektrik sisteminden kaynaklandığına dair verileri devletten alamıyoruz. Normal şartlarda elektrik tellerinin yapıların ve asfaltın altından gitmesi gerekiyor, yani yeraltından. Gördüğümüz gibi elektrik telleri ormanın içinden geçiyorsa, her an kısa devre yapabilir, buna bir kuş bile neden olabilir. Burada da yine en büyük sorun elbette denetim. Denetim mekanizması neredeyse hiç çalışmıyor. Ben bir kere görüş olarak elektrik işletmesinin özel sektöre verilmesini tercih etmem ama diyelim ki siz tercih ettiniz ve özel sektöre verdiniz, o zaman iyi denetleyeceksiniz. Bu işi yapma kapasitesinden emin olmadığınız şirkete bu kadar riskli bir işi vermeyeceksiniz. “Biz işe başlarız, kervan yolda düzelir” diye bakarsanız olmuyor işte. Geçen hafta yaşadığımız kaybı şimdi, kim nasıl telafi edebilir?
“ESAS SUÇLU DEVLET ÇÜNKÜ DENETLEME SORUMLULUĞU ONDA”“KORKARIM BİZ BUGÜN ORMAN YANGINLARINDA YAŞADIĞIMIZIN BİN BETERİNİ BEŞ SENEYE MADEN KAZALARINDA YAŞAYACAĞIZ”-Bu işin suçlusu kim o halde? Özel elektrik şirketleri mi, devletin kendisi mi?
Esas suçlu devlet çünkü denetim sorumluluğu devlette. Şimdi tam bu denetim konusunu konuşurken gelelim diğer bir kanun teklifine. ‘Torba Yasa’ ile maden işi daha da hızlanacak. Çevre Bakanlığı’ndaki arkadaşların Türkiye’de sayısı giderek artan madenleri denetleyecek kapasitesi yok ne sayı olarak ne yetkinlik olarak. İnşallah yanılıyorumdur ama belki de bundan sadece beş altı sene sonra biz Türkiye olarak bu orman yangınlarında yaşadıklarımızın bin beterini maden kazalarında yaşayacağız.
“BİR TONDAN 0,3 GRAM ALTIN ÇIKARMAK İÇİN ÇÖKTÜRME YAPILAN ALTIN MADENLERİ DAHİ VAR”-Bahsettiğiniz yasayı biraz açarak konuşmamız gerekecek. Hükümet bunu ‘Enerji ve madencilik faaliyetlerini hızlandırmayı amaçlayan torba yasa teklifi’ olarak sundu. 20 Haziran’da yaklaşık 26 saat süren görüşmelerin ardından meclisteki alt komisyondan geçti, muhtemelen sonbaharda genel kurula gelir. Türkiye kamuoyu bu teklifi daha çok zeytinliklerin dahi madencilik faaliyetlerine açılabilecek olması nedeniyle tartışıyor. Sizin TEMA olarak itirazlarınızı incelediğimde en kuvvetli itirazı genel ‘maden’ kavramından çok altın madenlerine yaptığınızı anlıyorum. Doğru mu?
Biz bunlara ‘dördüncü grup madenler’ diyoruz, yani metalikler madenler. Altın, gümüş, bakır, nikel, çinko da bunun içine girdi. Yanlış anlaşılmak istemiyorum, kömürü de hiçbir şekilde onaylamıyoruz. Ben hakikaten hayatımın 10 senesini zeytinliklere verdim, bu konuyu önemsizleştirmem söz konusu olamaz. Ama bu metalik madenleri çıkartma ve çöktürme sistemlerinin vereceği zararı anlatmak için de kömür üzerinden bir örnek vermek isterim. Şimdi kömürde ortalama 2000 kalori var, çok iyi kömürde 4000 kalori. Altın madeninde ise bir tondan 0,75 gram çıkan yer var, 1 gram çıkan yer var, 0,3 çıkan yer var. Bunu çıkarabilmek için de cevheri yoğun bulduğun yerden alıyorsun, sonra onu kırıyorsun ve yığınlar yapıyorsun. Sonra onun üzerine bir sürü boru döşeyip içine günlerce, bazen aylarca siyanürlü suyu akıtıyorsun. Yani siyanürle altını çöktürüyorsun ve bütün bunlar açık havada oluyor.
