Dink Ödülü sahibi Şık: Beslenme ve gıda güvenliği siyasal sistem meselesidir Agos
Agos sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
2025 Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü Türkiye’den, bilimsel dürüstlüğü, kamu yararını savunmadaki ısrarı ve risk alma cesareti gösteren ve bilgiyi bir iktidar aracı değil, toplumun ortak hakkı olarak gören Bülent Şık aldı. Ödül vesilesiyle konuştuğumuz Şık, “Gıda güvencesi ve güvenliği ülkedeki siyasal rejimle birebir ilintili bir sorundur. Ben bu aradaki bağlantıları göstermeye çabaladım” diyor.
Onun hikâyesi, bir bilim insanının kişisel yolculuğuyla toplumsal sorumluluğun nasıl kesişebileceğini gösteriyor. Bülent Şık, çevre sağlığı, gıda güvenliği ve toksik kimyasallar üzerine çalışan bir akademisyen olmakla kalmadı; gördüğü tehlikeleri dile getirmekten, sonuçları paylaşmaktan vazgeçmedi. Sağlık Bakanlığı’nın projesinde ortaya çıkan kanser verilerini gizlenmesine rağmen kamuoyuyla açıklaması ona davalar ve hapis cezası getirdi.
2016’da Barış Bildirisi’ni imzaladığı için görevinden uzaklaştırıldı, 2024’te geri döndü, yeniden uzaklaştırılsa da mücadelesini sürdürdü. Çocukların temiz su, hava ve gıdaya erişimini savundu, ekolojik yıkımı “yavaş şiddet” diye adlandırdı. Nisan 2025’te beraat ettiği “kanser verisi davası” ise kişisel direncinin ve bilimsel sorumluluğunun en çarpıcı örneği oldu.
Şık’ın hikâyesi, bilimin yalnızca bilgi üretmekle kalmayıp adalet arayışıyla da iç içe olduğunu gösteriyor; bilim insanlarının sessiz kalmadığında nasıl bir toplumsal güç olabileceğini yeniden hatırlatıyor.
Ödülü aldığınızı öğrendiğinizde ne hissettiniz?
İlk hissettiğim şey sorumluluk oldu. Elbette çok onurlandım; bu ödülün kıymeti benim için çok büyük. Sevinç kelimesi yetersiz kalır; daha çok yoğun bir duygusallık yaşadım diyebilirim. Ödülün gerekçesi de benim için ayrıca anlamlı. Uzun zamandır gıda güvenliği, ekoloji, çocuk sağlığı ve beslenme üzerine çalışıyorum. Ancak Türkiye’nin genel siyasal ikliminde ve hak mücadelelerinde bu alanlar pek görünür değil. Bu bir eksiklikten çok, ağır rejim koşullarında ötelenen ama bence son derece kritik olan sorunlar. Bu emeğin fark edilmiş olması bana mutluluk verdi. Yine de baskın olan his, sorumluluk.
Hrant Dink anısına verilen bu ödül sizin için ne ifade ediyor, mücadeleniz için nasıl bir sembol oldu?
Beni en çok düşündüren, aile geçmişimle kurduğum bağ oldu. 1980’de Maraş olaylarının avukatlığını yapan dayım, faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Failler bilinse de adalet hiçbir zaman tam anlamıyla yerini bulmadı. Hrant Dink’in başına gelenlerle ailemin yaşadığı acılar arasındaki benzerlikleri düşündüm.
Sonunda şuna vardım: Hayat bazen önümüze böyle taşıması acı verici ama çok da onurlu emanetler bırakıyor. Beklenmedik ama aynı zamanda kaçınılmaz… Dayım için de aynı şeyi hissetmiştim. Onun büyük riskleri göze alarak savunduğu değerlere bir halel getirmeden mücadelesini sürdürmek, hatırasına layık olmak gerekiyor. Benim için asıl mesele bu: Hem Hrant Dink’in hem de ailemin mücadelesine layık olabilmek. Bundan sonra çok daha fazla bu sorumlulukla hareket etmem gerektiğini düşünüyorum. Açıkçası, bu ödülün bende yarattığı hisleri kelimelere dökmem kolay değil.
