‘Dinleyiciyle kurulan görünmeyen bağ her şeyin ötesinde’
SonTurkHaber.com, Hurriyet kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
Arp sanatçısı Merve Kocabeyler, Grammy Ödülleri’ni de organize eden Recording Academy’nin New York ekibine kabul edilmesinin ardından mayısta düzenlenen Concert Artist International Competition’da (Uluslararası Konser Sanatçısı Yarışması) 1’incilik ödülüne layık görüldü. Bu başarısının ardından klasik müziğin en prestijli salonlarından biri olan Carnegie Hall’da sahneye çıkan ilk Türk arp sanatçısı oldu. Daha önce de İtalya’daki La Scala Operası Akademi Orkestrası’na kabul edilen ilk Türk arp sanatçısı olan Kocabeyler, sanat hayatını İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde sürdürüyor.
◊ Arpa nasıl ilgi duydunuz?
11 yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın yetenek sınavlarını kazandıktan sonra arpla tanıştım. Jüri üyeleri parmak yapımı çok uygun buldu. Sadece çizgi filmlerde gördüğüm bu enstrümanın adını bile bilmiyordum. Yakından gördüğümdeyse büyülü görüntüsüne ve su damlalarını andıran özel tınısına âşık oldum.
◊ İlk arpınıza nasıl kavuştunuz?
25 yaşıma kadar sadece konservatuvarlardaki arplarla çalışarak ödüller kazanmıştım. Yurtdışındaki master eğitimimin sonlarına doğru, arp sahibi olabilmek için bir bağış konseri düzenledim. O dönemde henüz tanışmamış olmamıza rağmen Fazıl Say çağrımı sosyal medyada görüp bana hemen destek verdi. Bugün hâlâ çaldığım Amerikan yapımı Lyon&Healy Style 23 Bronze arpıma kavuştum. Bu arp, Aydın Doğan Vakfı, Fazıl Say ve kıymetli destekçiler tarafından bana hediye edildi.
◊ Concert Artist International Competition’a katılmak için sizi ne motive etti?
Concert Artists International genç müzisyenlerin uluslararası sahnede tanınmasına alan açan saygın bir oluşum. Yarışmaya başvurmamın ardında sadece Carnegie Hall dinleyicisiyle buluşma şansı değil, yeni bir diyalog kurma isteği de vardı. Müziğimi farklı coğrafyalarda, farklı dinleyicilere ulaştırmak ve kültürlerarası bir anlatının parçası olmak çok değerliydi. Yarışmaya hazırlık süreci de kendi başına oldukça öğreticiydi, insanın hem kendisiyle hem de repertuvarıyla yeniden bağ kurduğu bir deneyim.
◊ 1’inci olduğunuzda neler hissettiniz?
Böyle anlar hayatın ritmini değiştiriyor bence. Sonuç açıklandığında, uzun yıllar sabır ve tutkuyla çalışarak ilerleyen müzik yolculuğumun onurlandırıldığı duygusu vardı içimde. Elbette büyük bir sevinç duydum ama onunla birlikte, içimde yeni bir yaratım sürecine dair derin bir odaklanma ve motivasyon oluştu.
◊ New York’taki Carnegie Hall’da çalmak nasıl bir duyguydu, anlatır mısınız?
Yıllarca hayalini kurduğum bir anın gerçeğe dönüşmesiydi. Sahnede ilk notayı çaldığım andan itibaren zaman ve mekân kavramı yok oluyor. Ana, müziğe ve aktarmak istediğim duyguya odaklanıyorum. Dinleyiciyle kurulan o görünmeyen bağ her şeyin ötesine geçiyor. Müziğin en büyülü hali de tam olarak bu.
‘RİTÜELLERİM VAR’
◊ Böyle büyük salonlarda konser vermek stresli mi?
Stres işin doğasında var ama belirleyici olan onu nasıl yönettiğiniz. Hazırlık süreci zaman zaman yoğun geçse de bu yoğunluk konser yaklaştıkça yerini tatlı bir heyecana, konser anındaysa derin bir odaklanmaya bırakıyor. Gergin hissettiğimde sessizlikten besleniyorum. Konser öncesi ritüellerim arasında yürüyüşler, esneme hareketleri ve nefes egzersizleri var.
◊ Şimdi nerede yaşıyorsunuz? Bir gününüz nasıl geçiyor?
Avrupa’da geçen uzun yılların ardından artık İstanbul’da yaşıyorum. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde arp sanatçısı olarak görev yapıyorum. Günlerim genellikle provalar, bireysel çalışmalar ve konserlerle geçiyor. Sık sık yurtdışı konserlerim oluyor. Hayatımın değişmez rutinleri arasında spor yapmak ve kitap okumak var. Bir diğer tutkumsa yelken. Her fırsat bulduğumda Ege’ye kaçarak yelken yapıyorum.
‘KLASİK MÜZİĞİN KALBİNİN ATTIĞI YER’
◊ İtalya’daki La Scala Operası Akademi Orkestrası’na kabul edilen ilk Türk arpistsiniz. Bu sizin için nasıl bir önem taşıyor?
La Scala yalnızca bir opera sahnesi değil, aynı zamanda klasik müziğin kalbinin attığı, büyük bir geleneğin yaşatıldığı çok özel bir yer. Bu orkestrada olmak, müzikal disiplinim ve bakış açım açısından önemli bir deneyimdi. Özellikle La Scala’nın başarpisti Luisa Prandina’yla orkestra repertuvarı üzerine derinlemesine çalışmak, müzikal anlayışımı büyük ölçüde geliştirdi. Ayrıca bu orkestrayla katıldığım turnelerde Plácido Domingo, Grace Bumbry, Pietro Mianiti, Lucero Tena, Gianandrea Noseda ve Riccardo Muti gibi çok değerli sanatçılarla çalışma imkânı buldum. Bu süreç, kariyerimin dönüm noktalarından biri oldu.


