Maarif Platformu eğitim sistemini tartıştı: Zorunlu eğitim bir oyalama mı? Gündem Haberleri
Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Aralarında akademisyenlerin, bürokratların, iş dünyası temsilcilerinin ve eğitimcilerin yer aldığı;
Maarif Platformu, Enderun Özgün Eğitimciler Derneği, İstanbul Medeniyet Enstitüsü
geçtiğimiz aylarda “Türk Eğitim Sistemi ve Zorunlu Eğitimin Yansımaları" konulu bir çalıştay düzenledi.
Söz konusu çalıştayın sonuç raporunda; mesleki eğitimin zayıflaması, yetenek israfı ve diplomalı işsizlik gibi sorunlar öne çıkarken, çözüm önerileri eğitimde esneklik, çeşitlilik ve yerelleşmeye dikkat çekildi.
Ayrıca raporda; 12 yıllık zorunlu eğitime dair tespitler başta olmak üzere, müfredata yönelik çözüm önerileri ve tevhid-i tedrisat vurgusuna yer verildi.
Maarif Platformu, Enderun Özgün Eğitimciler Derneği, İstanbul Medeniyet Enstitüsü, yayınladıkları rapora dair olumlu ve olumsuz tepkileri şu sözlerle özetleyerek ikinci bir raporu yayınlamayı ihtiyaç olarak gördüklerini açıkladı:
“Üç STK adına yayınlanan bu raporun içeriği mevcut eğitim sistemine yönelik önerileriyle kamuoyunda çok tartışıldı. Raporun gündeme getirdiği tespit ve çözümleri olumlayan, takdir eden ya da eğrisiyle doğrusuyla değerlendirenlerin dışında Türkiye’deki her konuda olduğu gibi burada da ideolojik yaklaşarak çarpıtmaya çalışanlar da ortaya çıktı. Biz STK’lar olarak raporun yansımalarını ve üzerinde cereyan eden tartışmaları değerlendiren ikinci bir rapor daha kaleme almaya karar verdik. Türk Eğitim Sistemindeki sorunların çözümüne katkıda bulunması ümidiyle sizlerin görüşüne sunuyoruz.”
Bahse konu ikinci raporda sıkça gelen sorular ve cevapları yayınlandı:
Zorunlu Eğitim Bir Oyalamadan mı İbaret?
Türkiye’de mevcut zorunlu eğitim sistemi, tarihsel süreçte çeşitli yabancı fikir akımlarının (pozitivizm, materyalizm, Darwinizm) ve bu fikirlerin ülkemizdeki yansımalarını temsil eden ideolojik yaklaşımların etkisi altında şekillenmiştir. Bu ideolojik belirlenim eğitimi bireyin fıtrî gelişimini destekleyen bir süreç olmaktan uzaklaştırarak çocukların kişilik inşasına, hayatı anlama ve anlamlandırmalarına katkı sunmadığı gibi onları amaçsızlık, mutsuzluk ve kimlik bunalımı gibi ciddi sorunlarla baş başa bırakmıştır. Bugün zorunlu eğitim süreçleri büyük ölçüde genç kuşakları hayata hazırlamakta yetersiz kalmakta, onlara gerçek bir meslekî yeterlik kazandırmak şöyle dursun, çoğu zaman üretkenlikten ve hayata etkin katılımdan uzaklaştıran bir oyalama işlevi görmektedir. Öğrencilerin zihinsel, duygusal ve meslekî gelişimini merkeze alan bir eğitim yaklaşımı inşa edilmediği sürece sistemin temel amacı olan nitelikli ve mutlu insan yetiştirme hedefinin gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Bu nedenle eğitim politikalarının ideolojik gölgelerden arındırılarak, insanın fıtratına, toplumsal ihtiyaçlara ve çağın gerçeklerine uygun şekilde yeniden yapılandırılması bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu çarpıcı gerçeği ortaya koyan ve kamuoyunda geniş yankı uyandıran zorunlu eğitim raporu, konunun farklı boyutlarının derinlemesine tartışılmasına öncülük ederek eğitim sistemimizdeki bu derin sorunlara ışık tutmuştur. Raporun geniş kesimlerdeki yankıları, bu tartışmanın ne kadar elzem olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Zorunlu ve Tek Tip Eğitimden Kurtulmalı mıyız?
