“AKP ‘Türklük Sözleşmesi’nin devlet ayağını çökertti” Agos
Agos sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
Türkiye, siyasi bir türbülanstan geçiyor. Bir yanda PKK kongresinde silah bırakma kararı alınmasıyla yeni bir sürece adım atılırken, diğer yanda başta CHP’ye yönelik operasyonlar olmak üzere muhalefete dönük saldırılar hız kesmiyor. Otuz yılı aşkın süredir devam eden savaşın bitişi, baharın gelişini müjdelerken, otoriter baskılarla perçinlenen ekonomik darboğaz toplumsal gerilimi artırıyor. Yaşanan politik krizi değerlendirmek için “Türklük Sözleşmesi” kitabının yazarı akademisyen Barış Ünlü’nün kapısını çaldık. Ünlü, "Hem Türklere hem Kürtlere inandırıcı bir biçimde liberal demokrasi vaat eden bir açılım süreci olabilseydi işler daha kolay yürüyebilirdi. Fakat şimdi Türklerin büyük bir bölümü de büyük bir baskı ve hukuksuzluk rejimi altında yaşıyor. Liberal demokrasi veya burjuva demokrasisi dediğimiz şey tamamen çökmüş durumda" diyor.
PKK’nin silah bırakmasının ardından Kürt meselesine dair hazırlanmış bir YouTube haber videosunun altındaki onlarca yorumdan biri şöyleydi: “Ben de Türk açılımı istiyorum.” Bu durum, ABD'de “Black Lives Matter” kampanyasına karşı ortaya çıkan beyaz üstünlükçü “White Lives Matter” tepkisine benzer bir durum mu?
Benziyor çünkü bence bunlar evrensel problemlerden kaynaklanan evrensel söylemler. Etnik veya ırksal hiyerarşinin altlarında bulunan grupların güçlenmesi, popülerleşmesi ve meşrulaşması, yukarıda bulunanlar tarafından bir kayıp olarak deneyimlenebiliyor. Hiyerarşinin üstündekiler asıl olarak kendi hayatlarının, sorunlarının ve kültürlerinin değerli ve önemli olduğunu düşünür ve hissederler. Böyle hissetmeleri, hakim millet olmalarının doğal ve istenen sonucudur. Hakim millet, ırk veya etnisite olmak, devletin o gruba ait olması demek. Devlet asıl olarak o grubun çıkarlarını korur ve o grup içinden çıkanlar tarafından yönetilir. Ayrıca bütün kurumlarıyla o gruba ait insanlara çocukluklarından ölümlerine kadar üstün, değerli olduklarını öğretir. Hakim grup, maddi hayatta daha iyi işlerde çalışırlar. Toplumsal hayatın merdivenlerini çıkma şansları daha fazladır. Manevi hayatta ise üstünlük duygusunun getirdiği avantajlar vardır.
Bütün bunların kaybı veya kaybedildiği hissi kriz olarak deneyimlenir. “Beyazlık krizi”, “erkeklik krizi”, “Türklük krizi” dediğimiz fenomenler buna işaret ediyor. Kriz yaşayan hakim grup, somut politik eylemlere ve tercihlere ilave olarak, çeşitli söylemler ve bilinç-dışı stratejiler geliştirir. “Beyaz olmak, erkek olmak, Türk olmak ayıplanan bir şey oldu; asıl Beyazlar, erkekler ve Türkler eziliyor, dışlanıyor” gibi... Bu türden söylemler geliştiriliyor çünkü bunlar tarihle ve kişinin kendi gerçek duygularıyla yüzleşmesinden çok daha kolay. Kişinin kendi öfkesi, mağduriyet duygusunun kökenleri ve benliğini şekillendirmiş iktidar yapıları üzerine düşünebilmesi, bunları analiz edip anlayabilmesi çok ama çok zor şeyler, özellikle de çocukluğundan itibaren bütün devlet yapılanması tarafından bunları yapmaması ve yapamaması için özellikle eğitilmişse. Fakat bunların bireysel değil toplumsal gerçeklikler olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu basit ve evrensel toplumsal gerçeklikler unutulduğu zaman, bu tip şeylere öfkelenmeye veya bu türden insanlarla kavga etmeye başlıyoruz. Bu, gerçek bir sorun yaşayan bir insana belli bir yukarıdan bakışı beraberinde getiriyor, yani sanki bu onun bireysel hatası ve eksikliği gibiymiş gibi onu küçümseyebiliyoruz. Bu da her yerde aşırı sağın en çok sevdiği ve en iyi kullandığı zemin haline gelebiliyor.
