Dr. Orhan Gazi Ertekin: Artık yasa yok, “yasanın ağzı” var Agos
Agos sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
CHP’nin kazandığı seçim sonuçlarına itirazlar, iptallerle başlayan süreç, belediye başkanlarından çalışanlara CHP’lilerin gözaltılar sonrası tutuklanması, belediyelere kayyımlar atanması ve son perde olarak CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyım atanmasına varan akıl almaz hukuksuzlukla devam ediyor. Daha kötüsü olamaz dediğimiz her aşama, “daha daha kötüsü” ile “taçlandırılıyor”. Hukuk, yargı, yasa, adaletin CHP İl Başkanlığı’na kayyım atanmasıyla geldiği noktayı, hukukçu Dr. Orhangazi Ertekin’e sorduk.
İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin CHP’nin İstanbul İl Başkanlığı kararı, “yasal” mı?
Bugün bir İstanbul mahkemesinin çoktan yürürlükten kaldırılan 1850 Ticaret Kanunu ile Şam’daki “Sermayesi eşhasa munkasim” bir şirketi kayyıma devretmesi ne kadar yasal ise 45. Asliye Mahkemesi’nin kararı da o kadar yasaldır. Asliye Hukuk hakimi belli ki 1946 tarihli Siyasi Partiler Kanunu’nun hâlâ geçerli olduğunu ve kendisinin de yetkili ve görevli olduğunu düşünüyor. Eğer 1950’lerde yaşadığını düşünüyorsa haklıdır. Bu durumda 1953’te Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen Osman Bölükbaşı’nın Millet Partisi’nin kapatılması kararını da kendi kararının gerekçesinde kullanabilir. Fakat biz bugünde yaşayanlar ona şu haberi vermeliyiz: 1961 Anayasası ile siyasi partiler hukuku tamamen değişti; Yargıtay Başsavcılığı, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu’nun yetki alanlarında dağılan bir yeni siyasi partiler hukuku doğdu. 1965 ve 1983 tarihli Siyasi Partiler Yasası gibi özel yasalar çıktı ve Siyasi Partiler hukukunu Cemiyetler Kanunu’nun ve Asliye Hukuk Mahkemelerinin merkezi ilgisinden çıkardı. 1983 tarihli Siyasi Partiler Yasası’nın 21. Maddesi örneğin partilerin genel merkez, il ve ilçe organları ile il ve büyük kongre delegelerinin seçim sürecini “seçimlerin yapılması” başlığı ile oldukça ayrıntılı ve özel biçimde düzenler. Buna göre “tutanakların düzenlenmesinden itibaren iki gün içinde yapılacak itirazlar aynı gün incelenir ve kesin olarak karara bağlanır” hükmü getirilmiştir. Yani konu çok basit ve net. İki günlük itiraz hakkını kullanmadığın sürece seçim sonuçları kesinleşir. Diğer yandan seçim sürecindeki usulsüzlükler ile ilgili 298 sayılı kanuna göre “kamu davası seçimin bittiği tarihten itibaren 6 ay içinde açılmadığı takdirde kamu davası açılamaz” kuralı da çok açık bir hüküm getirir.
Toparlamaya gerek var mı bilmiyorum? Halen geçerli yasalar il, ilçe ve genel merkez organlarının seçimi konusunda asliye hukuk mahkemesine seslenmiyor. Onu yetkili kılmıyor. Bütün bunlara rağmen hakim hâlâ ben yetkiliyim ısrarında bulunuyorsa derhal yapılması gereken şey Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun inceleme başlatması ve hakimin savunmasını almasıdır.
“Türkiye’de “cezasız suç” alanı vardır, bir de “suçsuz ceza” alanı. Yani cezasız olarak suç işleyebilirsin ve suçsuz olarak da cezalandırılabilirsin. Bunun sınırı ise şudur: Hukuk, AKP’dir. Suçun cezasız kalsın istiyorsan AKP’ye katılacaksın.”
Peki ikinci soru olarak bir de şunu sorayım: Bu karar “hukuki” mi?