Raporun açıkça ortaya koyduğu gibi, çocuklarımızın sınırsız potansiyeli, geçen yüzyılın eskimiş pedagojik yaklaşımlarına hapsolmuş bir zorunlu eğitim sistemiyle kısıtlanamaz. Öğrenmenin sayısız yolu varken, bunu tek tip bir müfredat ve tekdüze bir öğretim anlayışına sıkıştırmak, onların üretkenliklerini ve merakını öldürmekten başka bir işe yaramaz. Asırlar boyunca Osmanlı’yı zihnen besleyen o zengin Anadolu irfanı, acaba hangi tür bir eğitimin ürünüydü? Devletin tekelindeki, tek tip müfredata dayalı ve neredeyse sadece anlatmaya odaklanan bir öğretim pratiğinin, bu irfanı ortaya çıkaramadığı, mevcut eğitim sistemimizin sonuçlarından açıkça görülmektedir. Mevcut zorunlu eğitim ne Anadolu irfanını kazandırabiliyor ne de 21. yüzyılın ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. O halde gözümüzün nuru olan çocuklarımızı hangi güvence ve garantilerle bu sisteme teslim edeceğiz? Gerçek şu ki mevcut zorunlu eğitim, rutinlerin dışına çıkamayan, bilgi aktarımının ötesine geçemeyen ve çocuklarımıza gerçek bir bilgelik sunamayan bir yapıdadır. 20. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında sıkışmış, adeta arafta kalmış bir görüntü çizen bu sistemin, çocuklarımızı zihinsel ve duygusal olarak tatmin etmediği aşikârdır. İnsan fıtratında öğrenmeye yönelik doğuştan gelen bir merak ve öğrenme arzusu bulunmaktadır. Ancak bu doğal potansiyelin zamanla körelmesinde, seküler temelli ve merkeziyetçi bir müfredat yaklaşımının etkili olup olmadığı, dikkatle değerlendirilmesi gereken bir husustur. Rapora yönelik eleştiriler incelendiğinde pek çok yorumun bilimsel gerekçelere dayanmaktan ziyade belirli düşünsel kalıpların etkisinde şekillendiği görülmektedir. Raporla ilgili ortaya konulan ve aslında konuyla ilgili olmayan tamamen ideolojik kaygılarla yapılan yorumlar eğitim alanında daha derinlikli, özgür ve ilkesel bir tartışma ortamının ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Kaldı ki birçok Avrupa ülkesi de farklılaştırılmış eğitim modeli uygulamalarını benzer nedenlerle hayata geçirmiş ve gençlerin yetenek, ilgi ve becerilerine yönelik eğitim modelleri sunmuştur.
Raporun eğitim sistemine dair gerçekleri bütün boyutlarıyla ortaya koyması, mevcut zorunlu eğitim ve tek tip müfredat anlayışı üzerine yürütülen geleneksel kabulleri sarsmış görünmektedir. Gerek medyada gerekse sosyal medyada geniş yankı bulan bu çalışma, eğitim üzerine sürdürülen tartışmalara yeni ve taze bir bakış açısı kazandırmış, zorunlu eğitim konusunu daha üst düzey platformlarda da gündeme taşımıştır. Son zamanlarda basına yansıdığı kadarıyla politika yapıcıların da bu önemli meseleye dair hassasiyet göstermesi ve raporun ortaya koyduğu hususlara yakın düşünceler ortaya koyması, eğitimde yenilikçi bir yaklaşım arayışının toplum genelinde karşılık bulduğuna işaret etmektedir. Rapora yönelik çeşitli medya organlarında, sendikal platformlarda ve eğitim alanında söz sahibi farklı kesimlerde yapılan yorum ve değerlendirmeler, eğitim meselesinin toplum genelinde ne kadar güçlü bir duyarlılıkla takip edildiğini ve tartışıldığını göstermektedir. Bu ilgi ve eleştiriler raporumuzun eğitim sistemimize dair