Absürt tiyatro ve gelmeyen Godot
SonTurkHaber.com, Halktv kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Canım okur, size bir soru: “Son dönemde yaşadıklarımız, tanık olduklarımız ya da öğrendiklerimiz bir tiyatro metni olarak önümüze gelseydi, buna absürt mü derdiniz, trajikomik mi?” Trajedisi mağdur edilen halka; komedisi ise iktidara ve onun sınavından, e-imzasından, diplomasından faydalananlara ait olan bu güncel hikâyelerde yandaşın kadroları, trolleri, atanamayanların ve iddianamesi yazılmamış tutukluların çenesi yorgun düşürmeye devam ediyor. Gündemin acayipliklerinden ilham alarak size absürt tiyatrodan bahsetmek istiyorum. Daha önce Kel Diva oyunu vesilesiyle kısa da olsa absürt tiyatrodan konuşmuştuk. Şimdi biraz derinleşip, önce “uyumsuz tiyatro” olarak da isimlendirilen absürt tiyatroyu zorunlu kılan dünyanın sosyal ve politik iklimine bakalım.
20. yüzyılın ikinci yarısı, yeni tiyatro arayışları için verimli bir dönem olmuştur. Bu süreçte, politik tiyatronun doğuş motivasyonlarıyla ortak yanları olan ancak ondan farklılıklar barındıran yeni tiyatro anlayışları art arda sahnelenmiştir. Bu yeniliklerin tümü, çağın gerekliliklerinden doğmuş, çağın olanaklarını da kullanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na ve birçok sosyal olaya tanıklık eden insanlar, dine ve devlet sistemine olan güvenlerini yitirmiştir. Peş peşe iki dünya savaşı görmüş; milyonlarca insanın öldürülmesine, sakat kalmasına, soykırımlara, yoksulluğa, yıkıma tanıklık, hatta ortaklık etmiş toplumlar, yaşamın ve eylemlerin işlevsiz olduğu kanaatine varmışlardır. Onlara göre sıradan ve tekrarlanan yaşam hali, umutsuzluktan ve iletişimsizlikten başka bir sonuç doğurmamaktadır. Bu hale “insanlık durumu” dersek, absürt tiyatroyu da bu insanlık durumunun bir ürünü olarak görmek yerinde olur.
20. yüzyılda ortaya çıkan absürt akımın, günümüzde de anlamını koruyarak ilgi görmesi şaşırtıcı değildir. Zira geçmişin mağdurları, günümüzün zalimlerine dönüşmüştür. Gazze’de yaşananlar bunun en güncel ve canlı kanıtıdır.
Politik tiyatronun kaynağını Almanya oluştururken, absürt tiyatro akımı Samuel Beckett, Eugene Ionesco, Jean Genet ve Arthur Adamov öncülüğünde Fransa’da doğmuş ve hızla tüm dünyaya yayılmıştır.
Türk tiyatrosunda “hocaların hocası” olarak bilinen, 2014 yılında aramızdan ayrılan akademisyen, yazar ve dramaturg Sevda Şener, insanların inandıkları dinler veya güvendikleri devlet sistemi tarafından korunamamalarını “İnsan düşüncesi, anlayamadığı korkunç güçler karşısında felce uğramıştır” sözleriyle anlatır. Kendi durumlarını sorgulamaya başlayan insanlar, korku, yalnızlık ve iç sıkıntısı hissederler. Yaşam içindeki rollerin, iletişimin ve kullanılan dilin bir önemi kalmaz; insanlar, anlamını yitirmiş bir hayatta yapılması gerekenleri otomatik olarak yerine getiren uyumsuz dünyanın bireylerine dönüşür. İşte absürt akım; saçma, anlamsız, iletişimsizlik, yalnızlık ve ölüm korkusunu barındıran bu hali, komik ya da trajikomik bir dille seyirciye sunar.

