İlimden irfana, irfandan hikmete: Dijital Nizamiye’de beş yıllık talebelik muhasebesi (3) Yusuf Kaplan
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Medeniyet Tasavvuru Okulu MTO'da yeni dönem başvuruları başladı. MTO'ya başvuruların kabul edilmesinin iki şartı var: 100 Kitap Listesi'nin ilk 20 kitabını okumak ve okumaları 4 Renkli Kurşun Kalemle Okuma Tekniği ile yapmak.
MTO'nun ne anlam ifade ettiğini MTO'da verdiğimiz dersler ve okuttuğumuz 100 Kitap Listesi'ndeki kitapları bizim ilim, irfan ve hikmet sütunları olarak adlandırdığımız üç aşamalı medeniyet tasavvurumuz ışığında okuma çabasını ortaya koyan MTO'nun en parlak isimlerinden Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey kardeşimiz yazdı. Bu güzel yazının üçüncü bölümünü bugün sizlerle paylaşacağım. Zihin açıcı okumalar.
İRFAN'SIZ İLİM YÜKTÜR
Yusuf el-Karadâvî’nin Sünneti Anlamada Yöntem kitabında durup düşündüğümde, kalbimin tesbih taneleri gibi bir bir söküldüğünü hissettim. Sünneti anlamak, hadisleri toplamaktan ziyade; onların arkasındaki ruhu görmekti. Bu kitap bana irtibat kurmayı öğretti: satırla kalp arasında, geçmişle bugün arasında, ârifle talebe arasında kurulan bağ. Mîzan kelimesi o an içime işledi. Bir akşam namazından sonra kitabın sayfalarını çevirirken, dengeli bir hayatın ne demek olduğunu düşündüm. İrfan, dengedir dedim kendi kendime: kalple akıl, ruhla beden, geçmişle gelecek arasında kurulan mîzan.
Medine bana, ârif olmanın arayışını öğretti. Bulma, aslında kaybolmadan olmuyordu. Usûl, işin adabını; kalp, işin özünü; temellük, hakikati sahiplenmeyi; özümseme, bilginin ete kemiğe bürünmesini; ruh, bütün bunların nefesini verdi. İrfanın yolunda ahlak, insanın dış yüzünü güzelleştirirken; teşbih, kalbin içini parlatıyordu.
Feraset, kalabalık içinde doğruyu seçme yetisiydi. Fenomenoloji kavramını kitaplardan öğrenirken, aslında yaşadığım her olayı “bir fenomen” gibi görmeyi denedim: anamın bana bakışını, sabah ezanının sessizliğini, bir çocuğun gülüşünü… Zikir, bütün bunların içinde Allah’ı hatırlamaktı. İrtibat, hem insanla, hem eşyayla kurulan bağdı. Mîzan, hayatın terazisiydi. Cemal, hakikatin güzellik yüzüydü.
O günlerde defterime sık sık şunu yazıyordum: “İrfan olmadan ilim yük olur.” Çünkü ilim, kalbe inmezse insanı kibirli yapıyordu. Ama irfan, o yükü rahmete dönüştürüyordu. Bir gece, Topçu’nun maarif satırlarını okurken gözlerim doldu; sabaha kadar uyuyamadım. Çünkü hissettim ki, benim asıl eksikliğim irfan eksikliğiydi.
Medine’nin bana öğrettiği şey, kalbin terbiyesi oldu. Kalp, usûlle, özümsemeyle, ruhla yoğruldukça insan başka bir insana dönüşüyordu. O an anladım ki, Mekke’nin bana verdiği ilim, Medine’nin bana sunduğu irfanla tamamlanıyordu. Ve ben, artık bilen, hisseden, bulduğu hakikati özümseyen bir talebe olmaya doğru adım atıyordum.
HİKMET'E AÇILAN KAPI, YOLCULUĞUN EN SARSICI YANI
Hikmete doğru açılan kapı, benim için yolculuğun en sarsıcı ama aynı zamanda en ferahlatıcı durağı oldu. Hikmet, hem aklın ve kalbin topladıklarını düzenleyen bir kavram, hem de varoluşun bütünüyle yüzleşmekti. İlim bana bilgiyi verdi, irfan kalbime derinlik kattı, ama hikmet bana zamanı, insanı, hayatı bütün halinde görmeyi öğretti. Ve ben, hikmeti ararken, kitapların bana açtığı ufkun aslında kendi hayatımın en derin sorularına cevap verdiğini fark ettim.
Bir gece, Arnold Toynbee’nin medeniyetlerin doğuş ve çöküş üzerine yazdıklarını okurken, kendimi uzun bir yolculuğun ortasında hissettim. Sanki ben de bir medeniyetin kaderine tanıklık eden seyyah gibiydim. Toynbee bana, tarihin sadece geçmişte olup biten olaylar olmadığını, bir medeniyetin kalp atışlarını, yükselişlerini ve düşüşlerini dinlemek olduğunu öğretti. O satırları okurken, bir an için kendi ömrümü düşündüm: çocukluk, gençlik, olgunluk… Bir medeniyetin devridaimi aslında bir insanın ömründen farksızdı. O an “olma” kelimesi zihnime çakıldı. Çünkü hikmet, varlığın bütün evrelerini olma eyleminde kavramaktı.
Fernand Braudel’in Uygarlıkların Gramerinde zamanın katmanlarını okuduğumda, gece lambasının altında sayfaların gölgesi odama vuruyordu. O an fark ettim ki, zaman sadece takvim yapraklarında ilerleyen bir çizgi değildi. Braudel’in dediği gibi, bir günün ritmi başka, bir asrın ritmi başkaydı. Zaman, hikmetin en büyük öğretmeniydi. Ben de kendi hayatımın zaman katmanlarını düşündüm: günlerimin tekrarlarını, yıllarımın değişimlerini, ömrümün yavaş yavaş açılan katlarını… Hikmet bana, vusûlün yani varılacak yerin aslında zamanla yoğrulmuş bir yolculuk olduğunu öğretti.
Edward Said’in Şarkiyatçılık’ı ise bana başka bir ders verdi: Batı’nın gözüyle bakıldığında Doğu hep bir öteki, hep bir eksik olarak resmediliyordu. O kitabı okurken bir yabancı gibi hissettim; sanki kendi evimdeyim ama başkasının gözünden bana bakılıyor. İşte o an “Rububiyet” kavramını düşündüm: insan Rabbi’ne ait olduğunu unuttuğunda, başkalarının gözünde eriyip gidiyordu. Tevhid, bu yüzden hikmetin kalbiydi. Çünkü hikmet, insanı parçalanmış kimliklerden kurtarıp, birliğe çağırıyordu.


