Kıssa ile rüya Mustafa Kutlu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
İlk kitaplarım yetmişli yılların başında yayımlandı. Yazdıklarım genç bir yazarın başarılı lâkin alışılmış ürünleriydi.
Hikâye konusunda biçim ve muhteva için
esaslı bir yol bulmalıydım
. Bir süre yazmadım ve bu yolu aradım.
Ben rahmetli Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisi çevresinde yetiştim. Bu çevre yönünü Batı’dan ziyade “bu topraklar”a çevirmişti.
Bu sebeple geleneğe ilgi duydum, eski edebiyat ve sanatımıza baktım. Edebiyat, musiki, mimarî, hat ve tezhib. Bunların hepsi sanatın sembolik dilini kullanıyor ve dilin temeli Kur’an-ı Kerim’e dayanıyordu.
“Tasavvuf” sembollere yer verdiği için sanat dilinin beşiği gibiydi. Edebiyatta ister manzum ister mensur olsun eserlerin dayanağı birer “kıssa” idi.
Kıssaların menşeinde ise Kur’an-ı Kerim vardı.
Hz. Âdem’den itibaren Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve başkaları.
İçlerinde en güzeli “ahsen-i kasas” olan Hz. Yusuf kıssası idi.
Hikâye kabaca Kuyu-Züleyha-Zindan-Rüya-İktidar-Hesaplaşma gibi parçalardan oluşuyor ve hepsi birleşince ortaya Hz. Yusuf’un macerası çıkıyordu.
Bir nevi kesretten vahdete ulaşmanın ifadesi.
Bu yolu benimseyerek günümüzün dili ile yazmaya başladım.
Yazdıklarım için yorum yapanlar geleneği yenilediğimi söylediler.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsiri yolumu aydınlatmıştı. Orada Yusuf sûresi anlatılırken
“Kıssa ve Rüya”
üzerinde durulduğunu gördüm.
Önemine binaen bu bölümleri naklediyorum (Rüya kısmı bayağı uzundur):
“Kıssa esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve hikayelere de kıssa adı verilir ki, buna Farsçada destan veya efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane deyimi inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikâyenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikâyenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikayeler çok nadir olur. Kıssaların gerçeği de hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delalet eden bedi’î nüktelerle tasviri ve belagatlı bir şekilde anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir macerası olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatin belagatlı bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve nişanıdır.”
“Görülüyor ki, burada rüya ile ahlam birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur’ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir. Onun altında girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına da adğası ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı, dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir. Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen “rüyet” kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatin, insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade “ubur” veya “ibare” mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir. Yani “rüya tabiri” çok kullanılan bir deyim olmakla beraber “ubûrü’r-rüya” veya “ibaretü’r-rüya” denilmesi Arapçada daha fasihtir. Bununla beraber Türkçede “tabir” deyimi yayılmış ve tutunmuştur.”
(Hak Dini Kur’an Dili, Sadeleştirilmiş metin, Doç. Dr. İsmail Karaçam, Yard. Doç. Dr. Emin Işık, Dr. Nurseddin Bolelli, Abdullah Yücel).