CHP üzerine yoğunlaşan soruşturmalar, tutuklamalar ve kayyım atamasını birbirine bağlamak kaçınılmaz. Bir benzetme yaparsam durumu anlamak kolaylaşacaktır: Tek bir partiye yönelik bu kadar geniş bir alanda gerçekleştirilen soruşturmaların “genel kampanya” halini almasının Türkiye hukuk tarihinde tek bir örneği vardır: DEM Parti ve o gelenekteki partilere yapılan operasyonlar… Bu operasyonlar son derece merkezi ve tek bir kararın icrası cümlesinden olmak üzere gerçekleşir. Bunun dışında bir örneği yoktur. Hatta Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla bir partinin kapatıldığı, başkanının seçim çevresinin il olmaktan çıkarılarak ilçeye dönüştürüldüğü, Tahkikat Komisyonunun kurulduğu 1960’a uzanan yıllarda dahi bu çapta, bu yoğunlukta bir “saldırı kampanyası” yaşanmamıştı. CHP’ye yönelik geçmişteki en ağır saldırı sayılması gereken tahkikat komisyonları CHP’li gazeteler ve gazeteciler üzerinde yoğunlaşan bir saldırı kampanyası idi. İsmet İnönü üzerine de soruşturma açılmıştı. Fakat bugünkü gibi CHP’nin tüm yönetimine ve belediye teşkilatlarına uzanarak yoğunlaşmamıştı. Diğer yandan bugün “soruşturma kampanyası”ndan çıkmanın tek yolu AKP’ye katılmak olarak belirginleşiyor. Yani bir soruşturmanın bitebileceği tek yer olarak AKP gösterilmiş oluyor. Bu bize şunu söylüyor: Türkiye’de “cezasız suç” alanı vardır, bir de “suçsuz ceza” alanı. Yani cezasız olarak suç işleyebilirsin ve suçsuz olarak da cezalandırılabilirsin. Bunun sınırı ise şudur: Hukuk, AKP’dir. Suçun cezasız kalsın istiyorsan AKP’ye katılacaksın. Aksi halde geçmişte DEM geleneği gibi MGK kararları doğrultusunda devlet organlarının merkezden aşağıya doğru uzanan tüm yetkililerine görev tevdi eden bir “soruşturma kampanyası”nın “hukuki hedefi” haline gelirsin.
Çok basit ve somut bir örnek Türkiye’de bugün hukuk ve hukukilik, suç ve ceza meselesinin trajikomik halini ortaya serecektir. Bakın İBB’den Mahir Polat ve birkaç kişi daha Kent Uzlaşısı çerçevesinde “terör örgütü” ile anlaşma yapma iddiasıyla soruşturuluyor. Aynı anda TBMM’deki komisyon Abdullah Öcalan ve liderliğini yaptığı örgütü meşru bir muhatap olarak resmileştiriyor. Devlet Bahçeli, “kurucu önder” diyor. Bırakın seçim işbirliği yapmayı Apo’nun Meclise gelip konuşmasını istiyor. Suçsuz ceza ile cezasız suç konusunu daha kolay anlayabiliyor muyuz şimdi sizce?
Şu halde kolayca özetleyebilirim: Türkiye bugün “suçsuz ceza” ile “cezasız suç”un sınırlarının belirlendiği ve bütün bir topluma bunun zorla öğretilmeye kalkışıldığı bir hukuki laboratuvar ortamıdır.
CHP’li belediye başkanlarının tutuklanmasından sonra, şimdi de sıranın İl Yönetimine gelmiş olması, bize ne anlatıyor?
