Müjdat Gezen’le Kürek Çekmek Silivri Yolculuğu... Sözcü Gazetesi
Sozcu sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
İstanbul Menekşe’den Silivri’ye kayıkla gidip oradaki altın kumsallarda kamp yapma hayali, Müjdat Gezen ile aramızda konuştuğumuzda içimize coşku ve heyecan salan, yüreklerimizi kıpır kıpır eden bir gençlik projesiydi.
Başlangıçta sadece düşlediğimiz ve imkânsız gibi gördüğümüz bu isteği zamanla gerçekleştirmeye ve romanlara konu olabilecek bir serüveni yaşamaya karar verdik. Gündelik sıkıntılara elveda deyip denize açılmak, hem zihnen hem de bedenen kendimizi iyi hissetmemizi sağlayacak ve “işte başardık” diyerek bizi gururlandıracaktı. Zira kayıkla yapacağımız onca uzağa gitme serüveni bize güçlü, dirençli, azimli ve sabırlı olmayı kazandıracak, insan gücüyle damıtılmış bir mücadelenin cesaretini, başarısını ve eşsiz keyfini hissettirecekti...
★★★
Hafif bir karayele dönen rüzgâr kısa süre sonra kesildi. Küreklerin sulara vururken çıkan sesi, ümitli, neşeli bir şarkıya benziyor, insanın içini ürperten ve ürküten kedere dair her şey kayboluyor, yerini mavi bir ümide, hasrete ve saf bir hayale bırakıyordu.
Kimi zaman belli belirsiz mavi köpüğe kesiyor, her yer kristal bir maviye dönüyordu; bu bambaşka, büyülü, uçsuz bucaksız ummanı zenginleştiren bir mücevher mavisiydi. Her yer maviye kesmişti. Maviye mi bakıyorum, yoksa dümdüz ve ısrarcı bir suda, dünyanın büyük yalnızlığının içinde kürek mi çekiyorum, bilemedim.

★★★
Semizkumlar’a yanaşınca şarkılar söyleyerek kayığı kumlara çektik.
Yumuşacık kumların üstünde bacaklarımızı açmak için sevinçle sağa sola koşup çadırımızı kurduk.
Şezlonglarımıza oturduk.
İki üç adım ötemizde uçsuz bucaksız mavilik uzanıyordu.
Bu mavilik bana çocukken Çanakkale’de dalış yaptığım boğazın sularını anımsatıyordu.
Yedi yaşına girdiğimde ikinci sınıfa geçerken, babamın tayini Çanakkale’ye çıkmıştı. O yıllarda Çanakkale’ye kara ulaşımı çok zordu. Eşyaları kamyonla taşımak mümkün değildi, ancak vapurla taşınabiliyordu. Marmara’nın fırtınalı bir gecesinde Tekirdağ’dan kalkan gemiyle yeni yaşam yerimiz olan Çanakkale’ye doğru yolculuğa başladık. Çanakkale Boğazı’na girişimizde ilk gördüğüm boğaz kenarındaki yamaca büyük harflerle nakşedilmiş, Necmettin Halil Onan’ın dizeleriydi:
“Dur yolcu!
Bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir...”
İşte o yazıya gururla baktım.
O çocuk hâlimle denizin dibine daldığımda avuç dolusu mermiyle çıkar, dipte batık gemi iskeletlerini görürdüm.
Müzeye giderdim.
