Özge Mumcu, Mehmet Ağar ın ifadesini yazdı: Kara kutu, sabun ve tuğla Agos
SonTurkHaber.com, Agos kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Özge Mumcu’dan Mehmet Ağar’ın ifadesine tepki: O duvar yıllardır gerçeğin üstüne örüldü Gazeteci Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu Aybars, babasının öldürülmesine ilişkin yürütülen davaya katılan dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın ifadesine ilişkin, “Avucunuza aldığınızda kayıp giden, sıkmaya çalıştığınızda parçalanan, geriye köpüğünden başka bir şey bırakmayan sözler. Çünkü o ‘duvar’, yıllardır gerçeğin üstüne örüldü; o ‘tuğla’ yıllardır adaletin önüne bırakıldı” dedi.
Gazeteci Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok cinayetlerine ilişkin "Umut Davası"nın 13’üncü duruşması, dün Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Anadolu 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nden Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla tanık olarak dinlendi.
Duruşmaya katılan ve Mehmet Ağar’a sorular da yönelten Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu Aybars, bugün Kısa Dalga’daki köşesinde "Kara kutu, sabun ve tuğla" başlıklı yazıda duruşmayı, babasının suikastı öncesinde ve sonrasında yaşananları aktardı. Yazının tamanı şöyle:
'Bir dönemin aktörü Mehmet Ağar 33 yıl sonra ilk kez Umut Davası’nda tanık kürsüsündeydi. 'Duvar da çekerim, tuğla da' dedi. Ama sözleri yine sabun gibi kaydı. Kara kutuların gerçeği sakladığı yerde, öncelikle arşiv ardından gazetecilik tek çıkar yol olarak kalıyor.
Malum, Mehmet Ağar yıllardır devletin “kara kutusu” olarak bilinir. Kara kutunun görevi, uçak düştüğünde gerçeği ortaya çıkarmaktır. Bizdeki kara kutular ise tam tersine, devletin her çarpışmasında gerçeği karanlığa gömen bir işlev görür. Kaç tane kara kutu vardır bu ülkede? Onu sanırım kimse kesin olarak söyleyemez.
33 yıl sonra, Ağar ilk kez Umut Davası’na Mahkeme Heyeti’nin onayladığı talebimiz üzerine tanık kürsüsündeydi. Duruşmaya İstanbul Anadolu Adliyesi’nden SEGBİS ekranından bağlandı. Malum daha önce birçok duruşmaya sanık ya da tanık olarak gelmemişti veya zorla getirilme kararı çıkmıştı. Bir önceki duruşmada tebligat eline ulaşmamıştı. Bu sefer tebligatı elinde, SEGBİS ekranındaydı. Açıkçası beklemiyorduk. Dostlarıma, “yanında olalım dediklerinde” dediklerinde, “nasılsa gelmez yorulmayın” demiştim. Ama geldi. Belki kendi hikâyesini yeniden yazmak için, belki başka dengeler için.
Mahkeme Başkanı, hepimizin bildiği o cümleyi gündeme getirdi: “Tuğlayı çekersem duvar yıkılır.”
İlk cümlesi muhtemelen güçlü görünmek için seçilmişti: “Duvar da çekerim, tuğla da çekerim. Ölümü göze almış bir insanım. Cinayetlerin çözülmesi devlet için de bir şeref olurdu.”
Bu sözlerinin tamamıyla yanlış anlaşıldığını söyleyen Ağar, şöyle söyledi: "Meskûn olay sırasında ben Erzurum Valisi'ydim, Emniyet Genel Müdürü değildim. Fevkalade üzüntü duydum. Güldal Hanım da bilirler, kendisi Mülkiye’den sınıf arkadaşımdı. Ankara Emniyet Müdürü olduğum dönemde müşterek bir dostumuz vasıtasıyla tanıdığımız rahmetli Uğur Bey'in evine zaman zaman gidip gelirdim, görüşürdük kendisiyle. Hatta o dönemlerde kendisinin istememesine rağmen bazı kritik dönemlerde koruma ekibi de gönderirdim. Ve 2,5 yıl görev dönemimde hiçbir olay da olmadı. Kendisiyle temel meselelerde yaklaşımımız aynıydı. Türkiye'nin tam bağımsızlığından yana, hukuk devletinden yana, teröre tamamıyla karşı, nereden gelirse gelsin her türlü şeye karşı bir müşterekliğimiz vardı.”
