İstanbul da mango suyu içmek isteyen İspanyol turist
Haber Global sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
İşte "İstanbul’da mango suyu" başlıklı o yazı...
"Bir zamanlar insanlar seyahat ederken başka insanları ve başka gelenekleri tanımak için yola çıkardı. Bilmedikleri şehirlere ve yörelere girer, merakla, sempatiyle ya da salt hayatta kalma içgüdüsüyle oraya uyum sağlamaya çalışırlardı. Zamanla bu seyahat etme biçimi yozlaştı; öncelikle Anglo-Sakson, özellikle de Kuzey Amerikalı olan, kendi memleketindeki alışkanlıkların ve tesislerin aynısını başka ülkelerde de talep etmeye başlayan bir "bastard turizm" anlayışı tarafından bozuldu. Yabancı ülkeleri ziyaret eden bu turist tipi, gittiği yerlerde kendi yaşam tarzını bulmak ister oldu. Yerel işbirlikçilerle el ele, bu eğilim her yere yayıldı: Turistler artık gittikleri yerlerde yerel dokuyla kısa, organize ve yüzeysel temasların ardından, barlara, restoranlara, tanıdık markalara dönerek "kendilerini yeniliyorlar". Bu temaslar da genellikle sosyal medyada popüler olan trendler tarafından şekillendiriliyor.
Gastronomi — ya da daha doğrusu gastronomi turizmi — bu sürecin tuhaf bir uzantısı haline geldi. Saygıdeğer bir alan olsa da, bir takım çarpık sapmalardan muaf değil. Günümüz gezgini yerel mutfağı tanımak istiyor olabilir; ama aynı zamanda kendisine alışıldık alternatifler sunulmasını da bekliyor. Hatta bilinmeyene adım attığında dahi bunu ön yargılarla, mesafeyle ve sadece ucundan ucundan yapıyor; yerel tatların onun damak tadına veya uluslararası alışkanlıklara uydurulmasını istiyor. Aksi olduğunda ise öfkeleniyor:
“Nasıl olur da burada şu yok!” diye çıkışıyor.
Bunu birkaç hafta önce, doğu şehirlerinin sokak ve çarşılarında dolaşan insanlara bakarken düşündüm. Dikkatimi çeken, gezginin yemek fotoğrafları çekmeye olan takıntısının artmasıydı. Brüksel’de bir tabak midye yemekle Sistina Şapeli’ni ziyaret etmeyi aynı derecede kültürel bir eylem sayan bu turist tipi, gezmekten çok yemek yiyor. Gittiği yerleri keşfetmiyor, onları öğrenmeye çalışmıyor; onun yerine Instagram’ı #SarajevoFoodie gibi etiketlerle fotoğraflarla dövüyor. Dünyayı tanımak için değil, sindirmek için dolaşıyor; elinde tarih kitabı ya da rehber değil, cep telefonu var. Sosyal medyanın önerilerine kulak veriyor ve bir tür ev yapımı kanaat önderi olarak arkadaşlarına, takipçilerine ya da kim varsa onlara, restoran selfie'leri ve rengârenk tabak fotoğraflarıyla saldırıyor: Ege’de gün batımı yerine, köriyle köpürtülmüş midye üzerinde karides carpaccio... O sırada Sokrates’in zindanı ya da Lope de Vega’nın evi arka planda, bulanık ve ilgi dışında kalıyor.
Yeme içme meselesinin en ilginç tarafı, uç örneklerde görülen çarpıklıklar ve insanların bu durumu fark etmeyecek kadar kendilerinden geçmiş olması.
Birkaç hafta önce İstanbul’da, bu durumu açık açık gözler önüne seren bir sahneye tanık oldum. İstanbul, milyonlarca turiste rağmen hâlâ tarih, yıkılmış bir imparatorluk ve baharat kokan dükkânlar barındıran bir şehir.
İspanyolca konuşması dikkatimi çeken, marka gözlüklü ve ortopedik sandaletli, sözüm ona kozmopolit havalı bir İspanyol kadın, meyve suyu satan bıyıklı bir Türk tezgâhçının önündeydi. Tezgâhçı, o eski usul İstanbul esnafıydı ve yüzünde bir yılgınlık vardı.
“Ama nasıl olur da doğal mango suyunuz yok?” diye sordu kadın, Cuenca aksanlı akıcı bir İspanyolcayla, ukala ve üst perdeden.
Güneşten kavrulmuş, aptal turistlerden ve azgın enflasyondan yılmış esnaf, İngilizce ve el kol hareketleriyle anlatmaya çalıştı:
“Yok. Ne doğal, ne yapay mango suyu yok.”
Burası İstanbul’du, Punta Cana’daki bir tatil köyü değil. Çay, su, karpuz suyu, nar suyu, üzüm suyu... Bunlar vardı.
Ama kadın ısrarcıydı. Hep İspanyolca konuşuyor, kararlı ve susamıştı:
“Otelde bana mango suyu verdiler.”
“Google’da bu caddede mango suyu satan bir yer çıkıyor...”
Tüm bu tartışma yaşanırken, oraya sadece 15 dakika mesafede bulunan Arkeoloji Müzesi neredeyse boştu. Sidon lahitleri ya da Truva kalıntıları önünde kimse durmuyordu. Ziyaretçi gelmeyen bu uygarlık kalıntılarının talihsizliği şuydu: Ne avokadolu frappe yapabiliyorlar, ne de humusu ketçap ve Endülüs usulü domatesli salmorejo ile sunabiliyorlardı.
Orada biraz oyalanıp kulak kabarttım. Sonunda, bu mini dram bitti: kadın, büyük olasılıkla Tripadvisor ya da benzeri bir siteye negatif yorum yazarken, öfkeyle oradan ayrıldı. Muhtemelen şöyle yazıyordu: “Berlin’deki Türklerde böyle şeyler olmaz.”
Kadın uzaklaşırken, Türk tezgâhçı sakin ve kadim bir bilgelikle sessizce bir sigara yaktı. Belki de o an şöyle düşünüyordu:
“Ne zaman barbar istilacılar kılıçlarla gelmekten vazgeçip, gıda intoleranslarıyla gelmeye başladılar?”


