Amerikan yüzyılının sonu mu? Karşılıklı bağımlılık, yumuşak güç ve liberal düzen Kadir Üstün
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Geçtiğimiz ay vefat eden Joseph S. Nye, Jr. ve Robert O. Keohane’in Foreign Affairs’de yayımlanan ‘Uzun Amerikan Asrı’nın Sonu’ adlı makalesi, Amerikan yumuşak gücünün Trump politikalarının sonucu olarak zayıfladığını savunuyor. ABD’nin askeri ve ekonomik gücünün yumuşak gücü olmadan ayakta kalamayacağını savunan yazarlar, Trump’ın gümrük tarifesi, uluslararası anlaşmalardan çekilme ve müttefiklerine yönelik cezalandırıcı politika izleme gibi adımlarının uzun vadede Amerikan yumuşak gücünü erittiği uyarısında bulunuyor. Yazı, Amerika’nın gerçek gücünün karşılıklı bağımlılık üzerine kurulu düzenden geldiğini ve bu bağlarının koparılmasının ABD üstünlüğünü erozyona uğratacağını savunuyor. Yazı, Trump’ın bir yandan Amerika’yı dünyaya empoze etmeye bir yandan da dünyadan uzaklaştırmaya çalıştığını ve bunu yaparken karşılıklı bağımlılığı hedef almasının Amerikan gücünün altını oyduğu tezini öne sürüyor.
AMERİKAN YUMUŞAK GÜCÜNÜN ERİYİŞİ
Nye ve Keohane’in makalesinde en dikkati çeken vurgulardan biri Amerika’nın ‘cazibe gücüne’ dayanan yumuşak gücünün Trump tarafından bilinçsizce ve hoyratça zedelendiği yönünde. Yumuşak güce gereğinden fazla değer biçtiği yönünde eleştirilebilecek olan makale, Amerika’nın birçok kriz dönemini (Vietnam, Irak, 2008 krizi, COVID-19) askeri ve ekonomik gücüyle aşarken albenisini bir şekilde koruyabildiği gerçeğiyle pek yüzleşmiyor. Bu yumuşak gücün önemli olmadığını savunduğum anlamına gelmiyor elbette ancak yazının küresel düzenin kurumlarına atfettiği önemin dozunun kaçtığı söylenebilir. Birleşmiş Milletler, NATO ve IMF gibi kurumların uzun süredir son derece derin bir uluslararası sistem kriziyle karşı karşıya olmalarına rağmen küresel siyasal ve ekonomik düzeni sağlamak noktasında gerçek bir alternatiflerinin ortaya çık(a)madığını gözlemliyoruz.
Yazarların fazlaca önem atfettiği bir diğer nokta da Trump’ın dış politikasının uluslararası düzeni zayıflattığı meselesinde odaklanıyor. Bu noktada Trump popülizminin bir neden değil de aslında bir sonuç olduğunu unutma riski doğuyor. Çin’in yükselişi, Avrupa’nın stratejik otonomi arayışı, Küresel Güney ülkelerinin denge ve çeşitlilik politikası geliştirmeleri ve ulusalcı tepkileri körükleyen derin ekonomik eşitsizlikler gibi olgular Trump dönemine indirgenemez. Bilakis, Trump’ın bu gelişmeler karşısında ne yapacağını bilemeyen bir süper gücün tekrar otoritesini kurmak amacıyla sertliğe yönelişi olarak tanımlanması dahi mümkün. Trump, uluslararası sistemdeki liderlik gücünün aşındığını hisseden ABD’nin çözümü Çin’le rekabette sertleşmek olarak görmesinin bir ürünü olarak görülebilir. Yazıda belirtildiği gibi ABD’nin karşılıklı bağımlılık içinde olduğu ülkelerle ilişkilerini yeniden düzenleme çabasında başvurduğu cezalandırıcı yöntemler, belki de adeta bir çaresizliğin ürünü olarak görülmeli.
