Korku (3) İstanbul dan Londra ya giderken havaalanı komutanı beni neden odasına çağırdı? Agos
Agos sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
“Ben Havaalanı Komutanıyım Jan. Seni son anda ekranda gördüm. Bu saçla yurtdışına çıkamazsın. Sen ülkemizi temsil ediyorsun Londra’da." Hoppala, ne vardı saçımda anlamadım? Bütün dünya uzun saçlıydı. Ama adımda ne olduğu apaçık belliydi. Belli ki yolcu çıkış listelerinde görmüşlerdi adımı. Korkunun şiddetini artırmak için de son ana kadar beklemişlerdi.
Korku insanın iç güdüsünde vardır, öğrenilmez. Ne zaman, nerede meydana geleceğini bilmediğimiz olaylar, hep korku doğurur. Ansızın ve ummadığımız bir anda meydana gelen gürültüler, boşluk duygusu, hep korku halini yaratır.
Dünyaya hiç gülerek, kahkaha atarak, güle oynaya gelen bebek var mıdır?
Annemizin o sıcak korumalı rahminden dışarı çıktığımız ilk an feryatla, çığlıkla doğarız. Pediatristler ağlamak, feryat etmek ciğerlerin açılmasını sağlar der. Ne var ki ciğerlerimiz açılır ama aynı zamanda da Korku tezahürü artık bir yaşam biçimimiz, kendimizi ifade tarzımız olmuştur. Doğumdan ölüme giden yolda yazacak çok şey vardır Korku üzerine.
Babadan oğula öğütBabam Anadolu’ya yaptığım seyahatlerin birinde başımdan geçenleri okuduğu gün, hiç unutamayacağım bir nasihat çekmişti.
“Korku sözünü hiç aklından çıkartma. Korkma diyenlere de sakın inanma. Korkak insan akıllı insandır. Kendini bilen insandır. Korku her zaman hayat kurtarır. Tehlikelerden uzak tutar. Korku çalar saat gibidir. Gerçek dünyada yaşadığını hatırlatır” demişti.
Aynı sözleri ben de oğluma söyledim. Üniversite yıllarımda psikoloji dersinde korkunun tarifini şöyle yapmışlardı: “Korku, algılanan bir tehdit veya tehlikeye karşı verilen temel bir duygusal tepkidir. Vücudun savaş ya da kaç tepkisini tetikleyerek fizyolojik değişikliklere yol açar.”
Ne kadar da süslü kelimeler kullanmışlardı!..
Dünyalı haliAslında korku sırasında çoğu zaman ne savaşacak ne de kaçacak halimiz vardır. Ne kadar korkmuyorum derseniz deyiniz. Organlarınız aynı şeyleri söylemez. Korku sırasında apışıp kalırız. İşte bu hale de “hapı yuttuğunun resmidir” derler argo dilinde. Size sunulan tek kurtuluş yolu itaattir, öz Türkçesiyle ‘buyruğa uymak’tır. Sonuca katlanmaktır. Bu yüzden idam sehpasında son arzusu sorulan kendini bilen çoğu mahkûm, cellada “İşini çabuk bitir” der. Gazetecilik hayatımda benim en çok duyduğum, en çok duyurmaya çalıştığım yaşanmış hikayelerin özündedir bu tür korkular. Kısaca bir “dünyalı hali”dir Korku.
Korkunun belgesiKaranlık yılların bir kış gününde. Yeşilköy Havaalanı adının değişime yaklaştığı yıllardayız. İstanbul’dan Londra’ya uçuyorum. Uçağa giriş anonsu yapılmış, sırayla uçağa girmek için körüğe doğru ilerliyoruz. Bir süredir tekrarlayan ama üzerime kondurmadığım anonsun bana olduğunu anladım. “Jan Devletoğlu lütfen danışmaya geliniz.”
“Müdüriyet odasında bekleniyorsunuz” dedi danışma.
Görevli önde, ben arkada, yolcuların sorgulayıcı bakışları arasında yürümeye başladık. Soğuk bir ter tüm bedenime yayılıyor. Mide ve karın ağrısına benzer garip ama tanıdık bir kas ağrısı başladı. Tuvalete gitme ihtiyacım geldi aniden. Söylesem asla izin vermezler üstelik polis de çağırabilirler. İyi tanıdığım bir Korku halidir bu.
“Hapı yuttuk yine” dedim kendi kendime.
Havaalanı müdürünün odasından içeri girdik. Odada bir asker, bir de sivil var. Sivil belli ki Alan Müdürü. Çok yıldızlı asker, kendini tanıttı.
“Ben Havaalanı Komutanıyım Jan. Seni son anda ekranda gördüm. Bu saçla yurtdışına çıkamazsın. Sen ülkemizi temsil ediyorsun Londra’da.”
“Uzun saç yakışır mı bize?”
Hoppala, ne vardı saçımda anlamadım? Bütün dünya uzun saçlıydı. Ama adımda ne olduğu apaçık belliydi. Belli ki yolcu çıkış listelerinde görmüşlerdi adımı. Korkunun şiddetini artırmak için de son ana kadar beklemişlerdi.
“Kestirmeye vakit bulamadım komutanım.”
“Olur mu Jan? Uzun saç yakışır mı bize? Şimdi hemen arkadaşlarla alt kata in, berberde bir güzel tıraş ol. Sonra da gel pasaportunu al.”
“Komutanım yarın Kuzey İrlanda’ya uçacağım. Bavulum uçağa verildi”.
Sözümü sert bir tavırla kesti.
“Biz bavulunu hallederiz, sen git saçlarını hallet, Jan” dedi, adımın üzerine basa basa.
Çaresiz iki görevliyle alt katta olduğunu söylediği berberin yolunu tuttum.
“Nasıl keselim?” diye sordu berber.
“Yurtdışına çıkış tıraşı yap” dedim.
Bir şey anlamadı sözlerimden ama tavrımdan ve dışarıda bekleyen sert duruşlu refakatçilerden, iki numara makineyi daldırdı saçlarıma.
Döndüğümüzde komutan ve müdür hala ayaktaydılar.
“Ha şöyle, şimdi oldu” dedi komutan.
Pasaportumu uzattı.
“Güle güle Jan”, yine adımın üzerine basarak.
Uçak gitmiş, bavulum çıkartılmış, eski biniş kartım değiştirilmişti. İlk bulduğum boş koltuğa çöktüm. Kafam üşümeye başlamıştı. Askere bile giderken iki numara tıraş yapmamışlardı. Pazarda üç kuruşa satılan kasketler, havaalanı butiklerinde ateş pahasıydı. O geceyi başıma atkımı dolayıp, pardösümün altına sığınıp Yeşilköy Havaalanının koltuklarında geçirdim.
“Hayrola, o ne biçim asker tıraşı” dedi Londra bürosundaki arkadaşlar.
“Komutan emriyle” dedim. Kimse anlamadı yanıtımı. Yüzümdeki ifadeden sormaya da cesaret edemediler.
Korkunun belgesiydi giden saçlarım!