Sırada CHP Genel Merkezi ve Büyük Kongre olduğunu da biliyoruz. Ve bunu beklememizi de istiyorlar. Belediye soruşturmaları, tutuklamalar ve il, ilçe ve büyük kongre süreçlerine yönelik müdahalelerin ardı ardına gelmesi insanın aklına hemen CHP’nin tüm varlık hallerinin işaretlendiği bir haritanın hazırlanıp “kurmay heyeti”nin önüne serildiği şüphesini getiriyor. Her hamlenin stratejik bir hesabın taktik parçalarına dönüştürüldüğünü düşünmeyecek bir akıl sahibi var mıdır, birbirini tamamlayan bu gelişmeler karşısında? Ne ilginçtir ki onlarca farklı il ve ilçede savcılar aynı anda aynı partinin kadrolarına karşı soruşturma başlatıyorlar. Yasal düzeyde bakıldığında soruşturmalar gizli olduğu için farklı yetki yerlerindeki savcıların aynı hedefe aynı anda, aynı suçlamalarla ve aynı itirafçı tanıklarla kilitlenmeleri pek mümkün değil. Soruşturulan belediye ve kadrolarının aynı anda tümünün CHP’li olmasının tesadüf olması ihtimali son derece düşüktür.
Dolayısıyla hiçbir şey karmaşık hale getirilmediği için gelişmelerin ne anlattığına uzun uzun kafa yormaya gerek yok gibi görünüyor. Her şey çok net ve hepimizin buna göre konumunu belirlemesi isteniyor.
"19 Mart sonrası ise İmamoğlu’nun siyasal alanın dışına çıkarılmasının Özgür Özel’in hiç beklenmeyen performansı nedeniyle yetersiz ve etkisiz kaldığı anlaşıldı. Saldırının artık topyekûn hale gelmesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyorum şahsen."
Mahkemenin Gürsel Tekin’i kayyım olarak atama kararı, ne anlama geliyor, neden onu seçtiler?
CHP’yi ve Gürsel Tekin’i yakından bilmiyorum. Tarafları da tanımıyorum. Ama 2023 büyük kongresinin CHP içinde ciddi bir husumet yarattığını tahmin etmek hiç zor değil. Bu tür husumetlerin ortaya çıkışı ve sonuçları, siyasi partilerin siyaset kapasitelerinin ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor öncelikle. Parti içindeki farklılıklar birer “kanat” olarak varlık göstermek yerine çok çabuk düşman oluyorlar. Aslında istisnasız bütün partiler “kanatsız” partilerdir Türkiye’de bugün. Bu da bir parti içindeki farklılıkları dinamik ve yaratıcı bir mecraya taşımak yerine birbirini yiyecek yırtıcılar haline getiriyor. CHP bugün bir siyasi kanat olarak varlık göstermesi beklenecek kesimin iktidar blokuna “kanat” olduğu bir durumdadır. Tarafların haklılığı veya haksızlığı üzerine hiçbir şey söyleyemem. Çünkü bilmiyorum. Ama Türkiye’de parti içi kavgalar siyasi figürleri çok kolay biçimde Benedict Arnold’tan mülhem “kahraman hain” haline getiriyor. Kılıçdaroğlu ne yazık ki büyük ihtimalle böyle anılacak bundan sonra. Dolayısıyla bir siyasi partiye yönelik bir operasyon başlatıyorsanız benim gibi CHP’yi pek takip etmeyen ve ilgi göstermeyen birisi bile seçebileceğiniz isimleri önünüze koyabilir rahatlıkla… Kaldı ki bu kararı verenlerin bildikleri daha çok şey vardır ve biz bunları galiba hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Yanlış bilmiyorsam, “Kayyımın partinin üyesi olması gerekiyor”a denk düşen bir kural var. Ve CHP, kayyım Gürsel Tekin’i partiden ihraç etti. Bu durumda ne olacak?
Zaten yasanın dışında ve ötesinde bir durum üzerine konuştuğumuz için bir “kural”dan bahsetmek pek mümkün görünmüyor. Gürsel Tekin’in kendi parti yönetimi ve genel kamuoyunun tüm tepkilerine rağmen “görevi”ne devam etmekte ısrarı da kural ve gelenek üzerinden bir uzlaşma alanı bulunamadığını gösteriyor. Çünkü parti içi süreçleri ve gelenekleri takip etmek yerine zaten yasayı aşan kararları kabul etmiş durumda. Şu halde Tekin’in partiden ihracı da İstanbul il teşkilatının adres değişikliği de Asliye Mahkemesi’nin kararı anındaki statünün ve buna dair yetkilendirmenin geçerli olduğu ileri sürülerek, yok sayılacaktır büyük ihtimalle.
