Yeni emperyal düzen tasavvuru ve Suriye’nin geleceği Turgay Yerlikaya
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
Sanayi toplumunda artan enerji ihtiyacı, sömürgeciliğin ana karakterini teşkil etmektedir. Sömürgeler nihai kertede bu ihtiyacı karşılamak adına uzak ya da yakın coğrafyalarda tesis ettikleri otorite üzerinden ilgili ülkelerin kaynaklarını sömürmüşlerdir. Zaman zaman bunu bir ırksal ya da sınıfsal üstünlüğe dayanarak icra eden Batı, modern sömürgecilik tarihinin oluşumundaki başat aktördür.
Kimi zaman doğrudan işgal kimi zaman da ilgili ülkelerdeki siyasi otoriteyi kontrol etmek suretiyle işleyen bu mekanizma, entelektüel zeminde de kendisini meşrulaştıracak aydınlar üretmiştir. John Stuart Mill ve David Hume gibi isimlerin hem ırk hem de sömürü düzlemine yönelik yaklaşımlarına bakıldığında, bu entelektüel düzlemin nasıl işlediği de açık biçimde görülecektir.
Sömürgeciliği meşrulaştıran entelektüel mekanizma, sömürgeciliğin bir tür medenileştirme olduğu kanısındaydı. Yeterince gelişmemiş toplumların temeddününü bir vazife olarak addeden sömürgeci güçler, bu misyonu yüzyıllar boyunca sürdürmüştür. 20. yüzyıldaki bağımsızlık savaşları ve özellikle Afrika kıtasındaki ülkelerin sömürgecilikten arınmaları sonrasında, sömürgecilik kendisini revize etmek mecburiyetinde kalmıştır. Yeni yol ve yöntemlerle kendi çıkarını maksimize etmek isteyen bu güçler, siyasi otoriteyi kendilerine bağımlı kılacak stratejiler izlemişlerdir. Otorite tesisi konusunda sorunlar yaşandığında ise daha sofistike yöntemlerle, siyasi otoritenin güç kaybı yaşaması için çeşitli istikrarsızlıklar üretme ve kendisine muhtaç etme stratejisi izlemişlerdir.
BÖLME VE PARÇALAMA
Yakın coğrafyamızda çok açık biçimde gözlemleyebileceğimiz bu yöntemler için Arap Baharı süreci bir tür laboratuvar işlevi görmektedir. Halkların demokratikleşme taleplerinin emperyal aktörler tarafından yarattığı tedirginlik, bölgedeki iç savaş ve istikrarsızlıkların başlangıcı olmuştur. Özellikle Suriye’de İran ve Rusya gibi ülkelerin rejim lehine tavır almaları ABD’nin ise DAEŞ tehdidini gerekçe göstererek YPG’yi silahlandırması, bölgenin istikrarına darbe vuran adımlar olmuştur.
2014 yılı sonrasında YPG, uluslararası kamuoyuna özgürlük savaşı veren modern ve seküler bir aktör olarak takdim edilmiştir. ABD, medenileştirme misyonunun bir aparatı olarak teşekkül ettirilen bu illegal örgütü, bir yandan söylem düzeyinde meşrulaştırırken diğer yandan da askeri ve finansal açıdan teçhiz etmiştir. Sadece 2023 ve 2024 yıllarında Pentagon’dan yaklaşık 150 milyon dolarlık bütçe ile desteklenen YPG, ABD’nin en gelişmiş silahları ile de teçhiz edilmiştir. 2016 sonrasında Türkiye’nin askeri operasyonlarıyla kesintiye uğratılan emperyal ajanda, İsrail gibi bir aktörün sürece dahil olması ile başka bir evreye taşınmak üzere.
Uzun süredir ABD tarafından himaye edilen YPG’nin, Trump iktidarında bu desteği sürdürebilmesi ile ilgili çeşitli sorunlar var. ABD’nin bölge stratejisi, Türkiye ile olan ilişkileri ve öncelik alanları (ÇİN) ile ilgili güç dağılımı, YPG ile ilgili belirsizliği artırmaktadır. Fakat 8 Aralık devrimi sonrasında Suriye sahasındaki anahtarın Türkiye’de olduğu gerçeğini teslim eden ABD’ye rağmen, İsrail’in Suriye’ye müdahil olması ile tablo değişti. YPG’nin İsrail tarafından himaye edilme ihtimalinin gün be gün arttığı bu konjonktürde, bölgede yeni bir emperyal ajandanın işlediği görülmektedir.
İsrail lobisinin ABD dış politikasına yoğun biçimde etki ettiği bilinen bir gerçek. Fakat son düzlükte Suriye sahasında gözlemlenen İsrail-ABD birlikteliği sadece Türkiye değil bölgenin bütünü açısından da ciddi bir tehdit teşkil etmektedir. Klasik sömürgeciliğin yerine modern emperyal yöntemlerle bölme ve parçalama stratejileri uygulayan bu devletler, dünyadaki belirsizliği yaratan ana aktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.
YENİ EMPERYAL DÜZEN: İSRAİL-ABD BİRLİKTELİĞİ
Geçtiğimiz günlerde bir platformda röportajı yayınlanan eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, ABD-İsrail imparatorluğunun kurulduğunu ve bu kurulumun da bölgede yeni devir teslimlere neden olacağı argümanı önemli idi. Soylu’ya göre, İsrail’in herhangi bir ilke ve yasa dinlemeksizin ortaya koyduğu terör ve tedhiş, bölge ülkelerinin egemenliği açısından en önemli tehdittir. Bu perspektiften bakıldığında, Soylu’nun terörsüz Türkiye sürecine yönelik en önemli tehdit olarak İsrail’i işaret etmesi, hem dünya hem de bölge siyaseti açısından çok şey söylemektedir. Nitekim İsrail’in ilk etapta Dürziler sonrasında da YPG’yi otonomi talepleri noktasında telkin ve teşvik etmesi, Soylu’nun argümanlarını doğrulamaktadır.
İlgili röportajın sadece post-Erdoğan tartışmaları değil yakın dönem Türkiye ve bölge siyasetine dair de çok önemli tanıklıklar içerdiğini söylemek mümkün. Türkiye’nin terörle mücadelesinde önemli görevler ifa eden bir aktörün, dünya siyasetinin yanı sıra terörsüz Türkiye üzerinden çizdiği bölge siyaseti tablosu, izlenmeye değer. Bir tür otobiyografik anlatı da olan Soylu’nun röportajı, dünya ve bölge siyasetine dair ayrıntıları içerdiği gibi Türkiye’nin son elli yıllık siyasi hikayesine dair de panoramik bir görüntü sunmaktadır.