Çanakkale’nin nüfusu 75 bindi o zamanlar. İki katlı şirin evlerin inci tanesi gibi serpildiği Hastane Bayırı’nda oturuyorduk. Evimiz sahil kenarındaydı. Yüzmeyi çok seviyordum. Yaz aylarında her sabah evimizi denizden ayıran caddeyi geçer, kendimi Çanakkale Boğazı’nın masmavi sularına bırakmaktan, uzun süre kulaç atmaktan ve dalış yapmaktan çok hoşlanırdım. Aynı zamanda iyi bir olta balıkçısı olmuştum. Denizde ne kadar pavurya, ıstakoz, balık adı varsa sayar dökerdim. Boğaz’ın sularında yıldızlar gibi parlar sönerdi balıklar. Bazen neredeyse bir çocuk boyu balık denizden fırlar, havada çakarak, çelik mavisi, çelik yeşili, çelik moru, çelik kırmızısı ışıklarını fışkırtarak, geri düşerdi. Balıklar, büyüklü küçüklü arka arkaya pırıl pırıl, binlerce ışıkla, akar giderlerdi. İstanbul Üniversitesi Hidrobiyoloji Enstitüsü’nün ileri istasyonunda görev yapan ‘Gezer’ isimli araştırma gemisinin üzerine çıkıp çapari ile palamut, çarpma olta ile de kol boyunda has kefal yakalardım.
Sonra çakı bıçağımla balıkları temizler, pırıl pırıl yıkar, bir sicime dizer, ganimetlerini gururla gösteren bir savaşçı gibi sallaya sallaya evin yolunu tutardım. Evin yakınındaki fırından taze çıkmış sıcak buğulu ekmeklerden alır, cebimde taşıdığım fileye doldurur, eve gülümseyerek varırdım. Annem ve kardeşlerim beni sevinçle karşılardı.
Hemen bir mangal yakardık, ateş kızıl köze keserdi. Meşe ağacının közleri kolay kolay kül bağlamaz, öteki odun küllerine benzemez, koru uzun süre muhafaza ederdi. Balıkları yayılmış közlerin üstünde kızartırdık; şıp şıp yağları damlardı.
Balıklardan, bütün eve yayılan, insanı çok acıktıran mis gibi bir koku çıkardı. Kalaylı sahanların başına geçmiş, oturmuş kardeşlerim, ellerinde sıcak ekmekleri, kızaran balıklara bir an önce kavuşabilmek için sabırsızlanırlardı. Balıklar pişince de kılçıklarını usul usul iyice ayıklar, yardıkları ekmeğin içine koyar, yumrukla kırdığım kelle soğandan da sıkıştırırlardı ekmek arasına, tadına doyum olmazdı. Dudaklarının kıyılarından balık yağları sızdırarak, parmaklarını yalayarak yerlerdi.
Daha o yaşlarda evin sofrasına katkıda bulunmanın hazzını keşfetmiştim.
Yıllar ilerledikçe hayatın zorluklarıyla karşılaşacak, emeğin çok yüce bir değer olduğunu tam vaktinde kavrayacaktım.
★★★
Bazı şeyleri yapmak için sadece emek gerekiyor.
Hayat da öyle emek istiyor.
Dünyaya emek verenler, dolayısıyla sana da bir şeyler vermiş oluyorlar.
Sen de yaparsın.
İnan, çok zor değil. Yeter ki iste ve yola çık. Kesinlikle başarı gelecek.
Ve emek verdiğin zaman göreceksin ki dünya güzelleşecek.
Gün batımının o sessiz ve huzur veren kızıllığı başladığında her ne yapıyorsan bırak ve onu seyret. Böylece para verip güneş batımlarını hayranlıkla izleyeceğin yerlere gitmene gerek kalmayacak.
“Biliyor musun? İnsan gün batımını daha çok seviyor, içi üzgünken” dedi Müjdat.
“Bir de Silivri soğuktur sözüyle içimiz üşümese...”
★★★
Halk Kitabevi’nden yakında çıkacak olan romanım “Müjdat Gezen’le Kürek Çekmek-Silivri Yolculuğu” kardeşten farksız iki arkadaşın, İstanbul-Menekşe’den başlayıp, Silivri kıyılarında son bulan kayıkla yolculuk serüvenini anlatıyor gibi görünse de, sizi kucaklayıp bir solukta okuyacağınız bambaşka ufuklara yelken açtırıyor...
Şimdiden iyi okumalar...


