‘Görünmez sayılanların nasıl direndiklerini yazmak istedim’
Hurriyet sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Sıradan, tanıdık, her gün yüz yüze geldiğimiz, selamlaştığımız, belki de oturup bir çay içtiğimiz, içimizden insanların hikâyesini anlatıyor Yelina Tayfur (40). ‘Dünyadan Sonra Bir Yer’ aslen avukat olan yazarın ilk kitabı. Yıllar içinde yazdığı öyküleri toplayıp bir araya getirdiği kitapta okuyucuyu her şeye rağmen var olmakta ısrarcı olanların hayallerini, hayal kırıklıklarını, arayış ve kayboluşlarını keşfetmeye davet ediyor.
‘Dünyadan Sonra Bir Yer’ nasıl ortaya çıktı?
Doğrudan bir kitap fikriyle yola çıkmadım. Aslında yakın bir arkadaşım sayesinde oldu. Yazdıklarımı ona gönderdikçe o da onları toparladı, kapağını, içindekileri hazırlayıp bana bir kitap taslağı olarak geri verdi. Öyküleri somut bir biçimde kitap halinde görmek beni çok mutlu etti. Bir başkasının benim adıma böyle bir adım atması, bana inanması, bir güven duygusu da verdi.
Öykülerinizde hep bir sır, söylenmemiş sözler, saklı mektuplar, gizli kalmış bir şeyler veya kişiler var. Bu temayı bilinçli mi seçtiniz?
Aslında bilinçli değildi. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda bu konuların karakterler ve mekânlar üzerinden doğal bir şekilde öne çıktığını görebiliyorum. Benim için esas mesele insanların görünmezliği değil, o görünmezliği yaratan yapıları, ilişkileri, dili, söylemi ve gündelik hayatta karşımıza çıkış biçimlerini anlamaya çalışmaktı. Bir yandan bu görünmez sayılan insanların, o görünmezliğe rağmen nasıl bir var olma biçimi geliştirdiklerini, nasıl direndiklerini, nasıl devam ettiklerini görmek ve bunları yazmak istedim. Çünkü orada başka türlü bir varoluş biçimi, sessiz bir direniş hali var.
Karakterlerinizi yaratırken birilerinden esinlendiniz mi?
Çok fazla bir hayal gücüne ihtiyaç yoktu, hepsi çok gerçek karakterler. Ama kendi sesimle karakterin önüne geçmemeye, onun anlatısını ihlal etmemeye özen gösterdim. O sınırı aşmamak, karakterin alanına saygı göstermek benim için önemliydi.
Kitapta karakterler kadar mekân üzerinden kurgulanan öyküler de var...
Genellikle bir fikir ya da karakterle değil, bir anın, bir görüntünün içime yerleşmesiyle yazmaya başlıyorum. Yolda yürürken dikkatimi çeken bir pencere, yıkık bir bina, duvardan sarkan bir duvar kâğıdı ya da kulak misafiri olduğum kısa bir diyalog... Bunlar bir tür zihinsel fotoğraf gibi belleğimde yer ediyor. Daha sonra o görüntüye neden takıldığımı düşünüyorum; beni oraya yönlendiren neydi? Bu sorgulamalar hikâyenin çıkış noktası hâline geliyor.
Yazarken sizi olumlu yönde etkileyen alışkanlıklarınız ya da belli rutinleriniz var mı?
Aslında genel olarak oldukça rutin seven ve disiplinli biriyim ama yazma süreci için net bir rutinim yok. Bazen mutfak masasında, bazen dışarıda bir bankta, bazen de yolda beklerken yazmaya başlıyorum. Belirli saatlerde yazmak ya da ‘Her gün 20 dakika yazın’ gibi pratikler bende pek işe yaramadı. O içsel sıkışıklığı hissettiğimde, karın ağrısıyla oturup yazıya dönmek benim için bir tür yöntem oldu.
Öykülerinizde toplumsal gerçeklikler, kent ve devlet arasındaki gerilim de var. Politik olmayı dert ediniyor musunuz?
Yazarken politik olmak gibi doğrudan bir iddiam ya da yönlendirme çabam yok. Ama günümüzde her şeyin politik olduğu bir ortamda bu durumdan tamamen bağımsız kalmak pek mümkün değil gibi geliyor bana. Öykülerdeki meseleler, karakterler ve yaşadıkları koşullar ister istemez o gerilimleri de beraberinde getiriyor. Ama bu doğrudan bir mesaj verme çabasıyla değil; daha çok o gerçekliğe duyduğum dikkat ve hassasiyetle oluyor.
‘O sistemin kaosu, ağırlığı günlük dilime bile sızıyor’
Adalet, hak, sorumluluk gibi kavramlar da kitabınızda öne çıkan konular arasında. Sizce bu duyarlılık mesleki birikiminizden mi besleniyor?
Bence bir bağlantısı var. Hukuk sistemiyle, mahkemelerle, adliyelerle uzun yıllar iç içe olmak; o yapıların karmaşası, gri alanları, sıkışmışlığı ister istemez insanın zihninde iz bırakıyor. Yazarken ‘Buradan bir tema alayım’ gibi bilinçli bir tercihle yola çıkmıyorum ama sanırım maruz kalmak dediğimiz şey burada devreye giriyor. O sistemin dili, ağırlığı, hatta kaosu günlük dilime bile sızıyor bazen.
Yazarlık ve mesleğiniz arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Aslında yazmak benim için hep vardı ama uzun süre bir hobi gibi, sessizce yaptığım bir şeydi. Dolayısıyla yazarlık benim bir personam mı derseniz, henüz onunla tam olarak tanışmadım diyebilirim. İki alan birbirinden çok farklı ama hayatın geneli gibi aslında: Bazen çok ayrışıyor, bazen iç içe geçiyor. İnsan hem eş, hem anne, hem çalışan,
hem de yazan biri olabiliyor.