Mahkemelerin AKP ve MHP ile “son derece” uyumlu olması, ülkede artık yeni bir bilgi değil, herkesin kabul ettiği sıradan bir durum. Belediye başkanlarının toplanmasından bugün İstanbul İl Başkanlığına kayyım atanmasına, toplamda AKP, CHP’ye tam olarak ne yapmaya çalışıyor? Mesele parti mi, muhalefet mi, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu mu, CHP’yi az da olsa ayağa kaldıran Özel mi? Ya da bizim bilemediğimiz başka bir şey mi?
Bu tür durumlarda basit cevap, doğru cevaptır: İmamoğlu devreden çıkarıldıktan sonra Özgür Özel’in yükselişi, CHP’nin kolay lokma olmadığı duygusu uyandırdı bir an. Aslında AKP, 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana kendi varlığını seçime karşı sağlamlaştırmaya çalışıyor. Seçimle gelen bir hareketin, seçimin, artık kendilerinin iktidarı anlamına gelmediği veya gelmeyebileceğini anladığı andan itibaren neler yapmaya giriştiğini Marx, Fransa’da Sınıf Savaşı kitabında ifşa etmişti: “Halkın oyu burjuvazinin iktidarı anlamına gelmediği andan itibaren anayasanın ve genel oyun artık bir anlamı kalmış mıdır? Bu aşamadan sonra iktidar varlığını genel oya ve anayasaya karşı sağlamlaştırmaya girişir.” AKP’nin yaptığının da bu olduğu kanaatindeyim. Seçime ve anayasaya karşı örgütleniyor AKP. Kaldı ki 2019’daki İstanbul Belediye seçimlerinden bu yana Erdoğan kendisine gerçek bir rakip çıktığını eylemli olarak gördü ve 2023 CHP Büyük Kongresi ile merkezi ele geçirerek ilerleyen bir rakip (İmamoğlu) tarafından siyasal alanın dışına atılabileceği korkusu yaşamaya başladı. 19 Mart sonrası ise İmamoğlu’nun siyasal alanın dışına çıkarılmasının Özgür Özel’in hiç beklenmeyen performansı nedeniyle yetersiz ve etkisiz kaldığı anlaşıldı. Saldırının artık topyekün hale gelmesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyorum şahsen.
Artık yasa yok. “Yasanın ağzı” var. Ve o ağız konuştukça yasa yaratıyor. Anayasa ve yasa ile ilişkileri çok sınırlı ve sadece iktidarın aklını okuyarak karar oluşturuyorlar. Yasa bir referans olmayınca hükümetten yana olmak ile karşı olmak arasındaki sınırda belirleniyor suç ve ceza.
Sizin de üzerine çok yazdığınız yargıda Gülenci yapılanma ile bugünkü yapılanma arasında benzerlik ya da bağ var mı?
Gülen yargısı bütün parçaları ile bir makine gibi çalışıyordu. Akıl ve bütünlük onların mekanik dünyasındaki en belirgin vasıflardı. Yasalara bağlıydılar ama onları kendi çıkarlarına uygun tarihsel içtihatlara dönüştürdüler. Askeri kadrolara yönelik operasyonları hukuksallaştırmak için “görev suçu”na ilişkin geleneksel içtihatları değiştirmişlerdi örneğin. Gülenciler belirli bir mekanik akılla çalışıyorlardı. Hukuk onlar için de bir prosedürel alandı. Hem devlet kadrolarındaki tüm pozisyonları hem de yerel alandaki ekonomik ve kültürel nüfuz alanlarını ele geçirmek için çok kapsamlı operasyonlar yaptılar. Ama toplumla ve tüm aktörlerle kendileri olarak diyaloğa giremedikleri için zekalarını geliştirecek uyaranlardan uzak kaldılar. Ve nihayet gerçek hayata ve onun karmaşıklığına yenildi onların mekanik dünyaları. Bugünküler ise sadece işlevselliği ile belirginleşiyor. Artık yasa yok. “Yasanın ağzı” var. Ve o ağız konuştukça yasa yaratıyor. Anayasa ve yasa ile ilişkileri çok sınırlı ve sadece iktidarın aklını okuyarak karar oluşturuyorlar. Yasa bir referans olmayınca hükümetten yana olmak ile karşı olmak arasındaki sınırda belirleniyor suç ve ceza. Diğer yandan bugünün yargısı uzun süre Cemaat yargısının kırıntıları ile idare etti. Kavala ve Gezi davası dosyası, Selçuk Kozağaçlı ve ÇHD dosyası ve daha sayısız davalar aslında Cemaat yargısının mutfağında hazırlanmıştı. Bugünün yargısı hâlâ o kalıntıları gagalamaya devam ediyor.
