‘Korku’ (2): “En Uzun Yürüyüş”ün yazılmamış hikâyesi Agos
Agos sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Arkadaşım Ali Özgentürk 1966-69 yılları arasında gerçekleşen, Deniz Gezmiş’in de katıldığı sayısız direniş yürüyüşlerinin 16 mm siyah-beyaz film çekimini yapmıştı. Annemi bir arkadaşına yatılıya gönderip Osmanbey’deki evimizde gece gündüz birkaç saat nöbetleşe uyuklayarak filmin kurgusunu yaptık. Odalarda duvardan duvara sicimler germiş, yürüyüşün her sahnesini ayırıp, numaralayıp kurgu için çamaşır mandallarıyla iplere asmıştık. Korkudan kimseye haber vermemiş, ekmeğimizi bile evde kendimiz yapmıştık.
1965-1970 yıllarıydı. 65 kuşağının sonu. Edebiyat Fakültesi’nde okuyor, Türk Haberler Ajansı’nda (THA) çalışıyordum. Türkiye’nin çalkantılı döneminde gençlik ve işçi hareketlerini izleyen birkaç fotoğrafçıdan biriydim. Vakit buldukça Anadolu gezilerine çıkıyor, köy köy dolaşıyordum. 1966 Ağustos ayında Muş’ta olduğum sırada 2500 kişinin hayatını kaybettiği, bir o kadar kişinin de yaralandığı büyük Varto Depremi meydana geldi. Büyük bir afetin ilk görgü tanığı olmuştum.
İsveç Afet Yardım Teşkilatı (IM), Varto’ya ulaşan ilk yabancı ekip oldu. Gazeteler depreme geniş yer verdi. İsveç dergi ve gazetelerinin deprem muhabiri olmuştum. Fotoğraflarım ve röportajlarım yayınlandıkça, dönemin ünlü “Sanasaryan Han” misafirhanesi davetleri başladı. KORKU’yu ilk kez Sanasaryan Han’da tattım. Önce günü birlik süren ziyaretler, haftasonu yatılıya dönüştü. THA’nın Patronu Kadri Kayabal’ın Ankara telefonları misafirlik süremin kısa kesilmesini sağlıyordu.
Son dönemini yakaladığım 65 kuşağının korkusuz gençleri arasındaydım ama gençliğin korkusuzluğu kırılmaya başlamıştı. Arkadaşlarıma ‘korkuyorum’ diyordum. Hepimiz korkuyorduk. Sayısız ödül aldığım Anadolu foto-röportajlarım yabancı dergilerde isteğim üzerine isimsiz yayınlanmaya başladı. “KORKU”, o anlatımı dehşet verici duygu, tüm bedenimi sarmış, Damokles’in kılıcı misali görünmez bir tehlikenin habercisi olmuştu. Telefonlarım dinleniyor, arkadaşlarım izleniyor, evimiz gözleniyordu. Polis, arkadaş kılığıyla evimizin içine kadar girip annemle ‘Altmışaltı İskambil Oyunu’ oynama ustalığına sahipti.
Bir arkadaşımla Kadıköy Kurbağalıdere’de sandalla çıktığımız haftasonu balık tutma sefası bile, bir başka sandal tarafından izlenmişti. Casus filmlerinden esinlenip dürbünle bizi gözlüyor, fotoğraf çekiyorlardı.
Evimizi polis tarafından basılıncaMatbaacı Osmanbey Sokağı’ndaki evimiz, polis tarafından basılıp annem üç gün evde göz hapsinde kalıncaya kadar KORKU’nun o acı dehşetini tüm şiddetiyle tatmamıştım. Yılların çalışması olan on binlerce kare negatif arşivim, basılı fotoğraflarım, Nazım Hikmet ses bantları ve Aziz Nesin kitapları, Milli Eğitim Bakanlığı Kültür Yayınları’nın beyaz kapaklı ‘Rus Klasikleri’ torbalarla taşınmıştı evimizden. Türkiye’nin en kapsamlı ilk ansiklopedisi Meydan Larousse, ciltleri bile üzerinde LAROUSSE yazdığı için toplatılan kitaplarım arasındaydı. Karanlık odam altüst edilmiş, silah araması yapılmıştı.
