İzmir Devlet Opera ve Balesi nde kadın besteciler gecesi
Haber Global sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Aralarında Isabella Colbran, Fanny Mendelssohn-Hensel, Johanna Kinkel, Clara Schumann, Pauline Viardot, Cecile Chaminate, Amy Cheney Beach, Puldowski, Florance Prince gibi önde gelen yabancı kadın bestecilerin yanı sıra iki yerli çağdaş bestecimiz Derya Derin ve Aysim Dolgun Ildız'ın eserleri icra edildi.
İlk olarak Birgül Su Ariç'in icra ettiği Isabella Colbran'ın ''La Speranza al cor mi dice'' prelüdüne geçmeden önce genel hatlarıyla operanın dünyada ve ülkemizde ortaya çıkış koşullarından bahsetmek, entelektüel kaygımızı bir nebze olsun dindirir diye düşünüyorum.
Kıymetli müzik yazarı ve eleştirmeni müteveffa Ahmet Say (piyanist Fazıl Say'ın babası) operanın tarih sahnesine çıkışını hazırlayan etmenleri, müzik tarihini çok kapsamlı ve doyurucu bir şekilde ele aldığı Müzik Tarihi adlı eserinde şöyle belirtir;
Opera,iki sanat dalının temelleri üzerinde yükselmiştir. Tiyatro ve müzik. Ancak opera bu iki sanat dalının üst üste getirilmesi ya da birbirine yapıştırılması değildir. Tiyatro ile müziğin kaynaştığı; edebiyat, özellikle şiir ve plastik sanatların güç verdiği bir sanat bileşimidir opera. Tiyatro sanatındaki söz, operada müziğin akışını engellemez; aynı şekilde, müzik de söz'ün önemini gölgelemez. Bu ikisi, birbirinin anlatımını güçlendiren yeni bir sanatı, operayı geliştirmiştir.
Curt Sachs (Say aktarıyor) 16.yüzyılın sonlarında operanın doğuşundaki toplumsal ve kültürel şöyle anlatmaktadır: ''Paris'te şiir ve müzik akademisinin kurulması, Floransa'da ressam Angelo Bronzino'nun ve Kurtulan Kudüs şairi Torquato Tasso'nun klasikçiliği, İtalyan ve Fransız mimarlığında, özellikle Palladio'nun eserlerinde tam klasik Vitruvius yasalarına bağlılıkla başlar.''(Say Ahmet,Müzik Tarihi,syf.183-184)
Hümanizm ile insanın ve bireyin doruklarında at koşturan Rönesans devrinde müzisyenler edebiyatla ilgilenmeye başlayıp Yunan dramlarıyla ilgilenmeleri sonucunda 'musikinin söz ile ifade etmesi sonucunda opera ilk meyvelerini vermiştir. Floransa Okulu'nun tirmizleri Jacopo Peri ve Giulio Caccini 1594'te Dafne'yi yazarak ilk operacılar olma şerefine nail olmuşlardır. Opera her ne kadar Floransa'da meydana gelmişse de onu sistematik bir alana koyup geliştiren Venedik Okulu'dur. Bu okulun en önemli temsilcisi ve keza operaya sanatsal ve teknik gelişmesinde yeni formlar getiren Monteverdi'nin L'Orfeo eseri Rönesans sanatında Barok Devri'ne geçişin kapısını aralayacaktı operaya. Monteverdi'nin L'Orfeo'da özellikle bu 'recitatif', 'arya',' koro' ve 'orkestra' gibi operanın temel öğelerini bir araya getirerek yeni bir sanat formunun doğuşunu muştuladı. Esasen bu durum Rönesanstan beri tevarüs eden polifonik (çok sesli) sisteme karşı, insan sesi için yazılmış monodik (tek sesli) bir formun gerekliliğindendi.
Diğer taraftan Alman ekolü olarak 1627'de Henrich Schütz'ün Dafne'si,Fransa'da J.Baptiste Lully,İngiltere'de Henry Purcel Barok Devri'nde operaya öncülük etmişlerdir. Londra'da italyan operalarının temsil edilmesi için kurulan Krallık Müzik Akademisi'nin yönetciliğine getirilmiş, müzikte Barok Devri'nin belki de zirve ismi G.Friedrick Handel'in; 'Rinaldo', Flavio, Jül Sezar, Orlando ve Alcina'sı her ne kadar sert eleştirilere maruz kalmışsa da operaya epeyce şeref bahşetmişti.
Handel'in hayata gözlerini yummassından çok ama çok kısa bir süre sonra, Almanya'da klasik müzikte bir münadinin sesi duyuldu. Orfeo ve Euridice isimli operasıyla o dönemde mevcut opera formunun kalıplarını yıkarak yeni bir çığır açtı Christhop Willibald Gluck. Gluck'un reformcu yanı kesinlikle Barok'un kompleks, biçimci,süslemeci bir saray müziğinin karşısında yer alıyordu. Onun partisyonları klasik döneme kapı aralayan dengeli, yalın ve saf bir düşüncenin ürünüydü. Onun,hikayeyi daha gerçekçi ve karakterlerin duygu durumunu daha etkili bir biçimde dramatize etmek için kullandığı 'recitativo stromentato' yöntemi operada hiç de yeni olmayan yeni bir buluştu. Böylece operada theatral ve müzik birliği büyük oranda sağlanmış oluyordu.