“DÜNYADA ZATEN ÇOK VERİMLİ VE BÜYÜK ÖLÇEKLİ ALTIN REZERVİ KALMADI”“BÜTÜN BU RİSKLER DÜŞÜK TENÖRDE ALTIN İÇİN ALINIYOR, KAZALARDAN SONRA PEK ÇOK ÜLKE YASAKLADI”
-Siz senelerdir anlatıyorsunuz ama bir kere daha anlatın. Türkiye bu işlemin risklerini neden alıyor? Ve daha da önemlisi Türkiye’de aniden çok değerli altın rezervleri mi keşfedildi ki uluslararası şirketler birdenbire bu iş için buraya üşüştüler?
Bunun sebebi şu; kimsenin dünyada artık çok verimli ve çok büyük montanlarda altın bulma şansı kalmadı. Rezervlerin hepsinde çok düşük tenörde altın var. Düşük tenörlerde altını da ancak doğayı yok ederek ve çok büyük tahribata neden olarak çıkartabiliyorsun. Bu yüzden de son yıllarda dünyanın birçok yerinde çok büyük kazalar yaşandı, öyle olunca da pek çok ülke bu işlemi yasakladı. Mesela daha geçen sene Mali’de kaçak bir altın madeni çöktü ve 70 kişi öldü. 2019’da Brezilya’da çok büyük bir felaket yaşandı, 39 kasaba sular altında kaldı. Henüz bizde olmadı diye olmayacak diye düşünüyoruz. Dünyanın her tarafında çok büyük maden kazaları yaşanıyor. Kazaların da ötesinde bir tehlike var. Bu madenlerin doğada yarattığı tahribattan kilometrekarelerce büyüklükteki bir alandaki canlılar etkileniyor. O madenlerin atık suları akarsulara karışıyor, denizlere karışıyor. O nedenle de artık devletlerin çoğunda devleti yönetenler kollarını açıp maden şirketlerine ‘hadi gelin’ demiyor. Ben bu meseleyi devleti yönetenlerin kafalarında nasıl çözdüklerini gerçekten anlayamıyorum.
-Devlet kurumlarının temsilcileriyle konuştuğunuzda size Türkiye’nin topraklarını uluslararası maden şirketlerinin faaliyetlerine açma konusunu nasıl meşrulaştırmaya çalışıyorlar? Aslında hükümetin eylemlerini meşrulaştırma gibi bir derdi kalmadığını görüyoruz da size illaki bir yanıt veriyorlardır.
Maden şirketlerinin bu alanları sonradan rehabilite edeceğini düşünüyorlar. Ama o yapılan işlemin sonunda o alanın söylendiği gibi iki üç sene içinde rehabilite edilmesi mümkün değil. Yani o alana biraz toprak döküp, üzerine fidan dikip kurtaramazsınız. Metalik madenlerde o rehabilitasyon süresi çok uzun ve bunu yapabilmek için çok büyük paralar harcanması lazım, kömür daha şanslı bu konuda. Bu metalik maden grubunda sen bütün yer altı sistemlerini yok ediyorsun. Bakın, Uşak'taki Kışladağ Madeni 600 metre aşağıya inmiş. Zaten 2,5 kilometre çapı var. Bunlar bizim normal hayatımızda gördüğümüz büyüklükler değil. O kadar büyük ölçeklerden bahsediyoruz ki bunu kamuoyuna anlatmak da zor. Bu anlatma zorluğumuzu da altıncılar sonuna kadar gerçekleri manipüle ederek kullanıyor. İşte bütün bu risklerden dolayı belli ülkeler artık metalik madenlere izin vermiyor, onlar da bizim gibi izin veren ülkelere koşarak geliyorlar.