Savaşlarla yok olan toplumlarda yaşamda anlam aramak, tıpkı Sisyphus’un kayasını zirveye taşıması kadar anlamsızdır; çünkü “her şey normale döndü” derken, havadan bir atom bombası düşmesi sadece ihtimal değil, gerçeğin ta kendisidir. Yunan mitolojisindeki söylenceye göre Zeus tarafından cezalandırılan Titan Sisyphus, kendinden büyük ve ağır bir kayayı dağın zirvesine çıkarır; zirveye vardığında kaya tekrar aşağı yuvarlanır ve çaba yeniden başlar. Bu eylem, anlamsız biçimde, sonsuza dek sürer.
Absürt sözcüğü; saçma, abes ya da uyumsuz anlamına gelir. Absürt tiyatronun kişi, dil, sahne, konu, işleyiş ve nesne kullanımı geleneksel tiyatrodan farklıdır. Oyun kişileri belirgin kimliklere sahip değildir; özellikleri net verilmediği için oyun süresince başka kimliklere dönüşmeleri olasıdır. Bu nedenle seyircinin sahnedeki karakterlerle bağ kurması güçtür. Olaylara olağandışı tepkiler verebilirler; hayatın bayağılığı içinde bazen bilinç bulanıklığı yaşarlar ve etraflarındaki her şey onlara anlamsız görünür.
Absürt tiyatroda diyaloglar aniden konu dışına çıkabilir, anlamsız tekrarlarla sürebilir. Bu durum hem iletişimsizliği vurgular hem de dilin işlevini yitirdiğini gösterir. Seyirci sahnede olup biteni anlamaya çalışırken, oyun kendi olağan ritminde akar. Biletini, oyunun türüne değil künyesindeki ünlü isimlere bakarak alan seyirci, sahnede gördüğünü “saçmalık” olarak nitelendirebilir; oysa anlaması gereken şey tam da bu döngüselliktir. Kel Diva oyununun kapalı gişe başarısı, tiyatro adına olumlu bir absürtlüktür.
Akademisyen Martin Esslin, absürt tiyatronun seyircisi için şunları söyler: “Bir kez oyunun gizemine kapıldıktan sonra izleyici, deneyimini anlamaya zorlanır. Sahne ona, anlamlı bir kalıba yerleştirmesi gereken kopuk ipuçları verir. Bu yolla yaratıcı bir yorumlama ve birleştirme çabasına girer. Her şey karmaşık gösterilir. Absürt tiyatronun izleyicisi ya onu ‘düzeltmeye’ çalışır ya da dünyanın saçmalaştığını kabul edip gerçeği anlamada ilk adımı atar.”
Absürt oyunlarda nesne kullanımı da önemlidir. Bir dekor öğesi, bir anda oyun kişisi kadar önemli hale gelebilir. Bir duvar saati, sıradan bir sandalye sahnede anlam yüklü bir varlığa dönüşebilir. Bu kullanım, insanlığın içine düştüğü durumun mizahına da hizmet eder.
Absürt tiyatro denince ilk akla gelen isimlerden Samuel Beckett, 1906’da İrlanda’da doğmuş, iyi bir eğitim alarak İtalyanca ve Fransızca öğrenmiş, ömrünün büyük kısmını Paris’te geçirmiştir. 1953’te sahnelenen Godot’yu Beklerken adlı oyunu, Fransızca yazılmış olup İngilizceye çevrildikten sonra dünya çapında ün kazanmıştır. Beckett, anadili yerine Fransızcayı tercih ederek dilin yapısını bozma ve yeniden kurma konusunda özgürleşmiştir. Godot’nun kim olduğu sorusuna “Ben de bilmiyorum; önemli olan beklemek eylemidir” cevabını vermesi, absürt akımın doğasını özetler.

Oyuncu Cem Üzümoğlu’nun, yargılandığı davada hapis cezası alması durumunda ne yapacağına ilişkin soruya verdiği şu yanıt, Beckett’in satırlarını hatırlatır:
“Bilmem, ne yapabilirim ki? Haksızca yargılanmalar karşısında içeride mücadele eden, aydınlık yarınlar için direnen herkes ne yapıyorsa onu yaparım. Godot’yu beklerim. Üç beş kelime eder, ayakkabımı çıkarırım, şapkamı ters çevirip uzaklara bakarım Godot gelecek mi diye. Sonra neyi beklediğimi unuturum ama Godot bir gün gelir.”
Absürt tiyatronun bir diğer büyük ismi Eugene Ionesco’dur. 1909’da Romanya’da doğan, annesi Fransız olan Ionesco, yaşamı boyunca Fransızcayla bağını hiç koparmamış, 1994’te Paris’te hayatını kaybetmiştir. Kel Şarkıcı, Ders, Sandalyeler, Gergedanlar, Kral Ölüyor gibi oyunlarıyla tanınır. Faşist saldırılardan kaçarak Fransa’ya yerleşmiş, savaş sonrası tiyatrosunun öncülerinden olmuştur. Gerçeği doğrudan yansıtmak yerine parçalamayı, uyumsuzluğu yine uyumsuzlukla ifade etmeyi seçmiş, politik tiyatronun aksine toplumu yönlendirmek yerine ona insanlığın durumunu anlatmayı amaçlamıştır. Ionesco’nun kara mizahı, yaşamın anlamsızlığını sorgularken seyirciyi hem güldürür hem düşündürür.

Komik olanın trajik, trajedinin ise gülünç olması, bu oyunların temel dayanağıdır. Kahkahamızın bile çalındığı memleketimde, bu sezon bakalım kaç absürt metin sahnelenecek? Geçmiş sağlık bakanının pandemi döneminde söylediği şu sözü hatırlayalım: “Elimizde güçlü bir koz var: Yakalanmamak.” Antidemokratik tüm uygulamalar karşısında sadece Godot’nun gelmesini beklemek yerine, elimizdeki güçlü kozları unutmamak dileğiyle… İyi pazarlar.