Neye uğradığını şaşıran zavallı annem, korkudan sinir krizleri geçirmiş, sonunda birkaç merhametli polis memuru tarafından teskin edilmişti. Kendine gelince “Madam, sen iyi bilirsin bize Ermeni dolması yap” demişlerdi. Annem her ne kadar “Ben bilmem yapmasını” dese de polisleri inandıramamış iyi bilmediği dolmayı yapmak zorunda kalmıştı. Ben ise, Sanasaryan Han misafirhanesinde uykusuz, ve acı dolu gecelerde kaderimi bekliyordum. KORKUM büyüktü.
Deniz Gezmiş görüntülerini Adana’ya götürüyoruzArkadaşım Ali Özgentürk. 1966-69 arasında gerçekleşen, Deniz Gezmiş’in de katıldığı sayısız direniş yürüyüşlerinin 16 mm siyah-beyaz film çekimini yapmıştı. Annemi bir arkadaşına yatılıya gönderip Osmanbey’deki evimizde gece gündüz birkaç saat nöbetleşe uyuklayarak filmin kurgusunu yaptık. Odalarda duvardan duvara sicimler germiş, yürüyüşün her sahnesini ayırıp, numaralayıp kurgu için çamaşır mandallarıyla iplere asmıştık. Korkudan kimseye haber vermemiş, ekmeğimizi bile evde kendimiz yapmıştık. Sokağa ışık sızmaması için geceleri evin orta odasında çalışıyor, sokağa bakan odada iplere asılı filmleri el feneri yordamıyla seçiyorduk. KORKUMUZ büyük, enerjimiz ve azmimiz sonsuzdu. Sonunda film bitti.
Ali, “İstanbul tehlikeli olmaya başladı, hepimizin evi polis tarafından basılıyor, ben filmi Adana’ya, baba evine götürüyorum. Sen filmin ekstralarını topla bir fırsat bul bize gel” dedi. İki hafta sonra Adana’da Ali’nin evindeydim. Bu arada polis baskıları artmış, eylemci öğrenciler memleketlerine kaçtıkça tutuklamalar yurda yayılmaya başlamıştı. Filmi kaybetme korkusu tüm bedenimizi sarmıştı. Ansızın, Ali’nin aklına harika bir buluş geldi. Ana filmi ve kurgu dışı ekstraları bir gece yarısı naylon poşetlere sararak 35 mm. teneke film kutularına koyduk. Kutuların içine birer avuç da pirinç serpiştirdik, rutubetten koruması için. Korkusuz günlerin birinde gün ışığına çıkarmak umuduyla bahçedeki bodur turunç ağacının dibine açtığımız derin bir çukura gömdük. “Altı adım bahçe girişinden, beş adım evin merdivenlerinden. Yaz kafana” dedi Ali.
Yıllar sonra Osmanbey’deki PTT binasının yan sokağında sayıları az kalan kahvelerden birinde topal ayaklı sandalyelere oturmuş Ali ile sohbet ediyoruz. “Hemen gel, önemli bir şey konuşacağım” demişti. Masanın ayaklarının altına, sallanmaması için gazete sayfalarından birini yuvarlayıp koydu. Bana da yarım sayfa verdi “Sandalyenin ayağına koy” dedi. Her nedense kahvelerdeki sandalye ve masaların ayakları hep dengesizdir. Her sandalye ve masanın topallaması değişiktir. Bazısı sola, bazısı sağa kayar, kahveye bir karakter ve kimlik katar. Pişti ve tavlanın usta oyuncuları topallamayan masaya oturmaz. “Bu masada bir iş var” der, bir başkasını seçerler. Usta oyuncu masa ve sandalyesini kendisi sabitler.