Şimdi, bu 2,5 yıllık görev dönemi, kendisinin Ankara Emniyet Müdürlüğü dönemine denk geliyor. 1988 – 1990. Babamın bu korumaların hiçbirini kabul etmediğini not düşeyim. Hatta koruma için gelen polisin evin girişinde silahın emniyeti açık şekilde futbol oynamaya kalkması babamın gözünden kaçmamış ve kuvvetle muhtemelen bu nedenle korumayı geri çevirmişti. Bu benim süreçten çıkarımım.
İfadesi, avucunuza aldığınızda kayıp giden, sıkmaya çalıştığınızda parçalanan, geriye köpüğünden başka bir şey bırakmayan sözler. Çünkü o “duvar”, yıllardır gerçeğin üstüne örüldü; o “tuğla” yıllardır adaletin önüne bırakıldı.
Biz de dersimiz çalışmıştık. Babamın yaşam boyu davalarının avukatı, bu davada da bir süre avukatımız olan rahmetli Emin Değer’in tanıklığı kayıt altına alınmıştı – 1997 yılında.
Avukat Emin Değer: 'Ağar geldi gece. Eğer yanılmıyorsam, sanırım sonradan çıkardı, gözlerindeki o kara gözlükler vardı. Ben kara gözlüklü insanlara karşı öteden beri hep tepkiliyim. Nedense hoşlanmam yani. Çünkü göz çok önemlidir bana göre. Güldal Mumcu şeyi anlattı, olayı anlattı. Baştan itibaren o günkü olayı anlattı. Olayın olduğu günkü olayı anlattı. Gelişmeleri anlattı. Gayet sakin dinliyor. Arada küçük sorular soruyor ama önemli şeyler değil onlar. Bir noktaya geldi. İstanbul Emniyeti'nin soruşturma evrakındaki tahrifata değindi. Elindeydi o evraklar. O tahrifatı anlattı, gösterdi kendisine. Ne diyorsunuz buna dedi. Olabilir bunlar dedi. Ağır. Yorgunluğuna gelir dedi. Çocukların mutlaka özel bir amaçla herhangi bir kanıtı karartmak amacıyla yaptıklarını sanmıyorum. O görüşmede Güldal Mumcu suikasta ilişkin varsayımlardan, iddialardan, kanıtlardan söz etti. Sahte tanıklar. Tahrif edilmiş belgeler, yılgın savcılarla soruşturma gölgeleniyor. Buna karşın şüpheliler listesi uzadıkça uzuyor. Zanlı adları karanlıkta bir duvar gibi tuğla tuğla örülüyor. Güldal tekrar söz aldı. Güldal Mumcu, 'Görüyorsunuz Ağar' dedi. 'Olay bir yerde bitmiyor. Her şey bir tuğla üst üste yığılmış gibi bir duvar halinde yükseldi önümüze' dedi. 'Altından bir tuğla çekerseniz hepsi yıkılır' dedi Güldal Mumcu. 'Çekin yıkılsın' dedi. 'Yapamam' dedi. 'Neden yapamazsınız?' dedi. Tekrar 'Yapamam' dedi. 'O halde çekilin dedi, 'Başkası yapsın'. 'Onu da yapamam' dedi. Güldal Mumcu bu konularda ben onu tanıdım. Gerektiğinde gerçekten sözünü hiç budaktan, gözünü budaktan, dilini sözden sakınmayan çok yürekli bir insan. 'O halde siz altında kalırsınız' dedi.”
Ağar, suikast öncesinde babamla olan bir “samimiyet”inden söz etti. “Türkiye’nin bağımsızlığından yana müşterekliğimiz vardı” dedi. Hatta “Kazım Karabekir Anlatıyor” kitabı için kaynak desteği verdim” diye ekledi. Sanki, bugün İslami bir kesimin en çok sahiplendiği babamın kitabına dayanarak meşruiyet kurmaya çalıştı.