Türkiye’de maalesef alışkın olduğumuz bi durum bu ama siz de yaptığınız araştırmalar nedeniyle yargılandınız, hukuki süreçlerle ve baskılarla mücadele ettiniz. Devam etme motivasyonunuzu merak ediyorum.
Aslında bunun yanıtı çok zor değil benim için. Bu üniversitede çalışırken de öyleydi, yaptığım araştırmalarda da. Ben bir bilim insanı olarak sorumluluğum neyse onu yerine getiriyorum. Birtakım araştırmalar yapıyoruz, kamuoyuyla paylaşıyoruz, yeri geliyor toplumsal mücadelelere aktif olarak destek veriyoruz. Ben bilim yapmanın başka bir yolu olduğunu da düşünmüyorum.
Bir bilim insanının güncel toplumsal ve politik sorunlara müdahil olması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde bilim, kapalı bir kutuya, steril bir ortama hapsolmuş bir faaliyete dönüşür ki bu bana hiçbir zaman doğru gelmedi, bugün de doğru bulmuyorum. Gelecekte de böyle bir yaklaşımı doğru bulabileceğimizi sanmıyorum.
Sık sık beslenmenin yalnızca bireysel bir tercih değil, aynı zamanda siyasal bir mesele olduğunu vurguluyorsunuz. Gıda güvenliği çalışmalarınız bu bakış açısıyla nasıl örtüşüyor?
Aslında her bilimsel alanın temel soruları, toplumsal hayatın devamlılığı ve kamu refahıyla doğrudan bağlantılı. Benim çalışma alanım gıda ve beslenme; yani topraktan çatala uzanan süreçler. Fakat beslenme, yalnızca fizyolojik bir ihtiyaç olmanın ötesinde, toplumsal eşitsizliklerin en somut gözlemlenebileceği alanlardan biridir. Yoksulluk, gelir adaletsizliği ya da toplumsal hayatı problemli hale getiren her türlü yapısal sorunu beslenme üzerinden okuyabiliriz.
Bu noktada en kırılgan kesimler de öne çıkar: çocuklar, yaşlılar, kronik hastalıklarla yaşayanlar. Beslenme sorunları en çok onların hayatını etkiler. Dolayısıyla dikkatimizi öncelikle bu gruplara yöneltmemiz gerekir. Bugün “sağlıklı beslenme” daha çok bireysel tercihler meselesiymiş gibi sunuluyor: şunu ye, bunu yeme, bunu şu kadar tüket… Oysa bu yaklaşım hem eksik hem de kusurlu. Beslenme ve gıda güvenliği siyasal sistem meselesidir. Gıda güvencesi ve güvenliği, ülkedeki siyasal rejimle birebir ilintili bir sorundur. Ben bu aradaki bağlantıları göstermeye çabaladım.
Türkiye özelinde sormak isterim, gıda güvenliği ve beslenme konularında uzun vadede hangi adımları atmalı?
Öncelikle şunu vurgulamak isterim, toksik kimyasal madde kirliliği küresel ölçekte yaygın bir sorun. Bu kirlilik, özellikle çocuk sağlığı açısından büyük bir tehdit oluşturuyor. Ve çocukların maruz kalımının en temel yolu beslenme.
Burada iki temel yaklaşım olmalı. İlki, toksik kimyasalların gıdalara bulaşmasını engellemek. Yani agroekolojik yöntemlerle gıda üretimini yaygınlaştırmak. Bu konuda ciddi bir bilgi ve teknik birikimimiz var. Ancak Türkiye’de ekolojik ilkelere dayalı üretimin payı toplam üretimin %1’inden bile az. Bunun sebebi bilgisizlik değil, siyasal irade eksikliği. Tarım, Sağlık ve Çevre Bakanlıklarının bu meseleyi bir planlama konusu haline getirmesi, dersine çalışıp uygulamaya geçmesi gerekiyor. Bugün böyle bir politika olmadığı gibi bu yönde ciddi bir tartışma da yok.