getirdiği tespitlerin ve önerilerin geniş bir etki alanı oluşturduğunu da teyit etmektedir. Genel olarak eğitimde yenilik arayışını farklı bakış açılarıyla zenginleştirmek yerine mevcut tek tip anlayışın korunmasını savunan bu yaklaşımlar, ülkemizin eğitimde çeşitliliği ve bireysel farklılıkları kucaklayan bir yapıya kavuşması gerektiği yönündeki temel iddiamızın ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha göstermektedir. Rapor zorunlu ve tek müfredatlı bir eğitim yapısının hem bireysel potansiyelin gelişimini hem de toplumsal dinamizmi sınırladığına dikkat çekmekte, bundan dolayı da eğitimde daha özgür, esnek ve yetenek merkezli bir yaklaşımın gerekliliğini vurgulamaktadır. Nitekim eğitimde çağdaş beceriler ile milli ve ahlaki gereklilikleri sentezleyen Türkiye Yüzyılı Maarif Modeline yapılan topluca karşı çıkış, bu alanda köklü bir değişimin zorlu ama kaçınılmaz olduğunu da ortaya koymaktadır. Bugün dünya genelinde “zorunlu eğitime hayır”, “okula alternatif öğrenme”, “bireysel öğrenme rotaları” gibi yeni pedagoji akımlarının güç kazandığı bir dönemde, ülkemizin de bu çeşitliliğe ve bireysel gelişim imkanlarına kapı aralaması gerektiği açıktır. Kadim kültür birikimimiz ve asıl değerlerimiz ışığında ve yeni teknolojiler eşliğinde gelecek için kurulacak eğitim köprüsü milli kalkınmanın anahtarı olacaktır. Bizler gönüllü ve bağımsız eğitim kuruluşları olarak çocuklarımızı tek tip kalıplara sıkıştırmak yerine, onların yeteneklerini keşfetmelerine ve geliştirmelerine imkan tanıyan bir eğitim vizyonu için çalışıyoruz. Özgür düşünceyi, zihinsel zenginliği ve ruhu yerli, ufku evrensel bir maarif anlayışını yeniden canlandırmayı temel bir hedef olarak görüyoruz.
Çocuklarımızın doğuştan gelen girişimci ruhunu, yeteneklerini ve merakını tekdüze kalıplar içinde törpülemek yerine, onları sanatla, bilimle ve marifetle buluşturan dinamik bir eğitim yapısı inşa etmek en büyük ülkümüzdür. Bu çabanın arkasındaki temel kaygı, ülkemizin en kıymetli varlığı olan genç nesilleri, bireysel özellikleri ve potansiyelleri doğrultusunda yetiştirebilecek alternatif eğitim yolları aramaktır. Her bir çocuğun benzersiz bir dünya olduğu gerçeğinden hareketle, eğitim sistemimizi daha esnek, daha özgür ve daha insan merkezli bir yapıya kavuşturmanın, sadece bugünün değil, geleceğin de en önemli vatanseverlik görevlerinden biri olduğuna inanıyoruz.
Eğitime değil, tek tipleştirici zorunlu eğitime karşı duruyoruz. Çünkü maarif, insanın doğası gibi zengin, farklı ve sürekli gelişen bir süreci ifade eder. Eğitimi tek bir müfredata, tek bir kalıba, tek bir yaklaşıma indirgemek, insanın yaratılıştan gelen çeşitliliğini ve özgürlüğünü görmezden gelmek olur. Bu inançla bize destek veren tüm gönüldaşlara, düşüncelerine saygı duyarak katkı sunan yazarlara ve medyadaki dostlarımıza teşekkür ediyoruz. Eğitimin zenginliğini ve insanın fıtratına uygun bir maarif modelini savunmaya devam edeceğiz.
İddialar ve Cevaplar
Soru: Rapora yapılan eleştirilerden birisi müfredat birliğinden vazgeçilmesinin teklif bile edilemeyeceğidir. Bu eleştiriye nasıl bir yanıt verirsiniz? Eğitim birliği ilkesi nasıl anlaşılmalı ve uygulanmalıdır?