“DÜŞÜNSENİZE DÜNYANIN EN BÜYÜK ALTINCILARINDAN ELDORADO’NUN TOPLAM BEŞ MADENİ VAR, İKİSİ TÜRKİYE’DE!"-Mesela Eldorado Gold Yunanistan ile davalık oldu.Türkiye'de ise iki tane madeni var. Düşünsenize dünyanın en büyük altıncılarından Eldorado Gold’un dünyada beş tane madeni var ve ikisi bizde; birisi işte demin bahsettiğim Uşak’taki, diğeri de Efemçukuru’nda.
“TÜRKİYE’DE ALTIN İŞİNE CARİ ÖDEMELER DENGESİ OLARAK BAKILIYOR, OYSA PARA ŞİKETİN MALİYET HEPİMİZİN”-Siz bu madenlerle ilgili torba yasaya itirazlarınızı devlet katına ulaştırmak adına kimlerle görüştünüz?
Bizim 2020’den beri konuşmadığımız bir siyasi parti kalmadı. Başka bir yol yok. Baskıyı diri tutacağımız bir halk var bir de muhalefet. Ama biz zaten ilk önce AK Parti’den başladık Çanakkale’deki maden riskini anlatmaya. Hakikaten çok uğraştık, bir sürü insan çok uğraştı. Fakat benim gördüğüm şu; sanıyoruz ki bu altın madenleri müthiş bir istihdam yaratacak, büyük bir gelir yaratacak. Ekonomik olarak güvensiz bir ülke olduğumuz için, Türkiye’de halkın genel olarak altın talebi çok yüksek, onun ithalatının yapılması gerekiyor. Buna bir cari ödemeler dengesi olarak da bakılıyor yani. Ama kimse farkında değil ki bu Türkiye’de yapılan altın madenciliğinde para şirketin, maliyet hepimizin. Sağlığımız, suyumuz, coğrafyamız maliyetin içinde. Altın madenciliği çok tatlı bir iş, eğer vicdansızsan. Biz prensip olarak altın madencileriyle bir araya gelmiyoruz ve bu yüzden bize çok kızıyorlar.
“Madencilerle prensip olarak masaya oturmuyoruz çünkü ne söyleyeceklerini biliyoruz, şirket kim olursa olsun yanlış olan yöntem bunun adı sömürge madenciliğidir”
-Sizinle neden masaya oturmak istiyorlar? Ne diyecekler de sizi ikna edecekler ki?
Şunu diyecekler bize muhtemelen; “Bu madenciliği iyi yapan var, kötü yapan var. Biz iyi yapıyoruz. Siz iyiyle kötüyü karıştırmayın.” Benim basından gördüğüm argüman bu. Biz de diyoruz ki; bu yöntem yanlış, şirket kim olursa olsun. Açık havada binlerce ton siyanürü kullanarak bütün coğrafyayı hallaç pamuğu gibi atamazsın. Senin benim ülkemin en kıymetli yerlerinden birinde Kaz Dağları’nda ne işin var? Benim Kaz Dağları’mın ortasında siyanürün ne işi var? Bunun adı sömürge madenciliğidir. Bu vahşi madenciliktir. Şimdi Eskişehir’de mesela mikroklimanın oraya üç tane maden konduruyorlar.
“MUSTAFA VARANK BİZE KOMİSYONDA ‘BEN KANADA’DA GÖRDÜM BU ŞİRKET İŞİNİ DÜZGÜN YAPIYOR’ DEDİ, SİZ KİMYASAL REAKSİYONU GÖZÜNÜZLE GÖREMEZSİNİZ!”-Bu sömürge madenciliğinin Türkiye’deki altın çağının da kendisini ‘yerli ve milli’ olma vasfıyla tanımlamaya çalışan bir hükümetin döneminde alabildiği izin ve lisanlar da ayrıca ironik bir durum heralde.
Mecliste Sanayi Komisyonu’nda bunu konuştuğumuzda Komisyon Başkanı Mustafa Varank “Ben Kanada’da gördüm, bu şirket gayet düzgün yapıyor işini” dedi. Ya böyle bir şey olamaz, göremez böyle bir şey. Çünkü siz kimyasal reaksiyonu göremezsiniz, o toprağın içinde neyin çözüldüğünü gözünüzle göremezsiniz. Bu altıncılar böyledir, kendini dinlemeye geleni etkilemeyi çok iyi bilirler. Varank bize “Rehabilitasyonu da kendileri yapıyorlar” deyince ben de ona bir kez de beraber gitmeyi teklif ettim. Hatta şirketin muhtemelen götürdüğü yerin fotoğrafını da bıraktım. “Rehabilitasyon böyle bir şey değil. Bu alanın rehabilitasyona değil restorasyona ihtiyacı var” dedim.
