Arkeolojinin Altın Çağı Samed Karagöz
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Türkiye’de arkeoloji artık mevsimsel bir telaş değil, yılın her günü işleyen bir hafıza çalışması. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un vizyonuyla başlatılan ve 2023 yılı Ekim ayında hayata geçirilen “Geleceğe Miras” projesi, bu değişimin kurumsal adı. Bu projeyle birlikte yalnızca kazıların süresi uzatılmadı; bilimsel planlama, koruma stratejileri, personel istihdamı, koleksiyon yönetimi ve kamu iletişimi gibi birçok başlıkta Türkiye arkeolojisi yeni bir evreye adım attı. Artık toprağın sesi yalnızca yaz güneşinde değil; kış ayazında, bahar esintisinde de duyuluyor. Ve bu ses, sadece tarihçilerin değil, toplumun tamamının kulak kesildiği bir sese dönüşüyor.
Bu dönüşümün en görünür vitrini ise hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’nde açılan “Bir Vizyonun Doğuşu: Geleceğe Miras – Arkeolojinin Altın Çağı” sergisi oldu. Yalnızca bir sergi değil bu; 12 bin yıllık bir belleğin kapılarını aralayan büyük bir kültürel gösterge. Toplamda 570 eserin sergilendiği bu dev organizasyonda 485 eser ilk kez gün yüzüne çıkarıldı. Bu oran bile başlı başına bir arkeolojik seferberliğin somut çıktısı. Sergi, kazılarda ortaya çıkan buluntularla birlikte yurt içi kolluk kuvvetlerinin ele geçirdiği ve yurt dışından iadesi sağlanan kültür varlıklarını da aynı çatı altında bir araya getiriyor.
Merkezde yer alan Marcus Aurelius’un bronz heykeli, yalnızca antik dünyanın değil, çağdaş kültürel diplomasinin de simgesi. ABD’den Türkiye’ye 65 yıl sonra dönen bu anıtsal figür, ona eşlik eden beş heykel başı ile birlikte geçmişin suskunluğunu bozuyor. Bakan Mehmet Nuri Ersoy’un bizzat Adrasan’da dalış yaparak 40 metre derinlikten çıkardığı bakır külçe de bu vizyonun sahadaki karşılığını gösteriyor. Artık bir kültür bakanı yalnızca karar alan değil, kazıya katılan, buluntuya dokunan, hikâyeye ses veren bir figür.
Sergi yalnızca eserleri değil, onların taşıdığı hikâyeleri de görünür kılıyor. Girişte yer alan ve boynunda taş bir muskayla hasta annesine şifa dileyen küçük kızın “Gemma”sı, antik tıbbın kişisel inançla nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Isparta Müzesi’nden gelen bu nadir taş, insanın umudunu nesneye nasıl kodladığını anlatan eşsiz bir örnek.
Sergideki Frig çömleği üzerindeki örtüsüyle, bozulmadan günümüze ulaşan nadirlikte bir buluntu. Taş Tepeler bölümünde Karahantepe’den çıkarılan kaplar, Neolitik mitosun üç boyutlu görselleştirmesi gibi sergi ziyaretçilerini bir anlatıya çekiyor. Urartu miğferi ile eşsiz bütünlükte korunmuş Doğu Roma zırhı, savaşın estetiğini değil, disiplinini yansıtıyor. Zırhın yanındaki küpten çıkan 4.993 küçük obje, yalnızca arkeolojik değil; anlatı gücü açısından da büyüleyici.
Yine burada, bronz heykel parçalarıyla karşılaşıyoruz. Sandalet tokası, bir elin parmağı, yarısı erimiş bir yüz… Bunlar antik dünyanın geri dönüşüm ekonomisine dair sessiz belgeler. Arkeoloji burada estetikten çok, iktisatla konuşuyor. Efes’in işliklerinden gelen günlük kullanım kapları, sıradanın arkeolojisini göz önüne sererken; Balıkesir Daskyleion’da gün yüzüne çıkan, Türkiye’de tek örnek olan bir kap ise Anadolu’nun benzersiz çeşitliliğini somutlaştırıyor.
Hatay tabletiyle birlikte sergilenen Kalaşma tableti, iki farklı dilde yazılmış yakarışıyla binlerce yıl öncesinden bugünün çokdilliliğine ses veriyor. Selçuklu ve Osmanlı döneminden çıkan I. Murad sikkesi –baba isminin yazılmadığı ilk örnek olarak– yalnızca numizmatik değil, sosyolojik bir veri. Aynı şekilde, “Kaçış Yok” bölümünde kolluk kuvvetlerince kurtarılan kadın heykeli, doğduğu topraklardan hiç ayrılmadan korunan mirasın simgesi.
Bu büyük dönüşüm yalnızca sergi salonlarında kalmıyor. “Geleceğe Miras” projesiyle birlikte ülke genelindeki arkeolojik kazılar artık yılın 12 ayına yayılmış durumda. Bilimsel kriterlerle önceliklendirilen, planlanan ve bütçelendirilen bu süreçte, 5 binden fazla uzman –arkeologlar, sanat tarihçileri, restoratörler– aktif olarak sahada yer alıyor. Bu yalnızca bir istihdam politikası değil; kültürel süreklilik için inşa edilmiş bir üretim modeli.
2024 yılı içinde yalnızca bu projeyle 1.149 eser Türkiye’ye iade edildi. 2018’den 2025’e kadar toplamda 8.976 eser; 2002’den bu yana ise 13.291 kültür varlığı topraklarına döndü. 1980 sonrası rakam ise 26.681. Bu veriler yalnızca sayısal değil, etik bir hatırlatma: Kültürel aidiyet, dosya değil, iz takibi gerektirir. Ve bu izler, artık Türkiye’de yılın her günü sürülüyor.
Bu çabanın sürdürülebilirliği ise üç temel ilkeye dayanıyor: veri şeffaflığı, koruma altyapısı ve yerel katılım. Açık erişimli kazı verileri, çok dilli özetler ve disiplinlerarası veri tabanları, bilimsel üretimi hızlandırmakla kalmaz; uluslararası işbirliğini de güçlendirir. Depo ve müze ilişkisini yeniden tanımlayan, gezici konservasyon laboratuvarlarıyla desteklenen koruma ağı olmadan, kazılar koleksiyon yığılmasına dönüşür. Yerel katılım ise bu ağın en güçlü halkası: Kazı evlerinin çocuk atölyeleri, gönüllü programları, halk buluşmaları aracılığıyla birer mahalle kültür merkezine dönüşmesi, kaçakçılığa karşı en sağlam toplumsal bariyerdir.
Ve bugün geldiğimiz nokta gösteriyor ki, Türkiye arkeolojide yalnızca bölgesel değil, küresel bir aktöre dönüşüyor. Sualtı arkeolojisinde, kültürel mirasın korunmasında, bilimsel yayıncılıkta ve hukuki takipte dünya çapında örnek gösterilen bir ülke var artık. Bu, Bakan Ersoy’un deyimiyle “bir vizyonun doğuşu” değil sadece; bir çağın, altın çağın inşasıdır.
Toprak, bir kez daha bunu fısıldadı: Kazdıkça yalnızca tarihi değil, anlatma gücümüzü de ortaya çıkarıyoruz. Beştepe’deki kürsüden, dağ köylerindeki kazı evlerine, müze salonlarından okul koridorlarına kadar aynı cümle yankılanıyor: Bu ülkenin hafızası, artık yılın her günü çalışıyor.
Emeği geçen herkese binlerce teşekkür.