18.yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde dünya çok daha farklı politik ve ekonomik tekamüliyetlere gebe kaldı.1789'da Fransız İhtilali,1776'da Amerika'nın bağımsızlaşması ,1804-1815 yılları arasındaki Napolyon Savaşları ile İngiltere'de oluşum gösteren sınai kapitalizmin inkişafı hakeza politik, sosyal ve ekonomik vasatta meydana gelen gelişmeler müzik sanatını da etkilemiş, Bach ve Handel'in getirdiği stil ve formlar tedricen kaybolmuş ve yeni ekol ve formların oluşması kaçınılmaz olmuştu. Özellikle üvertür, senfoni ve konçerto alanında devrimci adımlar atıldı. Bu çağın tilmizleri Haydn, Mozart ve Beethoven Romanik İhtilal'e değin Viyana Okulu çevresinde fildişi kulelerinden çağa sesleneceklerdi. Mozart'ın 'Sihirli Flüt',Beethoven'ın ise 'Fidelio' operaları klasik çağ operasının biçim ve karakterini temsil etti.
19.yüzyıl'ın endüstrileşme, makineleşme, kitleselleşmiş katastrofik atmosferine gelindiğinde klasik müzik bendini aşmış bir set gibi çağın mevcut koşullarından uzak durmadı/duramadı. İşte, duyguları bir uçurumun kenarında terk eden, bendini aşmış bir çağlayan bir fırtına ve bir kaos abidesi: Richard Wagner!
Alman romantik operasının karakterinde mevcut olması gereken ne varsa, Alman idealizminin tüm inişleri ve çıkışlar Wagner'de ilahi bir yapıya bürünmüş gibidir. Tarih,efsane ve mitoloji ile harmanlanmış dramatik ve trajik operasıyla tüm devirlerin antitezi fakat bizatihi 19.yüzyılın kendisidir Wagner.Onun dramaları, seyirciyi coşku ve sarsıntıyla baskılar. İşte, Tristan ve İsolde, Nibelungen Yüzüğü, Lohengrin, Tanhauser....
Wagner'in diğer bir diğer çağdaşı ve Weimar'da kendisini tamamen çağdaş senfoni ve operaya vakfeden, piyanonun romantik temsilcisi Liszt'in 'Macar Rapsodisi' bu devrin meyvelerindendir. Aynı şekilde Wagner ile birlikte ilk romantiklerden ve Alman operasının babası olarak kabul edilen Von Weber'in 1821'de Berlin'de temsil edilen 'Der Freischütz' operasının elde ettiği başarı kesinlikle azımsanacak nitelikte değildi.
Yüksek bir şan birikimine sahip olan İtalya operası 19.yüzyılda Alman ekolüne koşut olarak ortaya çıktı. İtalyan operası 18.yüzyılların sonuna doğru üstünlüğünü Fransız operasına kaptırdıysa da 19.yüzyıl başlarında Rossini'yle eski başarısını yeniden kazandı.
Son olarak da Wagner nasıl 19.yüzyıl Alman ekolünün şahikalarında at koşturan engin ve dizginlenemez bir sanatçı ise aynı şekilde İtalya'da , Avusturya işgali altında inleyen bir ulusun yanık bağrından kopan, operanın şahikalarında at koşturan Guiseppe Verdi'yi teğet geçmek olanaksızdır.
İtalyan ulusunun ona ''il vecchio'' yani 'ihtiyar' anlamına gelen bu isimle anmaları aynı şekilde onun kompozisyonlarının milli şuur ve bilincin değirmeninde harmanlanmasında yatar.Bir nevi müzikte İtalyanların umut bağladığı general 'Garibaldi'ydi.
Verdi; Rossini, Bellini ve Donizetti'nin yolundan gitmekle beraber kesinlikle çağdaşı Wagner'in en önemli rakibiydi fakat asla Wagner etkisine girmedi. Verdi'nin ilk operalarının librettoları acıklı ve milli duygular üzerine yoğunlaşır. Onun opera stilinin en vazıh yanı, dramatik durumları pek belagatli bir melodiye dönüştürme kudretidir. Aida,Otello ve Falstaff operaları bunun en bariz örnekleridir. Aynı şekilde, Rigletto(1851),Trovatore(1853) ve La Traviata(1953) operaları Verdi'nin dünya çapında üne kavuşmasını sağlayan kompozisyonlar oldu. Bu eserlerde göze çarpan olgu, Verdi'nin operaya getirdiği yenilikçi biçimde yatar. Onun izleyiciyi , ses-söz-sahne-orkestra bütünlüğüne eklemleme çabası aynı nedenle operanın 'teatral' biçemini ıskalamama kaygısında yatar. Böylece tarihsel anakronizme girmeden ana hatlarıyla operanın gelişmesi, ekolleri ve temsilcileri üzerine girizgah niteliği taşıyan bir taslak çizmeye çalıştım. Bir sonraki yazıda Türkiye'de operanın gelişmesi ve kurumsallaşması ve İzmir Devlet Opera ve Balesi'nde sahnelenen Kadın Besteciler Gecesi üzerine olan izlenim ve analiz yazsını ele alacağım.
Sevgiler...