Kanada’da Giant Mine diye bir altın maden var. Bunu restore etmeye 2005'te başladılar, 2038'te biteceğini bekliyorlar. Ve harcayacakları para ne kadar biliyor musunuz? 4 milyar dolar. Bu parayı harcayacak olan da Kanada devleti. Altını çıkarıp alan şirket çoktan gitti, yok artık ortada. Maliyeti ödeyecek olan Kanada hükümeti.
“RUHSATTAN GELEN PARA DEVLETİN SONRADAN O ALANI REHABİLİTE ETMEK İÇİN HARCAYACAĞI PARANIN YANINDA ÇEKİRDEK KANADA BUNU YAŞADI”-Kanada devletinin sadece madenden geriye kalan alanı rehabilite etmek için harcayacağı para 4 milyar dolar ise o altın madeni Kanada’ya ne kadar para kazandırmıştır ki bu maliyeti üstlenmeye değsin?
Tam da bunu söylüyorum. Şirket kendi parasını almış gitmiş, tahribatı bırakmış, devlet bunun farkında değil. Yani Kanada devletinin de başına gelmiş olan bir şey. En büyük sorunlardan bir tanesi şu anda bu tahribatı garantilemek. Bizimkiler Türkiye’nin ruhsat parasından kazandığını düşünüyor ama ruhsattan gelen para sonrasında devletin harcaması gerekenin yanında çekirdek olur.
-Türkiye’de altın madeni işletmek için şirketlerin akacağı ruhsatın bedeli ne kadar?
Ruhsatına göre değişiyor. Bunlar da şeffaf değil tabii. Hadi diyelim Türkiye Cumhuriyeti devleti ruhsat vermek için hadi diyelim maden başına 1 milyar aldı, yine de tahribatın maliyetini kapatmaz. Doğadaki restorasyon çok pahalı bir iş.
“BENCE HÜKÜMET ŞU ANKİ PARA İHTİYACI NEDENİYLE SONRASINDA YAŞANACAKLARA GÖZÜNÜ YUMUYOR”-O halde devlet aslında şöyle bir ikilemle karşı karşıya; 1 milyara ruhsat verecek, devletin kasasına 1 milyar girdi diye sevinecek ama aslında belki 5 sene belki 10 sene sonra ruhsat verdiği alanı kurtarmak için ruhsat bedelinin iki üç katı para harcaması gerekecek. Mustafa Varank ve diğer yetkililer bunun farkında değiller mi?
Bence şu andaki ihtiyaçlardan dolayı göz yummayı tercih ediyorlar. Para ve istihdam açığını kapattıklarını düşünerek belki de kendilerini avutuyorlar, bilmiyorum. Bunu çok daha farklı ifade ederim de edemiyorum. Türkiye’de 2024’te bütün madencilik sektörünün yaptığı toplam ihracat 6 milyar dolar. Siz oradan hesap edin işte!
-Başta işin hükümet cephesindeki ilgililerinden biri olan ve eski bir bakan olan Mustafa Varank olmak üzere hükümet tarafındaki karar alıcıların maden şirketlerinin argümanlarını satın aldığını anlatıyorsunuz. Peki bunca senedir hükümet içinde sesinizi duyurabildiğiniz ve bu ruhsatlar verilmesin, bu yasa bu şekilde çerçevelenmesin diye uğraşan tek kimse de mi olmadı?
Hükümet içinde bir grup uğraştı, çok uğraştı. İsim vermeyeyim, ama uğraştılar.
“ALTIN LOBİSİ DE İLAÇ LOBİSİ GİBİ BÜTÜN DÜNYADA ÇOK GÜÇLÜ İSTATİSTİKLE YALAN SÖYLÜYORLAR”-Neden işe yaramıyor kimsenin çabası?