Ali, uzun uzun yüzüme baktı. Önemli bir şey söylemeden önce, karşısındakini inceler, en etkili anı seçerdi. "Hani bir filmim vardı hatırlarsın. Kurgusunu birlikte yapmıştık, ‘En Uzun Yürüyüş'”.
Başımla doğruladım. “O filmi yeniden yapacağım. Bazı sahnelerini, geçmişe dönüşlerde kullanmak istiyorum. Birlikte kurguladık, birlikte gömdük, birlikte çıkartalım. Azad edelim toprağın altından.”
İkimiz de unutmuştuk korkulu günleri. Ya da unutmak istemiştik.
Birkaç gün sonra Adana’da Ali’nin baba evindeydik.
“Altı adım bahçe girişinden, beş adım evin merdivenlerinden."
O gece özenle kazdık turunç ağacının altını. Başka ağaçların altını da. Ama boşuna. Poşetlere sarıp sarmalayıp 35 mm film kutularına koyduğumuz filmden eser yoktu.
“Doğru ağaç mı bu Ali? Yanılmış olmayalım?”
“Ulan evin bahçesinde tek turunç ağacı vardı. O da işte bu. Neredeyse bahçenin yarısını kazdık!”
“Tilkiler yemiş olmasın?”
Çok sert baktı yüzüme. “Ulan tilki korkunun anasını bilir. Hayatı korku içinde geçer hayvanın, hem kendi filmini neden yesin ki?”
Gençliğimizin bodur turunç ağacı dev bir ağaç olmuş, üzeri turunçlarla dolmuştu. Cennet bahçesi gibiydi, baba evinin bahçesi. Arkeolojik kazı yapar gibi toprağı parmaklarımızla, tırnaklarımızla eşeledik. Umutla, gün ağarıncaya kadar aradık. Koca turuncun kökleri Toprak Ana ile bir olup yok etmiş, yutmuşlardı korkulu günlerin “En Uzun Yürüyüş” filmini. Film kutularının yerine paslı birkaç teneke parçası ve bölük pörçük selüloitler kalmıştı toprakta.
Ellerini, omuzlarımın iki yanına koydu. Gözlerimin içine baktı.
“Olsun, üzülme. Biz neler yaşadık. Neler başardık. O kara günler, korkulu anılarıyla birlikte toprakta, turunç ağacının dibinde kalsın. Toprak, tarihe en iyi belgedir, toprak konuşur, dinlemesini bilirsen. Belki de o bodur ağaç gençlik yıllarımızın gizemli gücüyle böyle dev bir ağaç oldu. Ben yine de yapacağım o filmi. Birlikte yapacağız…”
Ama ömrü yetmedi sevgili dostumun. Bir buçuk ay önce, 15 Mayıs’ta filmin senaryosunu tamamlayamadan, diğer dostlar gibi, o da, Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’siyle limandan ayrıldı.
KORKU dolu anılarımla beni yapayalnız bıraktı!
Bir ilkbahar akşamı Eminönü/Sirkeci rıhtımında dubalardan birinin üzerine oturdum. 65 yıl önce gazeteciliğe ilk başladığım Türk Haberler Ajansı’nın unutulmaz patronu Kadri Kayabal’ın Sanasaryan Han ziyaretlerimin sıklaştığı, evimizin basıldığı günlerde, ajansın Genel Müdürü Mustafa Küçük ile birlikte söylediği sözü hatırladım.
“Seni daha fazla koruyamayız. Yaşamak istiyorsan, durma buralarda. Bugünden sonra Türk Haberler Ajansı’nın İngiltere Temsilcisisin.”
Gözlerim ve gönlüm ufuklara daldı. Bir bayrak koşusundaymış gibi elden ele geçen, Nazım’ın kendi sesinden okuduğu ‘Davet’ şiirinin son mısraları kulaklarımda çınladı.
Derinden ve uzaklardan çok hafif geliyordu, o gür ve ölümsüz ses...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim.