Cevap: Eğitim birliği, tek tip bir müfredat dayatmak veya çocukları tek bir dünya görüşüne hapsetmektedir. Yanlış eğitim birliği anlayışı ile, her çocuğun maddi ve manevi olarak mutlu olacağı, yeteneklerini geliştirebileceği ve topluma faydalı bireyler olarak yetişebileceği bir eğitim ortamı sağlamanın önüne geçilmektedir. Eğitim birliği, farklı ve esnek müfredatlarla ve halkı temsil eden sivil toplum kuruluşlarıyla yapılan iş birlikleriyle zedelenmez, aksine zenginleştirilmelidir. Bu iş birlikleri, çocuklarımızın farklı bakış açıları kazanmasına, farklı kültürleri tanımasına ve farklı beceriler geliştirmesine olanak tanır. Önemli olan, bu iş birliklerinin şeffaf, denetlenebilir ve eğitim birliği ilkesine uygun olarak yürütülmesidir. Eğitim birliği, tekelci bir anlayışla değil, çoğulcu bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Devlet aile, toplum ve çağın istek ve gereklerini bilmeli bu isteklere göre hareket ederek farklı görüşlere ve taleplere saygı duyan bir eğitim sistemi oluşturmalıdır. Çocuklarımızın kendi anlamlarını bulmalarına, kendi mutluluklarını keşfetmelerine ve kendi potansiyellerini gerçekleştirmelerine fırsat tanıyan bir eğitim sistemi, gerçek eğitim birliğini sağlayacaktır. Geçmişte Aristo, Farabi, Platon ve Gazali gibi düşünürlerin vurguladığı gibi, eğitimin nihai amacı insanı mutlu etmektir. 21. yüzyılda bu mutluluk, sadece maddi refahla değil, aynı zamanda manevi tatminle, toplumsal sorumlulukla ve bireysel özgürlükle de mümkündür. Eğitim birliği, bu çok boyutlu mutluluğu hedefleyen bir eğitim anlayışını benimsemelidir.
Soru: Raporda yer alan bazı ifadelerin, eğitimi piyasalaştırma ve gericileştirme projelerinin bir parçası olduğu iddia ediliyor. Ayrıca raporun temel odak noktasının, sermayenin ve işgücü piyasasının ihtiyaçları olduğu iddiası da var. Sermayenin erken yaşta ucuz iş gücüne ihtiyaç duyduğu ve 12 yıllık zorunlu eğitimin bu ucuz iş gücüne engel teşkil ettiği, bu yüzden lise eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılması gerektiğinin dillendirildiği suçlamaları var. Bu suçlamalara karşı ne söylemek istersiniz?
Cevap: Raporun “eğitimde piyasalaştırma ve gericileştirme projesinin bir parçası olduğu” iddiası, gerçeklikten tamamen uzak ve kasıtlı bir çarpıtmadır. Bu tür suçlamalara verilebilecek en net cevap, Milli Eğitim Bakanlığı’nın hayata geçirdiği Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’dir. Bu model, önyargılardan arındırılmış bir şekilde incelendiğinde felsefesi, amaçları, içeriği ve uygulama yöntemleriyle ABD, AB ve Kanada gibi ülkelerin eğitim modelleriyle büyük benzerlikler taşıdığı görülecektir. Dolayısıyla, “gericileştirme” algısı, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nde açıkça ifade edilen “Zamanı Algılama ve Kronolojik Düşünme Becerisi” ile çelişmektedir. Raporumuzun, eğitimi “piyasalaştırma” ve “gericileştirme” projelerinin bir parçası olduğu iddiası, gerçekle bağdaşmayan ve samimiyetten uzak bir yaklaşımdır. Hatta zorunlu eğitimin süresinin azaltılması ya da kaldırılması teklifini, doğrudan “sermayeye ucuz iş gücü sağlama çabası” gibi okumak, ön yargılı bir bakış açısının ürünüdür. Esasen asıl gericilik değişen zamanın koşullarını ve bireysel farklılıkları dikkate almadan, tek tip, dayatmacı, zamana