İkinci mesele, toplumun en kırılgan kesimlerini koruyacak beslenme programlarıdır. Çünkü toksik kimyasallardan herkes eşit düzeyde etkilenmiyor. Örneğin kurşun çok yaygın bir kirletici. Demir eksikliği olan çocuklarda kurşunun emilimi, iyi beslenen çocuklara kıyasla çok daha yüksek oluyor. Yani yoksulluk ve kötü beslenme, toksik kimyasalların etkisini katlıyor.
Bu nedenle hane bazında çözüm üretmek zor olsa da toplu beslenme yapılan yerlerde adım atmak mümkün. Ücretsiz okul yemeği programları bu açıdan çok kritik. Tek bir öğün bile çocuklara demir, çinko, B vitaminleri gibi besin öğelerini sağlayarak, kurşun gibi toksik kimyasalların zararlarını azaltabiliyor. Sağlıklı beslenme bir haktır ve bu hak, planlı politikalarla güvence altına alınabilir.
Neredeyse 20 milyon çocuğun yaşadığı bir ülkede gıda güvencesizliği bu kadar yaygınken neden hâlâ bu mesele hak temelli olarak tartışılmıyor?
Türkiye son 40 yılda zihinsel olarak ciddi bir dönüşüm geçirdi. 80’li yıllarda beslenme ve gıda, hak meselesi olarak tartışılırdı. Bugün onlarca gıda mühendisliği, beslenme ve diyetetik, halk sağlığı bölümü olmasına rağmen büyük gıda krizinin yaşandığı bu dönemde neredeyse hiçbir akademik kurumdan kamuoyuna güçlü bir açıklama gelmedi. Yani işin sahibi olan meslek disiplinleri bile sessiz. Bu dönüşümün altında siyasal tercihlerin de, toplumsal bilincin de rolü var.
Biz eğitim araştırmaları yapan bir vakıfta sahadan veri topluyoruz. Örneğin İzmir’de üç ayda bir yaptığımız ölçümlerde, hanelerin üçte birinden fazlasında gıda güvencesizliği tespit ediyoruz. Bu tablo, çocuklar açısından çok daha ağır. Çünkü 0–14 yaş dönemindeki beslenme bütün hayatı damgalar. Hem zihinsel gelişim hem de toksik kimyasallara karşı korunma yeterli ve dengeli beslenmeyle mümkün. Ama yoksul ve kötü beslenen çocuklar, kurşun gibi kirleticilere çok daha fazla maruz kalıyor. Bu da okul başarısından ileriki yaşlardaki sağlık durumuna kadar her şeyi belirliyor.
Çocukların kötü beslenme nedeniyle uzun vadede maruz kaldığı zararları “yavaş şiddet” kavramıyla tanımlıyorsunuz. Bu durumun görünmez olmasının sebebi ne?
Literatürde de yaygın olarak yavaş şiddet deniliyor; çünkü etkisi anlık değil, yıllar içinde ortaya çıkıyor. Çocukların bilişsel becerilerinde, okul başarısında, hatta ömür beklentisindeki düşüş bir anda, anlık bir şiddet olarak değil yavaş yavaş açığa çıkıyor. Özellikle anne karnında başlayan ve ergenlik çağına uzanan dönem kritik önemde. Yavaş şiddet yapısal bir gıda ve beslenme politikası eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkar, yani bir rejim sorunudur. Çocukların okul başarısına, müfredata, sınav başarısına odaklı bir eğitim sistemi var ülkemizde ama ilk önce çocukların sağlıklı gelişimini engelleyen koşulları, toksik kimyasallara maruz kalmak neticesinde ortaya çıkan bilişsel becerilerdeki kaybı, gerilemeyi nasıl önleyeceğimizi tartışmalıyız. Bu tartışma toplumsal refahla ilgili her konunun da temel meselesidir.