Şöyle anlatayım; altın madeni lobisi bütün dünyada çok güçlüdür. İlaç lobisi gibidir onlar da. Yanına aldıkları bilim insanları da çok büyük paralar kazandıkları için, onları da kullanıyorlar. Bizimle görüşmek istemelerinin sebebi de o. “Biz TEMA’yla görüşüyoruz, çözüyoruz” diyerek algı yaratacaklar, sanki uzlaşma ihtimalimiz varmış gibi. Bu adamlar, istatistikle öyle yalanlar söylüyorlar ki. Ve öyle de pişkinler. Çünkü o kadar büyük paralar kazanıyorlar ki artık ruhlarını satmışlar. Bütün dünyada böyle.
“ERZİNCAN’DA SİYANÜRLENMİŞ YIĞIN DİREKT FIRAT NEHRİ’NE AKIYOR, DOĞA İLİÇ’TE SİZE BİR MESAJ VERDİ”“SİZ İSE O MESAJI DUYMAK YERİNE BU İŞLERİ YAPAN ŞİRKETLERE ‘KİRLETME BEDELİ’ KESİP YOLUNUZA DEVAM EDİYORSUNUZ”-Bu metalik madenleri çıkartan yabancı şirketlerin bazılarının Türkiye’de Türk şirketlerden partnerleri oluyor. Mesela Anagold Madencilik 2009’da Çalık Holding’in yan kuruluşu Lidya Madencilik A.Ş. tarafından Amerikalı ve Kanadalı ortaklarıyla kurulmuştu. Bu şirketin Erzincan'ın İliç ilçesindeki altın madeninde kullanılan siyanürü taşıyan boru 2022’de patladı. Siyanür ve sülfürik asit Fırat Nehri üzerinde kurulan İliç Barajı'na aktı, 9 işçiyi de kaybettik.
Orada çöken toprak ne kadar biliyor musunuz? 450 bin kamyon. Devletin açıkladığı çöken miktar bu. Biz ekimde Erzincan’daydık, şubatta çöktü. Yanımızda bu işleri bilen bir arkadaşımız vardı. “Sağ tarafta baraj var, buradaki her şey baraja inecek” dedim ben. O da “Asıl karşıya bak, orası tamamen çökecek” dedi. Ve Şubat'ta çöktü. Biz buradan o dersi bile alamadık. Komisyonlar kuruldu, günlerce çalıştılar, sonunda bir bakanlık dedi ki “Ben altından sorumluyum”, öbürü dedi ki “Ben üstünden sorumluyum”. Yani çöken kısmının sorumlusu yok. Bu olay aslında bize risklerin büyüklüğünü anlatmalıydı ama o da olmadı. Düşünsenize madeni Fırat Nehri’nin yanına kurmuşsunuz, arada mesafe bile yok, oradaki kirlilik, yani siyanürlenmiş yığın direk nehre akıyor. Doğa bize “Çok büyük bir ateşle oynuyorsun” diyor. Ama siz bunu duymak yerine bu işleri yapan şirketlere ‘kirletme bedeli’ kesip yolunuza devam ediyorsunuz.
Peki devlet buna nasıl ikna oluyor? Bunu sormuştunuz. Anlattığım gibi, öncelikle şirketler muhataplarını ‘rehabilitasyona yapacağız’ diyerek kandırıyor. Şöyle şeyler bile söyleyebiliyorlar…Mesela Yurt Madencilik’te bir adam vardı, “Deniz Hanım bademde de siyanür var” dedi bir gün bana. Bunlar bu kadar pişkin oluyor. Ben de kendisine “Hocam madem o kadar rahatsınız, getirsinler bir bardak içelim siyanür.” Bunlar hükümetleri bu kadar kimyasal kullanımının bir zarar vermeden yönetilebileceğini ikna ediyorlar. Böyle bir şey yok. Dünyada bunun bir sürü örneği var. Madem Japonya’da mesela o kadar müthiş mühendisler var neden Fukishima’da önleyemediler faciayı? Doğayla bu kadar oynanmaz.