CHP ve diğer muhalefet tüm bunların içinden nasıl çıkabilir sizce?
Türkiye maalesef “topluluklar toplumu”. Bir “yurttaş toplumu” değil. Bu tür toplumlar tiranlar karşısında daha zayıftırlar. Bu da hem topluluklar içi hem de topluluklar arası şiddeti yoğunlaştırıyor. Kıyıcı bir siyaset alanı ortaya çıkıyor ve siyasal alan kayboluyor. Taraflar kendileri değişmediği gibi muhalefetteki diğerlerinin de asla değişmeyeceğine inanıyorlar. Çok keskinler. Haklı olmayı çok seviyorlar ve diğerlerinin haksız olmasını çok istiyorlar. Yani biz bir deliler evinde gibiyiz. Ortak bir yasa (civitas) yok. Ortak değerler yok. Makul bir ortak bilinç yok. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında ortak bir hak ve özgürlük savunusuna sahip değil. Operasyonlar DEM Parti'ye yapıldığında bazı CHP’liler “Ama onlar da terörist” diyebiliyor. AKP yargı yoluyla operasyon çekiyor denildiğinde “Yargının sonucunu bekleyelim” diyor. Şimdi aynı ölçüler CHP’ye uygulandığında DEM’den demokratik destek bekliyor aynı kişi. Bunca yıl yarattığı duygusal mesafeyi eşitlikçi ve demokratik bir inanç söylemiyle aşabileceğini zannediyor. Diğer yandan Türkiye’de bir demokrat hareket de var olmadı hiç. Tek örnek gösterebileceğimiz kişi Tevfik Fikret’tir. Abdülhamid’e de, İttihat ve Terakki'ye de muhalefet ediyor. Yaşasaydı Cumhuriyete söyleyecekleri de belliydi. Belirli ilke ve değerler üzerinden muhalefet edebilecek bir hareketin doğmaması, Türkiye’deki Cumhuriyetin hala kendi halkını ve ortak hukukunu yaratamadığını gösteriyor.
Tiranlar karşısında bu ülkenin ortak bir toplumsal muhalefet üretememesinin temel sebebi burada saklı bence. Şiddetin, haksızlık ve adaletsizliğin bu seviyeye geldiği bir toplumda yurttaşlık talebi ve demokrat hareketlere olan ihtiyacın derinleştiği kanaatindeyim. Tüm toplulukların kendi bulundukları yeri tek haklı bulduğu değişmez bir tarih ve değişmez taraflar algısı siyaseti, mümkün olmaktan çıkartıyor. Oysa Türkiye’nin siyasal ve kamusal alana ihtiyacı var ve bunu başaranın ülkenin buhrana dönüşen krizlerini önemli ölçüde çözeceğine inanıyorum.
12 Eylül’e yaklaşmışken, insan sormadan duramıyor: 12 Eylül yargısı ve bugünün yargısının benzer ve benzemez yanları nedir?
Her dönemin yargısını öncekilerle karşılaştırıp “Türkiye böylesini hiç görmedi” demek adettendir. Türkiye çok şey gördü. Kıvılcımlı’ya “Biz Doktor Hikmet için delil arayacak kadar safdil değiliz” diyen, Garbis Altınoğlu için “Bu Ermeni oğlu Ermeni” diye seslenen savcıları da gördü. “İşkence olmasaydı bu delilleri nasıl bulacaktık” diyen hakimlere de şahit oldu. Maraş’ta olduğu gibi bizzat işkence yapan savcıları da unutmayalım.