uymayan ve bireyin potansiyelini körelten bir eğitim sistemini savunmakta kendini göstermektedir. Bizler doğuştan girişimci ruha sahip çocuklarımızı zorunlu, kesintisiz ve tek tip bir müfredat altında sıradanlaştırmak istemediğimiz için özgürlükçü, farklılıkları dikkate alan, ferdin yeteneklerini ve eğilimlerini merkeze alan bir maarif anlayışını savunuyoruz. Oysa karşımızda öyle tutarsız bir düşünce biçimi vardır ki hangi meseleyi gündeme getirsek, hemen arkasında bir kötü niyet aramakta ve esasen kendi kötü niyetlerinden kaynaklanan yapısal problemleri tartışılmaz hale getirmektedirler. Bu yaklaşım olsa olsa eğitimde sorunları çözmeyi değil, tartışılmasını bile imkânsız hale getirmeyi amaçlayan bir anlayışın ürünü olabilir. Zorunlu eğitimin yapısı bugünkü haliyle meslek kazanımını, üretim becerilerini ve girişimcilik ruhunu köreltmekte, bireyleri üniversite diploması sahibi olmak dışında başka bir yol düşünemeyen bir toplumsal yapıya yönlendirmektedir. Bu da eğitimde piyasalaşmanın asıl zeminini oluşturmaktadır. Sınav odaklı sistemler, ikincil müfredatlar, özel kurslara bağımlılık ve bilgi yığılması. Bugün eğitimi gerçek bir maarif anlayışıyla yenilemek isteyenleri “piyasalaştırma” ile suçlayanların, gerçekte tüketim toplumunu ve bilgi istifçiliğini körükleyen mevcut sistemi savundukları açıktır. Bütün bu gerçekler ışığında raporumuzun amacı, erken yaşta ucuz iş gücü oluşturmak değil, aksine insan fıtratına uygun, bireysel farklılıkları gözeten, üretimi ve ahlaki gelişimi esas alan sahici bir eğitim modeline geçilmesini sağlamaktır. Tartışılması gereken asıl mesele, hangi eğitim anlayışının insanı daha özgür, daha üretken ve daha ahlaklı kıldığıdır ve biz bu soruyu dürüstçe sormaktan vazgeçmeyeceğiz
Soru: Çocukların sivil toplum kuruluşlarıyla (STK) yapılan protokoller aracılığıyla farklı yönlendirmelere maruz bırakılmasının eğitim birliği ilkesini zedelediği yönünde 8 eleştiriler var. Bu eleştirilere nasıl bir yanıt verirsiniz? STK’ların eğitimdeki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Eğitim birliği ilkesinin sivil toplum kuruluşlarıyla yapılan iş birlikleri aracılığıyla zedelendiği iddiası, eğitim sürecinin toplumsal doğasını ve çağdaş demokratik yapıların işleyişini göz ardı eden dar bir bakış açısını yansıtmaktadır. Çünkü eğitim yalnızca sınıf ortamlarında, kapalı ve kontrollü mekânlarda üretilen bir faaliyet değil, toplumsal dinamiklerin, kültürel değerlerin, bireysel farklılıkların ve kolektif tecrübelerin bir araya geldiği canlı bir süreçtir. Bugün dünyanın gelişmiş ve demokratik olarak ifade edilen ve ülkemizin pek çok konuda örnek gösterdiği Amerika Birleşik Devletleri’nde, Kanada’da, Almanya’da ve Japonya’da devlet, eğitim alanında sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği yapmayı, eğitimi çeşitlendiren, güçlendiren ve toplumsal katılımı artıran bir mekanizma olarak görmektedir. Örneğin ABD’de çeşitli eğitim STK’ları (Teach for America gibi) kamu okullarında öğretmen yetiştirme ve eğitimi destekleme süreçlerinde doğrudan rol üstlenmektedir. Kanada’da farklı etnik grupların oluşturduğu dernekler, devletle iş birliği içinde kültürel çeşitliliği eğitim sistemine kazandırmaktadır. Avrupa’da pek çok ülkede çevre bilinci, sosyal sorumluluk ve