Kitaptan alıntılıyorum: “Bir gazeteciden cesur olması ama aynı zamanda bir Türk olarak haber yapması; bir akademisyenden bilimsel bakması ama aynı zamanda bir Türk olarak bilim yapması beklenir.” PKK’nin silahlı mücadeleye son verdiğini açıklamasıyla birlikte, bugün “Türklük Sözleşmesi”ni içselleştirenlerden ne yapmaları, nasıl bir tutum takınmaları bekleniyor?
‘Türklük Sözleşmesi’ dediğim şeyin bir tarafı milletse bir tarafı da devlet. Sözleşme modelinde genel olarak millet ve özel olarak bireyler, devletten gelen mesajlara bir radar gibi çok dikkat ediyorlar, kendi pozisyonlarını ona göre alıyorlar. Çok gelişmiş, hayatın içinde öğrenilmiş bir sezgiden ve bir pratikten bahsediyorum. Yani devlet “Açılım yapıyoruz, terörü bitiriyoruz, bundan sonra herkes daha mutlu, daha zengin, daha özgür olacak, buna itiraz eden ise daha mutsuz, daha fakir, ve daha az özgür olacak” dediğinde, bu net mesajı herkes alıyor.
Buna en hızlı ayak uyduranlar, devlete veya iktidar yapısına her zaman yakın olmuş gazeteciler, akademisyenler, yargıçlar, kapitalistler, sporcular vb. oluyor. “Terör terör terör” diye konuşanlar bir anda “Terörsüz terörsüz terörsüz” diye konuşmaya başlıyor. İkisi de Türklük Sözleşmesi çerçevesinde gerçekleşiyor. Tabii bu, aynı hızla “terör” diye konuşmaya başlayabilecekleri anlamına da geliyor. Ama elbette “Türklük Sözleşmesi” içinde yaşayan herkes bu kadar fırsatçı değil. Bir kısmı gerçekten değil, bir kısmının da fırsatçı olabilecek fırsatları yok. Bunlar için yeni devlet söylemine ayak uydurmak daha zor. Fakat her halükarda devletten gelen mesajı başta siyasi partiler olmak üzere herkes alır. Burada kritik olan, gelen mesajın gerçekten büyük harfle “Devlet” mesajı olup olmaması.
2015 öncesindeki sürece kıyasla, bu defa mesajın sadece iktidardaki partiden değil, hakikaten devletten geldiğini herkes anladı. O nedenle çok az itiraz görüyoruz. 2015’ten önce MHP başta olmak üzere çeşitli devletli gruplar sürecin dışında ve karşısındaydı. O nedenle çok itiraz vardı, hem siyasetten hem de toplumdan. Şimdi mesaj devletin bütününden geldiği için, bir kesim aktif destek verirken, bir kesim sustu. Sözleşme modelinde de zaten beklenen budur.
Örgütün fesih açıklamasından sonra “Bu kararın İstanbul’da yaşayan sıradan vatandaşa ne faydası var” şeklinde yorumlar yapılmaya başlandı. Bu değerlendirmeler daha çok Türklük imtiyazlarının kaybedilmesinden doğan korkudan mı, yoksa “bilmeme, duygulanmama, ilgilenmeme”den mi kaynaklanıyor?
Türklük Sözleşmesi’nin en hayati karakteristiklerinden biri, Türkiye’de liberal demokrasi vaat ederken ve bu vaadi kısmen gerçekleştirirken, Kürdistan’ı bir sömürge gibi, yani hukuksuzluğun, şiddetin ve baskının hakim ve olağan olduğu bir diktatörlük olarak yönetmesiydi. Fakat şimdi Türkiye’nin batısında 21. yüzyıla özgü bir dikta rejimi varken, Kürdistan’da demokrasi vaat ediliyor. Tabii ki bugün Türkler ve Türk muhalifler üzerinde uygulanan baskı rejimini Kürdistan’da son yüzyıldır yapılanlarla kıyaslamıyorum.