O “samimiyet” dediği neydi? Belki Ankara Emniyet Müdürü olduğu dönemde, babamın haber kaynağı olarak yakınlaşmaya çalışmasıydı; kendi beyanıyla — sanki aile dostuymuşuz gibi anlattığı için aktarıyorum — annesiyle birlikte babamın ofisine çay içmeye gelmek ve bunun resmi tutanaklara geçmiş olduğu izlenimini yaratmaya çalışması. Böylece kendisiyle aile dostu olduğumuz algısını bırakmak istemiş olabilir. Buna dair hiçbir bilgi veya belge olmadığından, mahkemede itirazımı tutanaklara geçirdim. Ve şimdi merak ediyorum: hangi “kara kutu” — devlet içindeki mi, devlet dışındaki mi — çarpışmanın kayıtlarından ne kadarını bilir? Ne kadarını saklar, ne kadarını açıklar?
Duruşmada Gladyo iddiaları soruldu. “Gladyo miladyo bizim işimiz değil” dedi. Sovyetler’den Mossad’a, ABD’den Batı’ya kadar koca bir çember çizdi. “Alt rütbelerdeyken Sovyetler’den şüphelenirdik, üst rütbelere çıkınca Batı’nın rolünü gördük” dedi.
Dikkat ettim: Avukatımız mevcut duruşma ile ilgili hangi önemli detayı sorsa, bir anda kulağı duymadı, suçu ses sistemine bağladı. Detaya girmesin diye özel bir uğraşı vardı.
Hâkim bana söz verdiğinde daha somut gördüğüm iki soruyu sordum:
— İçişleri ve Adalet Bakanlığı dönemlerinde neden babamın soruşturması tamamlanmadı, neden dava açılmadı?
— Bu süreçte herhangi bir siyasi baskı gördü mü?
Nedense beni duydu? Topu dönemin hakimlere savcılara attı. Önüme gelmedi dedi. Siyasi baskı görmedim dedi – özeti bu.
Benden sonra İçişleri Bakanı olan Sadettin Tantan çözdü dedi, bir örgüte bağlandı ama takip etmedim, dedi. Tamamlayayım, o örgütün adı Tevhid Selam diğer ismi Kudüs Ordusu.
Bu duruşma neden hala görülüyor? Çünkü bombayı koyan Oğuz Demir hâlâ bulunamadı.
Ağar’ın beyanlarını dinlerken babamın 3 Mayıs 1992’de Milliyet’te yazdıkları aklıma geldi:
“Gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunan insandır. Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.”
Babamın gazeteciliği, yolsuzluk dosyalarıyla hükümetleri deviren, farklı kaynaklarla kurduğu güven ilişkisine dayanan bir gazetecilikti. İşte bu yüzden kara kutular ondan korkardı. Çünkü gazeteci, kara kutunun gizlediklerini açığa çıkaran kişidir.
Merak ediyorum: Hangi kara kutu, ister devlet içi ister devlet dışı olsun, bir güç çarpışmasının tüm bilgilerine hakimdir? Devlet aygıtı, yanıtları farklı kara kutulara saklamaz mı?
O yüzden bize düşen, kara kutuların kayıtlarına değil, gazeteciliğin belgesine güvenmek. Ülkede kutular gerçeği saklar; gazeteciler açığa çıkarır.
Beni, 33 yıl sonra bir “Adalet ve Demokrasi Haftası” başlığındaki “sorgulayan hayat, sorgulanmayan ölüm” kısmı özellikle ilgilendiriyor. Babamın ölümü, babamın kendi gazeteci dostlarının ölümünün sorgulandığı kadar araştırılmadı. Sadece süreçler haber yapıldı, çoğunlukla haber harici süreçler romantize edildi.
İtirazı olan varsa, bana yazsın.
Aile olarak yıllardır sabunlanarak kayan bilgilerle ve defalarca ertelenen duruşmalarla karşılaşsak da o gerçeğin peşinden gitmeyi sürdürdük.
Devletin her zaman kara kutuları olacak — bunda eminim; onların da bir görevi var ve bilerek ya da bilmeden, farklı güçlerin sarmalında manipüle olabiliyorlar. Kendilerini ne kadar güçlü sansalar da: “Kartal için bir güvercini mağlup etmek bir şeref değildir.” O güvercinin gölgesine sığınmanın nedenini de hep beraber izleyeceğiz.