sanat eğitimi gibi alanlarda devlet-STK iş birliği teşvik edilmektedir. Bu küresel tecrübelerden anlaşılmaktadır ki, modern toplumlarda her bir bireyin eğitim sürecine katkı sunmasının en doğal, en organize ve en etkili yollarından biri STK’lar aracılığıyla gerçekleşmektedir. STK’lar, vatandaşların kendi değer dünyaları, toplumsal ihtiyaçlar ve kültürel miras doğrultusunda eğitime destek olmalarını sağlayan yapılar olarak işlev görmektedirler. Bütün bu sebeplerden dolayı eğitime katılımı sivil bir bilinçle artırmak için kamu kurumlarının STK’larla işbirliği yapması hem bireysel sorumluluğun hem de toplumsal dinamizmin güçlenmesi için oldukça önemlidir. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu, bu eleştirileri yapanların zihin arkasındaki ideolojik körlük ve dışlamayı da ifade etmek gerekir. Bu noktada esasen yapılmak istenilen STK’lar arasında ideolojik ayrımcılık ve STK’lardan bazılarını sırf düşünce yapıları veya kimlikleri üzerinden dışlayarak düşmanlaştırmaktır. Bu ise demokratik, özgürlükçü ve sosyal devlet anlayışıyla bağdaşmadığı gibi toplumsal anlamda yaşadığımız kırılmaların da temelini oluşturmaktadır. Çünkü ülkemizdeki bir kesime göre (ki bu grup kendini seçkin sanan, elitist ve seküler kesimdir) Türkiye’de iyi bir şey yapılacaksa bunu sadece kendileri yapabilir. Vatanseverlik sadece onlara göredir ve onların istediği şekilde yapılır. Bu seçkinci grubun istemediği hiçbir şey Türkiye’de gerçekleşemez. Yapılacak iş ülke yararına olsa bile önce onların onayını ve iznini almak gerekir. Velhasıl eğitimde çeşitliliği ve sivil katılımı teşvik etmek, sosyal devletin temel görevlerinden biridir. Bu bağlamda, devletin resmi kayıtlarında yer alan ve ilgili mevzuata uygun şekilde faaliyet gösteren her sivil toplum kuruluşunun eğitim süreçlerine katkı sunması, modern toplumlarda olumlu bir gelişme olarak değerlendirilir. Kamu kurumlarının hangi sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği yapacağı konusunda önceden bir liste oluşturulmaz; herhangi bir siyasi, ideolojik veya düşünsel gruptan onay almaya gerek olmaz. Ö nemli olan, yürütülen faaliyetlerin hukuka, kamu yararına ve eğitim politikalarına uygun olmasıdır.
Burada asıl olan yapılan iş birliklerinin şeffaf, hesap verebilir, çocukların üstün yararını gözeten ve Türk Eğitim Sisteminin temel amaçlarına ve ruhuna uygun şekilde yürütülmesidir. Ç ünkü STK’ların eğitimde aktif rol alması, devletin yetkilerini devretmesi değildir. Aksine eğitim sisteminin toplumsal köklerle daha güçlü bağlar kurmasını sağlamak anlamına gelir. Ayrıca Çocuklarımızın farklı bakış açıları kazanmaları, toplumsal sorumluluk duygusu geliştirmeleri ve bireysel yeteneklerini keşfetmeleri için eğitim süreçlerine sivil katkının artırılması bir zenginliktir, bir tehdit değil. Sonuç olarak STK’larla yapılan iş birlikleri, eğitim birliği ilkesini zedelemek bir yana, onu toplumsal tabanda güçlendirir. Bugün eğitimde kaliteyi, zenginliği ve özgünlüğü artırmak isteyen her toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de sivil toplumun eğitim süreçlerine katkı sunması teşvik edilmelidir. İdeolojik önyargılardan arınarak yalnızca çocuklarımızın ve ülkemizin geleceği için bu sürece daha geniş bir açıdan bakmak hepimizin ortak sorumluluğudur.