Hem Türklere hem Kürtlere inandırıcı bir biçimde liberal demokrasi vaat eden bir açılım süreci olabilseydi işler daha kolay yürüyebilirdi. Fakat şimdi Türklerin büyük bir bölümü de büyük bir baskı ve hukuksuzluk rejimi altında yaşıyor. Liberal demokrasi veya burjuva demokrasisi dediğimiz şey tamamen çökmüş durumda. Yani belli bir özerklik içinde ve belli bir hukukilik içinde işleyen yargı, yüksek bürokrasi ve eğitim kurumları gibi hayati kurumlar tamamen çökmüş, baskıcı rejimin birer aygıtına dönüşmüş durumda. Belediye başkanları, gazeteciler, aktivistler tutuklanıyor, birinci parti CHP’ye kayyım atanacağı söyleniyor, cumhurbaşkanı seçilecek siyasetçi siyaseten tasfiye ediliyor. Bütün bunlara korkunç bir hal alan yoksulluğu ve ekonomik zorlukları da eklediğimizde, “Bütün bunların İstanbul’da yaşayan sıradan vatandaşa ne faydası var?” sorusu da doğal olarak sorulur.
Bu sürecin sonunda diyelim liberal demokrasi güçlenecek olsaydı, Avrupa Birliği’ne girme ihtimali güçlü biçimde belirseydi bu soru sadece bir söylem olurdu. Ama şimdi gerçek bir soru. Ve bu soruya devletin şu an verebileceği bir cevap yok çünkü şu anki iktidar koalisyonu ne ideolojik olarak ne de ekonomik ve politik çıkarlarından dolayı tekrar liberal demokrasi inşa edebilecek bir birliktelik değil. O nedenle bolca hamaset yapıyorlar. Ama hamaset, başka şeylerle birleştiğinde önemli olabilirken, kendi başına hiçbir şeye çözüm olamıyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002’de iktidara geldikten sonra “Türklük Sözleşmesi”ne ne kadar bağlı kaldı? Eleştirilerin bir kısmı da sadık kalmadığı düşüncesinden mi ileri geliyor?
AKP iktidarı ilk açılımda Türklüğe ihanet etmekle suçlanıyordu ama o zaman henüz 2015’ten sonra oluşan aşırı sağcı AKP-MHP koalisyonu kurulmamıştı. Yani AKP henüz devletin sesiyle konuşamıyordu, böyle bir güce ve meşruiyete sahip değildi. Şimdi ise durum farklı, devletin sesiyle konuşuyor. O yüzden görebildiğim kadarıyla çok da eleştiri almıyor bu anlamda. AKP’nin eleştiri aldığı esas nokta, “Türklük Sözleşmesi”nin devlet ayağını çökertmiş olması. Türkiye Cumhuriyeti ve kurucu önderi Atatürk, Türklere modern bir devlet, liberal bir demokrasi ve özerk kurumlarıyla az çok işleyen bir meritokrasi vaat etmişti ve bu vaadinde bir ölçüde başarılı oldu. Yani sadece ülkeyi kurtarmadı, aynı zamanda modern bir devlet de kurdu. Bana göre Atatürkçülük, modern Türkiye’nin liberal ideolojisidir ve yirmi yıl önceye kadar da liberal merkeziydi.
Liberalizmi Türkiye’deki dar anlamıyla değil, Immanuel Wallerstein’in kullandığı anlamda modern dünya-sisteminin merkezi ideolojisi anlamında kullanıyor, merkez sağı ve solu olan liberal (Atatürkçü) merkez olarak tanımlıyorum. Elbette bu pürüzsüz ve sorunsuz bir liberal demokrasi değildi, nitekim darbelerle birkaç defa askıya alındı ama her defasında da revize edilerek görece kısa sürede liberal demokrasiye geri dönüldü. Şimdi ise, sözleşmenin bu devlet ayağının total bir çöküşünü izliyoruz. Daha doğrusu aslında çoktan çöktü ve şimdi bir enkazın içinde o çöküşün bedelleri deneyimleniyor. Türklerin artık modern bir burjuva-liberal demokrasisi ve meritokrasisi yok ve onun getirdiği avantajları ve imkanları da yok. AKP’nin ‘Türklük Sözleşmesi’ çerçevesindeki en büyük etkisi bence bu oldu.

Anayasa tartışmaları yeniden başladı. Türkiye’nin “Türklük Sözleşmesi”yle arasına mesafe koyan bir anayasa yapma ihtimali var mıdır?