KARŞILIKLI BAĞIMLILIĞIN DİNAMİKLERİ
Nye ve Keohane’in karşılıklı bağımlılık analizinde ilgi çeken noktalardan biri, bu ilişkide ticaret açığı olan ülkenin elinde daha fazla koz bulunduğu tespiti. ABD’yle Çin arasındaki ilişkiye bakıldığında ticaret açığı daha fazla olan ABD’nin ihracata çok daha bağımlı olan Çin’e karşı elinde gümrük tarifeleri gibi etkin silahları var. Buna karşın Çin’in misilleme kapasitesi de az değil. Kanada ve Meksika’yla ticarette ise yine ABD’nin cezalandırıcı araçlarının kısa vadede uysal davranış yaratma gücü fazla. Ancak sert güç sayesinde kullanılan zorlayıcı yöntemlerin cazibe gücünü aşındırarak uzun vadede Amerika’nın asli gücünün altını oyması söz konusu. Yazarlar 133 ülkede gerçekleştirilen Gallup araştırmasını örnek göstererek ABD’nin çekiciliğinin (81) Çin’e (52) göre hâlâ yüksek olduğunu ancak Trump’ın politikalarının buna zarar verebileceğini savunuyor.
Ekonomik globalleşmenin günün sonunda Amerikan gücünün devamı açısından olumlu olduğunu savunan makale, popülist liderlerin teknolojik değişim ve kapitalin daha belirleyici rolünü görmezden gelerek göçmenleri ve yabancıları suçlama eğiliminde olduklarını vurguluyor. Yazıda, ekonomik küreselleşmenin geçmişte olduğu gibi tersine döndürülebileceği ancak iklim ve pandemi gibi ulusal sınırları aşan meselelerde Amerika’nın liderlik pozisyonunu kaybetmesinin ‘kendi ayağına kurşun sıkması’ anlamına geleceği savunuluyor. Trump’ı Amerikan gücünün karşılıklı bağımlılığa ne kadar derinden bağlı olduğunu anlamadığını savunan yazarlar, gümrük tarifeleri ve yaptırımlara odaklanmanın Amerikan liderliğindeki uluslararası düzeni aşındıracağı görüşündeler. Bu eleştirilerin haklı tarafları olmakla beraber, liberal kapitalist düzeni savunan bu gibi tezlerin ortak yönü, uluslararası düzenin yapısal sorunlarını merkeze almayıp küresel sistemin açmazlarına ilişkin yapıcı bir öneri sunmamaları olarak öne çıkıyor.
Yazarların ‘küresel karşılıklı bağımlılığın geri dönüşü yok’ tespitine katılmamak mümkün değil ancak bu yeni ‘karmaşık’ düzenin son derece kompleks problemler ürettiğini kabul etmek de gerekiyor. Trump’ın neşter atmak yerine baltayla meselenin üzerine gittiği doğru ancak küresel kapitalist sistemin teknolojik gelişmelerin baş döndürücü hızı yapay zekâ sayesinde hem kendini güncellediğini hem de yapısal problemlerini daha da aşılamaz hale getirdiğini de görmek gerekiyor. Amerika’nın uzun yıllar küresel sisteme vaziyet etmesi ve kurallara dayalı uluslararası sistemin koruyucusu olması, bu sistemin eşitsizlik, adaletsizlik ve hukuk tanımazlık üretmediği anlamına gelmiyor. Nye ve Keohane’in Amerika’nın gücünün temelinde askeri ve ekonomik gücü kadar yumuşak gücünün de olduğu tezi doğru olmakla birlikte bu gücün aynı zamanda küresel sistem krizinin de failleri arasında olduğunu belirtmeleri tezlerini daha güçlü kılabilirdi.
Amerikan gücünün başlı başına zaten olumlu bir vaka olduğunu savunan liberal anlayış sistem krizini adeta bir yol kazası olarak görmeyi yeğliyor. Uluslararası kapitalist liberal sisteme eleştirel yaklaşmadan Trumpçı politikaların bu düzeni sarstığını ve dolayısıyla Amerikan gücüne zarar vereceğini savunmak daha ‘makul’ popülist politikaların daha kabul edilebilir olacağı şeklinde yorumlanabilir. Amerikan gücünün uluslararası karşılıklı bağımlılığa dayalı ticaretten kazançlı çıktığına şüphe yok ancak yumuşak gücün bu düzenin kurulması ve devam ettirilmesinde oynadığı rol askeri ve ekonomik güçle eş tutulacak seviyede değil. Amerikan asrının bittiğini ilan eden makale, o asrın oluşturduğu Pax Americana (Amerikan Barışı) olgusunun temelde olumlu bir tecrübe olduğunu varsayarken küresel eşitsizliklerin derinleştiği ve bölgesel çatışmaların sonunun gelmediği gibi gerçekleri görmezden geliyor.


