İstanbul neresi? İstanbullu kim? Mustafa Kutlu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi paylaşıyor.
Şehrin meydanlarından birinde durup etrafımızdan akan kalabalığa şöyle bir bakalım: Tanıdık bir muhitte bulunmanın verdiği güven ve rahatlığı duyabilir miyiz?
Sanıyorum bir tedirginlik duyacak gibiyiz. Çünkü gelip geçenler tanıdık kimseler değil. Tabii burada şahsi bir ilişkiden bahsetmediğimiz anlaşılmıştır. Onlarla “hemşehri” değiliz. Bir türlü bildik tavırlara, aşina bakışlara, dost yürüyüşlere rastlayamıyoruz.
Şu karşıdan gelen uzun saçlı, bıyıklı, şalvar kesimi pantolonlu genç herhâlde üniversite talebesidir. Yanıldık işte: dört yıllık inşaat işçisi çıktı. Pülümür’den gelmiş ve Almanya’da çalışan ağabeyinin İstanbul’da bulunan evinde kalıyormuş. Beride duran bereli, ince kadife pantolonu vücudunu iyice saran, güneş gözlükleri ile uzaklara doğru bakan, zarif duruşlu genç kız herhâlde bir büyük şirketin birkaç lisan bilen sekreterlerinden biridir diye umutlanıyoruz. Konfeksiyonda çalıştığını, kazancının kendisine bile yetmediğini söylüyor.
Ya bu çıplak başlı, iri kıyım, kravatının düğümü yumruk kadar bey kim? Bir ithalat-ihracat firması sahibi mi? Hayır, hayır... Kâğıt hamallığından kâğıt tüccarlığına terfi etmiş Niğde’nin bilmem hangi köyünden gelmiş biri.
Sonra o marangoz kılıklı adam: Defterdarlık’ta memurmuş.
Kasap zannettiğimiz sendikacı...
Garson tavırlı şarkıcı...
İki yanımızdan bir acayip kalabalık akıp gidiyor. Her şeyi, herkesi yutan, içine alıp eriten, eritemezse bile şeklini bozan, adı sanı belirsiz bir kalabalık.
İşte Sirkeci Garı. İşte yedi göbek Bakırköylü İclâl Hanım. Bu banliyö treni neden bu kadar kalabalık? İclâl Hanım elinde filesi ile neden bu kadar bekletiliyor? Ya, zaten iyice dolmuş olan vagona “haydi bastır” diye yüklenen bu gençler? Nereden gelmekteler? Neden bu kadar yüksek sesle konuşmaktalar?
Deniz Yolları’ndan emekli Ayetullah Bey de kucağındaki torunu ile aynı sıkıntıda. Ayağına basıp duruyorlar, itip kakıyorlar. Elindeki kanarya kafesi ile Saffet Bey kalabalığı yarıp bir türlü vagona giremiyor. Gelenler zavallı ihtiyarı omuzlayıp geçiyor. Her yerde omuzluyorlar onu, itip kakıyorlar. Zaten etrafını tanıyamıyor, kolay kolay nerede bulunduğunu çıkaramıyor artık. Geçende gittiği Üsküdar Nalçacı Hasan Sokağı’nda oturan kız kardeşinin evini bile çıkaramadı. Tanıdık ağaçlardan, bildik yapılardan hiçbiri kalmamış o sokakta.
Binbir şamata ile tiren kalkıp gidiyor.
Kalıyor Saffet Bey peronun ortasında.
Elinde kanarya kafesi.
Eminönü’nde esnaf Haşmet Raif de tanımıyor kimseyi. Tezgâhtarlarını, dükkân komşularını, müşterilerini. Bazen bakakalıyor camdan gelip geçenlere. Yağmur damlaları süzülüyor, buğulanıyor her şey. Neredeyse kendi çocuklarına yabancılaştı. Mühendislik mektebinde okuyan oğlu ile Zeynep Kâmil’de hemşirelik yapan kızını tanıyamıyor. Onlar bu şehrin sokak isimlerini bilmiyorlar. Oturdukları “Kediseven Sokağı”na niçin bu ad verilmiştir, bilmiyorlar. Üsküdar camilerini, dergâhlarını, çeşmelerini tanımıyorlar. Mesela Ramazan bu şehre nasıl girer, nasıl çıkar habersizler. Yani sofrada nasıl oturulur, büyüklerle nasıl konuşulur, bahçedeki çiçeklerin kokuları nasıldır, mor salkımlı akasya hangi mevsimde açar?..
Onlar, yani İclâl Hanım, Ayetullah Bey, Haşmet Raif artık bu şehrin yabancıları. Binaların, sokakların, arabaların, süpermarketlerin, arabesk şarkıların, dostlukların, yerli yerince gülmenin, ağlamanın, özür dilemenin, edebin yabancısı...
Ya bu kalabalık...
Ya bu şehrin surlarını döğen sel...
Kimdirler, nerelerden nasıl gelmiştirler? Ne yer, ne içerler, nasıl çalışır, ne kazanırlar?..
Şehrin kıyısına köşesine, bir gizli kovuğuna yapışıp sonra o büyük kalabalığa karışmışlardır. Genişleyip, dal budak salmış, alanlara sığmaz olmuşlardır.
Kayaları çatlatan bitki kökleri gibi var olan her şeyi alt üst ederek. İşte bu alt-üst geçitlerin, işte bu inşaat şirketlerinin, büyük yol makinelerinin, mıcırın, asfaltın, burnu kesik minibüslerin altında hep onlar duruyor.
Klor kokulu suya, kurum dolu havaya, toprak diye bastıkları kirli kara yere, şehrin tepesinde gürüldeyip duran sese, atılan kahkahalara, rüzgârda savrulup açılan eteklere, iki yüz elli gram ete, pakette taşınan süte, şişedeki suya, takılıp kaldıkları odalara, durup bekledikleri kuyruklara, nefes nefese kavuştukları otobüse, küfüre, hakarete, bencilliğe, bir başına kalmışlığa dayanıp duruyorlar.
Gözlerini dört açmışlar.
Meydanlara sığmayan kalabalık, seyyar satıcılık, işportacılık vb. ile varolmaya çalışıyor (1986)