“TRUMP’IN MADEN GÜNDEMİYLE TÜRKİYE’DE MADEN İZİN SÜREÇLERİNİ KISALTACAK YASANIN HIZLA GÜNDEME GELMESİ ARASINDA BİR İLİŞKİ OLMASINDAN ŞÜPHELENİYORUM”“TRUMP’IN ACABA BİZİM ÜZERİMİZDE BİR BASKISI OLABİLİR Mİ?”-Tabii bir de Türk hükümetinin “Kanada gibi gelişmiş ve çevre duyarlılığı olan bir ülkede bile yapılıyor bu işler” gibi bir argümanı da var.
Kanada'nın yüz ölçümü ne kadar? Türkiye’nin yüz ölçümü ne kadar? Türkiye’nin 12 katı kadar büyük bir ülkeden bahsediyoruz yani. Amam Kanada’nın nüfusu 40 milyon, bizim nüfusumuz 86 milyon. Türkiye’nin nüfus yoğunluğundaki bir ülkeyi orasıyla zaten kıyaslayamazsınız. Ayrıca sen bu kadar özel bir coğrafyaya bunu yapamazsın. Avustralya’da mesela madenler, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde yapılıyor. Ama biz geliyoruz Kaz Dağları bölgesinin yüzde 80’ine maden ruhsatı veriyoruz. İşte bizimki gibi az gelişmiş ülkelerde bu maden lobisi daha rahat kandırabiliyor muhataplarını. Ve bizimkiler işte bu torba yasada madencilere verilecek izinlerin süreçlerini hızlandırıyor, onay süreçlerini kısaltıyor!
Bir de benim bu madenler meselesine ilişkin şöyle kuşkularım var. Biliyorsunuz Amerika’da da kritik madenlerle ilgili bir gündem var. Hatta ABD Başkanı Donald Trump kısa bir süre önce ABD Başkanı Donald Trump, ülkesinin deniz madenciliği kapasitesinin arttırılmasını hedefleyen bir başkanlık kararnamesi imzaladı. ‘Mine everywhere’ mottosuyla bir deklarasyon yaptı. “Milli parkları falan, her yeri kazın” diyor. Trump’ın bu yaklaşımıyla Türkiye’de hükümetin maden izinlerinin verilmesini kolaylaştırma adımlarını birlikte okuyunca ben “Acaba burada bir ilişki var mı?” diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü bu torba yasadaki düzenlemeler Türkiye’de 4-5 senedir erteleniyordu. Bizlerin yaptığı lobinin de etkisiyle o yasa çıkamamıştı. Ama bu sene birdenbire pat diye meclisin gündemine geldi. Trump’ın nadir toprak elementleri, kritik madenler merakıyla bizdeki bu durum tesadüfen mi denk geldi yoksa acaba Türkiye’nin üzerinde Trump’ın bu tür bir baskısı var mı? Trump kendine yakın gördüğü ülkeler ve liderlere bu şekilde bir talimat vermiş olabilir mi? Bunlar benim aklıma takılan sorular çünkü oradaki gelişmelerle buradakiler çok üst üste geldi.
“BU ÇOK SERT BİR SEKTÖR, GÜNEY AMERİKA’DA MADENLERE KARŞI MÜCADELE EDEN 300 AKTİVİST ÖLDÜRÜLDÜ”-Bu lobi Türkiye’de ya da dünyada diğer iş yaptıkları ülkelerde rüşvet mekanizmalarını da devreye sokuyor mu? Bunu tespit edebildiğiniz durumlar var mı?
Benim şahsen bildiğim ya da okuduğum bir şey yok. Ama bu o kadar sert bir sektör ki Güney Amerika'da bir senede 300 aktivistin öldürüldüğünü biliyoruz.
“TÜRKİYE’DE İŞ YAPAN BÜYÜK MADEN ŞİRKETLERİNİN BÖYLE ŞEYLERE TEVESSÜL ETMEYECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORUZ”-Yani sizler bu işleri yüksek sesle konuşarak aslında can güvenliğinize kadar gidebilecek riskler almış oluyorsunuz bir taraftan.
