İkinci Viyana kuşatması: Batı’nın gölgeli zaferi ve ruhsuz yükselişi (1683) Yusuf Kaplan
Yenisafak sayfasından elde edilen bilgilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Viyana’dayız. Müziğin sesi, estetiğin zirvesi, Batı uygarlığının kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu kentlerinden biri Viyana’da.
Muharrem Kartancı, Ömer Uçur ve Ersin Gülşen kardeşlerimle birlikte.
İlk gün Hasan Yıldırım, Musa Ersoy, Eren Arslan ve Hasan Keskin ve Harun Ergül kardeşimle Viyana’yı altını üstüne getirdik, kitapçılarını “talan ettik”. Ertesi gün Dornbirn Kitap Fuarı’na yola koyulduk sinemacı İbrahim Abiş kardeşimle birlikte. Çok güzel kardeşler, dostlar edindik bu iki gün boyunca.
Viyana seyahatimizi MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov’un çarpıcı ve nefis kaleminden aktarıyorum. Katılmadığı bir geziyi bu kadar güzel yazan biri herhangi biri olamaz. Vuqar kardeş, MTO’nun (Medeniyet Tasavvuru Okulu’muzun) nasıl zehir gibi beyinler yetiştirdiğinin en güzel örneklerinden biri.
Vuqar kardeşin kaleminden Viyana’nın açılan ve kapanan kapılarını zevkle ve düşünerek okuyacaksınız. Zihin açıcı okumalar…
***
İkinci Viyana Kuşatması, yalnızca Osmanlı’nın kapıya dayanması değil, aynı zamanda Batı’nın Osmanlı’yı görünmeyen bir şekilde kuşatmaya başladığı tarihti. Dışarıdan bakıldığında sefere çıkan Osmanlı ordusuydu. Ama içeriden bakıldığında, aslında kuşatma tersine dönmüştü. Batı, bir zamanlar kendi içine çektiği ilimleri, sanatları, fikirleri yeniden inşa ederek moderniteyi bir silah gibi kullanmaya başlamıştı.
Viyana artık yalnızca bir kale değil, bir kültür merkezine dönüşmüştü. Rönesans’ın çocukları olgunlaşmış, Aydınlanma çağı ile birlikte Batı aklı kendi modelini netleştirmişti. Artık hakikat ile değil, rasyonaliteyle; aşkınlıkla değil, akılcılıkla; insanla değil, birey ile bir dünya kuruyorlardı. Ve bu dünya, Viyana’da şekilleniyordu.
Viyana sokaklarında artık mimari yalnızca taş değildi, bir medeniyet diliydi. Barok estetik; Tanrı’nın yüceliğini değil, insanın ihtişamını anlatıyordu. Müzik, duyguları estetik bir hazla düzenleyen seküler bir dizeye dönüşmüştü. Sanat, aşkın değil, dünyanın içinden konuşuyordu. Ve bu estetik dil, Batı’nın kurduğu yeni dünyanın ilanıydı.
İşte Osmanlı, bu kapının önüne bir kez daha geldi. Ama bu kez yorgundu. Maddeten değil yalnızca, manen yorgundu. İçindeki fikir kıvılcımları sönmeye yüz tutmuştu. Kalplerin ateşi azalıyor, fikir yerine taklit, hikmet yerine şekil öne çakmaya başlıyordu. Ve bu zayıflık, yalnızca orduda değil, ruhta beliriyordu.
Bu nedenle kapı yine açılmadı. Ama bu sefer sadece biz açamadık değil, kapı da kapanmıştı. Viyana’nın kapıları artık taş değildi; sanatla, müzikle, şiirle, bilimle örülmüştü. Ve bu duvarlar, Osmanlı’nın ruhuna karşı yükseltilmişti.
Bu kuşatmanın görünmeyen tarafı şuydu: Osmanlı artık toprağa yürüyordu, ama Batı zihne yürüyordu. Osmanlı kale almak isterken, Batı kalemle, nota ile, düşünceyle kaleyi çoktan savunmuştu. Belki de Viyana bu yüzden açılmadı; çünkü biz artık İslam medeniyetinin taşıyıcılık dinamizmini kaybetmeye başlamıştık. Onun gölgesinde kalan bir yapıya dönüşüyorduk. Fikir azalıyor, irfan eriyor, şekil hâkimiyetini ilan ediyordu ruhsuz bir şekilde.
Viyana, Batı’nın ruhsuz ama güçlü yeni medeniyet modelinin merkezine dönüşmüştü. Viyana artık sadece bir şehir değil, modernitenin vitriniydi. Osmanlı’nın ordusu dışarıda beklerken, Batı içeride çoktan yeni bir insan modeli, yeni bir toplum formu, yeni bir dünya tasavvuru kurmuştu.
Ve kapı yine açılmadı.
Ama bu bir yenilgi değil, bir ikazdı. Çünkü İslâm medeniyeti, hakikati yaymak için geldiği yerde hakikatten uzaklaşmışsa, kapılar kapanır. Taş değil, kalp kapıları kapanır. Viyana, bir anlamda bu hakikatin hatırlatıldığı şehir oldu. Bizim açamadığımız değil, kendi içimize bakmamızı isteyen bir kapıydı.