Olabilir çünkü sözleşmeler hiç değişmeyen normlar, ilkeler ve kurallar bütünü değil; çeşitli dinamikler sonucu sürekli değişiyorlar. Esniyorlar, yumuşuyorlar, katılaşıyorlar, daralıyorlar, genişliyorlar. Bu kimi zaman aşağıdan kaynaklı direnişle, kimi zaman yukarıdan yani devletten ve burjuvaziden kaynaklı hesaplarla, kimi zaman uluslararası konjonktürün zorlamasıyla, kimi zaman da bunların bir kombinasyonuyla oluyor. Yeni bir anayasa da Türklüğü farklı bir şekilde tarif ederek ama mutlaka hakim güç olarak koruyarak yapılabilir ve bu illa ‘Türklük Sözleşmesi’nden uzaklaşmak anlamına gelmeyebilir. Ama dediğim gibi, bence esas sorun devletin çöküşü ve çöken bir hukuk devletinde ve liberal demokraside kimse ne eski ne de yeni anayasayı ciddiye alıyor. Tam da bu nedenle kimse anayasa tartışmalarını gerçek bir anayasa tartışması olarak dinlemiyor, bu anlamda duydukları şeyler bir kulaktan girip ötekinden çıkıyor. Sadece birilerinin çeşitli hesapları olarak dinleniyor: Ne türden hesaplar yapılıyor?
“Solun önünde tehlikeler kadar fırsatlar da var”
Mevcut küresel ve bölgesel gelişmeler doğrultusunda “Türklük Sözleşmesi”nin güncellenmesi mümkün mü? Evetse, nasıl bir biçim alabilir?
Sözleşme benim için tıpkı sömürge gibi olumsuz bir içeriğe sahip, birincisi liberal moderniteyi ikincisi kolonyal moderniteyi işaret ediyor ama sözleşmenin gelecek hakkında konuşmak için kullanışlı bir kavram olduğunun farkındayım. Mevcut iktidarın öncülüğünde gerçek bir revizyon ya da yeni bir inşa ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Süreçle ilgili olarak Türkiye’ye dair kısa vadede en büyük umudum siyasi tutsakların cezaevinden çıkması. Suriye ve Rojava’da neler olabileceği gibi konuları bu söyleşinin dışında tutuyorum.
Ama süreçle ilgili tümüyle karamsar da değilim çünkü hedeflenmemiş sonuçlar diye bir şey var. Bence 2015 öncesindeki açılım süreci dolaylı olarak toplumda belli bir radikalleşme ve solculaşma efekti yaratmıştı, bunu en açık Gezi’de gördük belki de. Bu hedeflenmemiş sonuç hem AKP’yi hem de o açılım sürecinin dışında olan MHP’yi ve genel olarak devleti çok tedirgin etti. 2015’te oluşan aşırı-sağcı koalisyonun bir nedeni bence bu tedirginlikti. Tekrar silahların konuşmasıyla birlikte o radikalleşme, solculaşma ve demokratlaşma eğilimi hızla donduruldu. Sonra da hem HDP hem Türkiye solu hem de CHP şeytanlaştırıldı. Fakat PKK’nin kendisini feshetmesi ve böylece Kürt hareketinin meşrulaşması, devletin hiç hedeflemediği biçimde, solun önünü daha önce hiç olmadığı kadar açabilir.
Türkiye ve Kürdistan solu, kısa vadeli kaygıların ötesinde düşünürsek, hiç olmadığı kadar yakınlaşabilir ve bunun yaratacağı baskıyla, bir süredir zaten sola kaymakta olan CHP daha da sola kayabilir. Bütün bunlar özellikle MHP-AKP sonrası dönemde yeni bir birliktelik yaratma ihtimallerini yaratabilir. Çağımızdaki liberal demokrasi krizinin küresel bir fenomen olduğunu hatırlarsak, solun önünde hem Türkiye’de hem de küresel olarak, tehlikeler olduğu kadar fırsatlar da olduğunu düşünebiliriz. Liberal değil sol bir demokrasi, yani gerçek bir demokrasi ihtimalinden bahsediyorum. Liberalizmin her yerde yıpranması ve hayati bir kriz yaşıyor olması, bir yandan büyük bedeller, belirsizlikler yaratırken, öte yandan da eşitliği ve özgürlüğü birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görmeye başlayan sosyalizmi de gerçek bir alternatif haline getirebilir.
(Türklük Sözleşmesi" çalışması için ayrıca bkz: ‘Türklük Sözleşmesi’ anayasanın üstünde" ; "Son 100 yıllık Türkiye tarihi 1915’i hesaba katmadan analiz edilemez")