Soru: Zorunlu eğitimin kesintisiz ve kamusal bir hak olduğu, devletin ve ailenin çocuğa karşı eğitim noktasındaki yükümlülükleri ve çocuk işçiliği sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu konudaki temel görüşleriniz nelerdir? Zorunlu eğitim ve çocuk işçiliği arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Eğitim çağdaş hukuk sistemlerinde her birey için tanınmış temel bir haktır. Anayasalar ve ilgili yasalar, devletin ve ailenin çocukların eğitimine ilişkin sorumluluklarını belirlemekle birlikte, bu sorumlulukları eğitim süreçlerini katı ve uzun süreli bir zorunluluk haline getirmek şeklinde yorumlamaz. Çünkü eğitim hakkı bireyin bilgiye, öğrenmeye ve gelişime erişim hakkını ifade etmektedir. Anayasal eğitim hakkı bireyin hayatının uzun bir döneminde devlet tarafından belirlenen tek bir yöntemle ve tek bir modelle zorunlu tutulması anlamına gelmemektedir ve gelmemelidir. Çağdaş hukukta sadece doğmuş olmakla sahip olunan haklardan olan parasız ve zorunlu eğitim, kanaatimizce temel eğitimi kapsamaktadır. Bunun dışındaki ve üstündeki eğitim elbette çok değerli ve gereklidir; ama bu eğitim formal ve zorunlu eğitim ile sınırlandırılamaz. Yoksa zorunlu olan okulun yüzünü hiç görmeden, tarihte iz bırakmış sayısız düşünürü nereye koyacağız? Sonuç olarak eğitim (terbiye ve talim) şarttır. Fakat bunu birçok sorunu barındıran, aydınlatmayan, dünya ve ahirete hazırlamayan, estetik ve ahlak kazandırmayan çarpık bir eğitim anlayışı ile, kuru bilgiler ve ezbere dayalı, merkezi sınavlara odaklı günümüzün okulu ile sınırlandıramayız. Temel düzeyde bir eğitimin bireyin hayatını sürdürebilmesi, topluma katılabilmesi ve kişisel potansiyelini gerçekleştirebilmesi için gerekli olduğu açıktır. Ancak bu temel kazanımlar elde edildikten sonra bireyin gelişimi, ilgi alanları, yetenekleri ve hedefleri doğrultusunda şekillenecek özgür bir eğitim süreci inşa edilmelidir. Bireyi uzun yıllar boyunca tek tip bir eğitim anlayışına mahkûm etmek, insan fıtratına ve medeni toplum anlayışına aykırıdır. Ç ünkü medeni anlayış ve sosyal devlet uygulamaları bireyin eğitimde kendi yolunu seçebilmesini, farklılıkları, yetenekleri ve özgün yönelimleri tanımasını esas alır. Bu yüzden zorunlu eğitim ile çocuk işçiliği arasındaki ilişki doğru kurulmadığında, eğitim amacının dışına çıkılarak bireyin özgürlüğü ve üretkenliği engellenmiş olmaktadır. Çocuk işçiliği elbette ciddi bir toplumsal problemdir ve çocukların erken yaşta sömürüye maruz kalmaması için devletin koruyucu mekanizmalar kurması esastır. Ancak bu haklı endişe tüm genç kuşakları uzun yıllar boyunca kalıplaşmış eğitim sistemlerine mahkûm etmenin gerekçesi haline getirilemez ve şu anda yapılan tam olarak bu anlama gelmektedir. Eğitimde asıl mesele bireyi üretken, değer üreten, erdemli bir şahsiyet olarak yetiştirmektir. Bu doğrultuda temel eğitim süreci, bireyin kişilik inşası, sorumluluk bilinci kazanması, temel okuryazarlık ve hayat becerileri edinmesi açısından zorunlu tutulabilir. Bunun ötesindeki eğitim süreçleri, bireysel farklılıkları ve tercihler doğrultusunda çeşitlenmeli ve bireyin özgür iradesine dayanmalıdır. Sonuç olarak eğitim hakkı kişinin ilimden irfana geçişini desteklemek için vardır. Ferdin fıtri eğilimlerini bastıran, farklılıkları törpüleyen, onu uzun yıllar boyunca aynı kalıba sokan, gizli potansiyel ve yetenekleri yok eden eğitim zorunlu olmamalıdır. Gerçek bir eğitim anlayışı, ferdi, bilgiye ulaşmaya yönlendirmelidir, öğrenciyi belirli bir ideolojinin zihinsel formasyonuna hapsetmeye çalışmamalıdır. Bu nedenle eğitim politikalarında temel ihtiyaç ile bireysel özgürlüğü dengelemek, çağdaş ve insana saygılı bir yaklaşımın zorunlu bir gereğidir.
Soru: MESEM projesi aracılığıyla çocukların erken yaşta çalıştırıldığına dair eleştirilere ne diyorsunuz? Raporunuzda ortaokul ve liselerin meslek eğitimiyle ilişkilendirilmesi önerisi, bu eleştirileri haklı çıkarıyor mu?