Tabii bu benim bahsettiğim ölümlere neden olanların küçük şirketler olduğunu biliyoruz. Şu anda Türkiye'de iş yapan maden şirketleri büyük şirketler, dolayısıyla da böyle şeylere tevessül etmeyeceklerini düşünüyoruz. Ama dediğim gibi, bunlar Güney Amerika'da oluyor. Türkiye’de de münferit vakalar oldu. Mesela Antalya’da bir karı koca bir maden sahibinin tuttuğu kişi tarafından öldürüldü. Geçen sene Artvin Hopa'da Reşit Kibar diye bir çocuk ağaç kesimine karşı çıkarken açılan ateşte öldürüldü. Vurdular çocuğu karısının gözünün önünde. Korkunç şeyler bunlar.
“ÇATALAĞZI’NDAKİ ANNENİN ‘SİZ İSTANBUL’DA LAMBA YAKACAKSINIZ DİYE BENİM ÇOCUĞUM KANSER OLUYOR’ FERYADI DÜNYAMI DEĞİŞTİRDİ”-Türkiye'nin çevre, doğa ve kaynaklarımızı koruma konusunda çok derin sorunları var ama ben hem bu mülakatta verdiğiniz mesajlardan hem de son dönemdeki çalışmalarınızdan anlıyorum ki siz bugün sorunlar listesinde birinci sıraya metalik madenlere verilen izinleri koyuyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?
Tabii biz tamamen madenciliğe karşı falan değiliz. Doğru yerde, doğru yöntemle yapılıyorsa ona bir itirazımız yok. Hani bizlere hep diyorlar ya “İstemezukcüsünüz”, öyle bir şey yok. Burada şuna bakmak lazım; ne yapıyorum, neye mal oluyor ve ne kazanıyorum? Bu hesabı gerçekçi biçimde yapmadan, bu işlere giremezsiniz. Bunu yaparken kamu yararını ön planda tutman lazım. Dolaylı ve dolaysız maliyetlere bakacaksın. Mesela şu anda Afşin’deki termik santralde acayip bir durum var. Yine özelleştirilmiş bir termik santralde ne filtre çalışıyor ne bir şey. Oradaki insanlar çatır çatır kanser oluyor, akciğer problemleri tavan yapmış. Biz şimdi bu konuda TEMA olarak bir belgesel film hazırlıyoruz. O kadar etkisindeyim ki ben neredeyse akşamları elektrik yakamıyorum evde. Çünkü yaktığım her ampul ya da fişe taktığım her alet bir insanın canı anlamına geliyor. İnsanların canı pahasına öyle bir kirlilik içinde enerji üretiliyor. Böyle bir şey olmamalı. İstanbul’da yaşayanlar hiçbir şey görmüyor. Ben Zonguldak Çatalağzı’nı bir gördüm, o gün dünyam değişti. Kadının teki “Siz İstanbul’da lamba yakacaksınız diye benim çocuğum kanser oluyor” diye ağlıyordu. Çünkü İstanbul'a elektrik oradan geliyor. Bilmediğin zaman, birey olarak sorumluluğunu da anlamıyorsun. Ama işte santrallerin, madenlerin yanında yaşayanlar biliyor çünkü sonuçlarını dramatik olarak yaşıyor her gün.
“ERDOĞAN’DAN RANDEVU ALAMADIK, BİZİM BAŞVURU MEKTUPLARIMIZ FALAN KAYBOLDU, DÖNÜŞ ALAMIYORUZ”-Peki siz bu torba yasa ile ilgili itirazlarınızı yeniden gündeme getirmek için hükümetten randevu talep ettiniz mi?
Etmedik çünkü randevu çıkmıyor! Biz işte dört sene önce Çanakkale'deki madenciliğin bu şekilde yapılmasını durdurmak için çok büyük bir imza kampanyası yaptık ve sonuçta çevre konularında şimdiye kadar aldığımız en yüksek sayıda imzaya ulaştık. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan randevu alamadığımız için götürüp veremedik. Bizim orada başvuru mektuplarımız falan kayboldu yani, anlatabiliyor muyum? Geri dönüş alamıyorsunuz.


