Kalemi bırakıp sopaya sarılmışlardı! İşte Ahmet Mithat Efendi ile Fazıl Hüsnü Dağlarca nın fıkralara taş çıkartacak eli sopalı o hâlleri...
Haberturk sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
Evvela 'Hace-i evvel' (toplumun bilimsel ve fikri yönden ilerlemesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir dille yayan kimse) denilen Ahmet Mithat Efendi (1844-1912) ile işe başlayalım.
Verdiği onlarca eser sebebiyle '100 beygirlik yazı makinası' olarak bilinen Ahmet Mithat, Tanzimat döneminin en önemli yazar, gazeteci ve aydınları arasında gelir. Ölümüne dek 200'den fazla eser yayımlayan Ahmet Mithat, Türk edebiyatının gerçek anlamda ilk popüler yazarıdır dersek abartmış olmayız.
Ahmet Mithat Efendi kendi döneminde çok yazan ve çok okunan bir yazar olmuş hep. Gençliğinde muzır neşriyattan sürgüne bile gönderilen bu ilginç edebiyatçı hayatının son yıllarında başka türlü bir gözden düşüşü de yaşamış, siyasi görüşleri yüzünden dışlanmış...

ÜNLÜ EDEBİYATÇI OLAN DAMADINI GAZETEDEN KOVDU!
Sadece eserleri değil yaşamıyla da çok renkli bir şahsiyet olan Ahmet Mithat, bugün bile anlatıldığında fıkra gibi düşünülecek olaylara imza atar. Kızı Mediha ile evlendirdiği dönemin ünlü edebiyatçısı Muallim Naci, kayınpederi Ahmet Mithat ile çıkardığı Tercüman-ı Hakikat'in edebiyat sayfasını yönetir. Gelin görün ki, eski edebiyat alışkanlıklarını savunan damadı ile görüş ayrılığına düştüğü için 2 yıl sonra onu gazeteden kovmakta tereddüt etmez...

EMİLE ZOLA'DAN ZORLU POLEMİĞE!
Ahmet Mithat, dönemin ünlü gazetesi Vakit'in başyazarı Kemalpaşazade Sait Bey (nam-ı diğer Lastik Sait) ile klasikler ve Emile Zola meselesinde fikir tartışmasına girişir. Her iki yazar da gazetedeki köşelerinden birbirlerine adeta ateş püskürür! Kavga uzadıkça uzar. Ahmet Mithat artık sıkılmıştır. Tartışmayı sona erdirmek için karşı tarafa bir nevi 'ateşkes' önerisi yaparak karşılıklı kalemlerin susmasını ister...

Ne var ki karşı tarafın lakabı boş yere 'lastik' değildir. Tartışmayı noktalamak niyetinde değildir. Ahmet Mithat bakar ki olacak gibi değil Gordion düğümünü kesmekten başka çareyi bulamaz ve 'Ben bu işi başka türlü halledeceğim' diyerek Bab-ı Ali sokaklarında yana döne Lastik Sait Bey'i arar... Nihayet Sait Bey'i tenha bir köşede sıkıştıran Ahmet Mithat, bastonuyla hamle yapar ve meslektaşını evire çevire döverek ona tam bir meydan dayağı atar!
"SAİT BEY TARAFIMIZDAN SUSTURULMUŞTUR"
Tartışmanın birden bıçak gibi kesildiğini gören gazeteciler Ahmet Mithat Efendi'ye 'Üstad ne oldu ikinizden de ses çıkmıyor?' diye sual edince kahramanımız gülerek şu cevabı verecektir:
"Eee bizimle kalem tartışmasına girmek herkesin haddi değil. Sait Bey tarafımızdan susturulmuştur".

Gelelim edebiyatımızda ikinci baston vakasına...
'İkinci Yeni şiirinin öncüsü' kabul edilen Cemal Süreya, Fazıl Hüsnü Dağlarca için 'şiir tankeri' demiştir. Boşa söylenmiş bir laf değildir elbette. 70 yıldan fazla edebiyat dünyasının içinde kalem oynatan Dağlarca, 134 şiir kitap çıkarmış; özdeyiş niteliğinde nesir örnekleri de kaleme almaktan geri durmamıştır.

Ahmet Mithat Efendi gibi Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın da bastonlu vakası dillere destandır.
Sıddık Akbayır'ın 'Edebiyatın Fenerbahçesi' isimli kitabında bu ilginç olay şöyle anlatılır:
Ayhan Bozkurt ilk şiir kitabı, 'Ömür Ölümün Önsözü’nü çıkaracaktır. Çok mutludur, tarifi imkânsız bir mutluluktur onun için... Rıfat Ilgaz Cide Edebiyat Ödülü'nde Övgüye Değer Şair ödülünü almıştır.
Kitabı da bu vesileyle yayımlanacaktır. İlk kitap heyecanı başkadır.
Kendisini artık kitabı olan bir şair olarak görmeye başlamıştır. Acemidir ama özgüveni oldukça yüksektir. Bir kitabın kapağında adının yazması, kitapçılarda kitabının vitrinde olması çok özel duygulardır. Oysa gidilecek yol uzun, yazılacak dize, okunacak şiir çoktur.
İlk yayıncısı, aynı zamanda şair arkadaşı Cenk Koyuncu ile kitabının son düzeltmelerini yapmaktadırlar. Kitap matbaaya gidecektir. O an oturdukları yerin hemen önünden biri geçmektedir. Ayhan Bozkurt, geçen o adamın Fazıl Hüsnü Dağlarca olduğunu bilmiyordur.
Şair arkadaşı, “Şansa bak bu adam kim biliyor musun?” diye sorar.
Yanıtı gecikmez: “Hayır, tanımıyorum”.
“Dağlarca o... Koş git konuş, merhaba de...” deyince oturduğu yerden fırlayıp, bastonunu yere vura vura yürüyen bu büyük ustaya sessizce yaklaşır.
“Hocam merhaba, nasılsınız?” diyerek koluna girer.
Kalın gözlük camının arasından sert bir bakış atar. Bastonuyla “Daha fazla yaklaşma...” der gibi, kendinden biraz uzağa iter genç şairi.
Durup “Sen kimsin?” diye sorar.
Ayhan Bozkurt, gülümseyerek “Şairim” der.
Kendisinden o kadar emindir ki...
Sakindir önce. Gözleriyle Bozkurt’u süzer. Aniden bastonu kafasına indiriverir. Sakinliği gitmiş, gözlerinden ateş çıkmaktadır sanki. Bozkurt’un “Aman hocam ne yapıyorsunuz?” demesine kalmadan bastonu neresine gelirse vurmaya başlar. Bir taraftan vurur, bir taraftan da bağırır. “Ben yüz yaşına geldim şairim demiyorum. Sen kaç yaşındasın da karşıma çıkmış şairim diyebiliyorsun. Def ol git buradan!”
Pişman olmuştur söylediğine ama iş işten geçmiştir. Bastondan yüzünü korumaya çalışır.
“Hocam beni affedin... Öyle demek istemedim” dese de nafile... Bir süre sonra acımıştır galiba, vurmayı bırakıp yürümeye devam eder. Bozkurt, özür dilemek için peşinden koşar. Birkaç denemede de sonuç alamayınca vazgeçer. Onları gören insanlar hemen yanlarına koşuşur. Hatta Bozkurt’a bağırmaya başlamışlardır.
“Yok, hayır! Düşündüğünüz gibi değil... Ben bir şey yapmadım”.
Toplananlardan “Yürü amca sen yürü!” der ve Bozkurt’u onun yanından uzaklaştırır...