12 Eylül ile bugünün yargısı arasındaki fark için bir arkadaşımın veciz sözünü hatırlatmak isterim mutlaka. Şöyle demişti: “İktidar yoksa içtihat da yoktur. İktidar krizi varsa içtihat krizi de vardır”. Hukuk konusunda sorunuzu da cevaplamaya imkân veren önemli bir tespit bu. 12 Eylül’de bir iktidar vardı. Güç ilişkileri belirliydi ve yasa düşmanları yok etmek için kolaylıkla kullanılıyordu. Şimdi ise ortada kurulu bir iktidar yok. Sürekli bir kuruluş süreci yaşıyor. Ne Azerbaycan ne de Malezya gibi stabil bir iktidar inşa edilebildi. Bu nedenle içtihadı da yok. Kurulu iktidarlar sizi yasayla yargılarlar. Dersim 38 Tertelesinde Seyit Rıza ve oğlunun idamı için yaşlarının tashih edildiğini hatırlayalım. Mahkeme artık 70’li yaşları aşan ve yasal olarak idam edilmesi mümkün olmayan Seyit Rıza’nın yaşını küçülterek oğlunun ise yaşını büyüterek idam etmişti. Normalde bu tür prosedürlere ihtiyacı olmayan bir iktidar vardı. Fakat bir iktidar olduğu için prosedür ve içtihat önemliydi. Bugün ise prosedür, yönetme hakkının sınırlandırılması olarak sunuluyor. 12 Eylül yargısı yasa ile öldürüyordu. Şimdi ise “bizim yasaya ihtiyacımız yok” deniliyor…
Fakat bu tür mukayeselerde hukuk karşısındaki politik konumumuzu hatırlatacak olan şu hususu ilan etmek gerekiyor. Bugün yaşadığımız hiçbir haksızlık dün veya uzak geçmişte yaşadığımız haksızlıklar ile karşılaştırılamaz. Karşılaştırılmamalı.
İMRALI SÜRECİ
“Barış ancak stratejik hesaplara denk düşerse mümkün olur"
Tüm bunlar olurken, bir yandan da Kürtlerle barış süreci ilerletilmeye çalışılıyor. Bir tarafla barışırken, bir tarafta savaşacak mı iktidar?
Şu ana kadarki gelişmelerden barış denilen şeyin gerçekte bir “silah bırakma protokolü” olduğu aşikâr oldu. Bu da bir “düzen”, bir “pakt” zemininde ilerlenmediğini, sadece “karşılaşmanın araçları”nın değişmesi üzerine anlaşıldığını gösteriyor. PKK kendini feshetti ve silahları bıraktı. Buna karşılık Türkiye ise Öcalan ve örgütünü resmen tanıyarak muhatap aldı. Sadece bu bile tarihsel bir aşamaya işaret ediyor. İki taraf da sürece stratejik hesaplarla bakıyor ki mesele Türkiye’yi aşan bir anlam taşıdığı için stratejik bakmak da kaçınılmaz. O nedenle barış ve demokrasi gibi beklentiler ancak stratejik hesaplara denk düşerse mümkün olabilir. Bunun için iyimser olmamızı sağlayacak bir gelişme görünmüyor henüz. Diğer yandan AKP 2002’den bugüne ittifak güçleri ve stratejilerini değiştirerek geldi ve sizi büyük ihtimalle şaşırtacağım ama henüz kurucu iktidar olduğu bir aşamaya gelmiş değil. Kurucu iktidar deyince (Prusyalı tarihçi) Kantorowitzci’nin kastettiği anlamda iktidarın hem maddi hem de manevi bedenini inşa etmeyi anlıyorum. Bu da AKP’nin verasetini yaratmak anlamına geliyor. Ben henüz AKP’nin verasetini yaratamadığı kanaatindeyim. Erdoğan sonrası bir AKP kalır mı çok şüpheliyim. O nedenle sürekli ittifak değiştiriyor ve gerçek bir kurucu güç olana kadar da bir tarafla barışıp diğer tarafla savaşacak haliyle…