Cevap: Raporda ortaokul ve liselerin meslek eğitimiyle ilişkilendirilmesi önerisi, çocukların erken yaşta çalıştırılmasıyla ilgili değildir. Aksine çocuklarımızın erken yaşlardan itibaren farklı meslekleri tanıması, ilgi alanlarını ve yeteneklerini keşfetmesi ve geleceklerini bilinçli bir şekilde şekillendirmesi hedeflenmektedir. Bu amaçla Milli Eğitim Bakanlığı'nın Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) projesinin yeniden değerlendirilmesi ve ortaokul ve lise eğitimine entegre edilmesi önerilmektedir. Raporda sadece meslek liselerinin değil, ortaokul ve liselerin de meslek öğreten ve öğrencileri mesleklerle tanıştıran bir yapıya kavuşturulması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu uygulama çocukların erken yaşta çalıştırılması değil, onların gelecekteki kariyerlerine daha bilinçli bir şekilde hazırlanmaları anlamına gelmektedir. Zorunlu eğitimden sonra meslek eğitimi tercihinin ailelere ve çocuklara bırakılması, çocukların erken yaşta çalıştırılması anlamına gelmez. Aileler ve 12 yaş civarındaki çocuklar, ilgi ve yeteneklerine göre meslek eğitimini seçebilirler. Meslek eğitimi alırken online veya başka yollarla genel eğitim almalarının önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Sosyal kişilik gelişiminin ülkemizdeki mevcut formal eğitimle sağlandığı iddiası, gerçeklikten uzaktır. Okul şiddeti, sokak şiddetinin artması ve suçluların profili, mevcut zorunlu eğitimin insanları terbiye edemediğini ve sağlıklı kişilikler kazandıramadığını göstermektedir. Sosyal kişilik kavramının ne anlama geldiği oldukça tartışmalıdır ve bu tartışmaya cevabı sadece zorunlu formal eğitimde aramak, anne-baba ve çocukların bu kavramdan ne anladığını göz ardı etmek anlamına gelir. Dolayısıyla rapor çocukların erken yaşta çalıştırılmasını değil, onların gelecekteki kariyerlerine daha bilinçli bir şekilde hazırlanmalarını savunmaktadır. MESEM projesinin yeniden değerlendirilmesi ve ortaokul ve lise eğitimine entegre edilmesi de bu amaca hizmet etmektedir.
Sonuç:
Bütün bu değerlendirmelerden anlaşıldığı üzere, bu rapor eğitim sistemimizin temel meselelerine dair yapıcı eleştiriler ve çözüm odaklı öneriler sunarak, Türkiye’nin eğitimde karşı karşıya olduğu zihinsel daralmayı aşmayı hedeflemektedir. Raporda zorunlu, kesintisiz ve tek tip eğitimin kişisel özgürlükleri, üretkenliği ve toplumsal dinamizmi nasıl sınırladığına dikkat çekilerek, insan fıtratına, toplumsal çeşitliliğe ve çağın gerçeklerine uygun, özgürlükçü ve yenilikçi bir maarif anlayışı savunulmaktadır. Rapora yönelik eleştirilerde, iddiaların çarpıtılarak raporun eğitime karşı olmakla ve gizli bazı amaçlara hizmet etmekle suçlanması, raporda açıkça vurgulanan eğitim birliği ilkesinin çoğulculukla güçlendirilebileceği ve sivil toplumun eğitim süreçlerine etkin katılımının modern toplumlar için vazgeçilmez olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Söz konusu eleştiriler esasen değişime karşı gösterilen direnci ve gerici bakış açılarını yansıtmaktadır. Buna rağmen yapılan eleştiriler, raporda dile getirilen ihtiyaçların ve önerilerin isabetini bir kez daha teyit etmiştir. Geleceğin Türkiye’si kimliğini ve geçmişini bilen, bilgiyi bilgelikle kullanabilen, yeteneklerinin farkında olan ve bunları doğru şekilde değerlendiren, ahlaki değerlere sahip, üretken ve sorumluluk bilinci taşıyan fertlerin omuzlarında yükselecektir. Bu hedefe ulaşmak için eğitim sistemimizin daha adil, daha esnek ve daha insan merkezli bir yapıya kavuşması zaruridir. Bugün varlığını sürdüren 12 yıl süren zorunlu ve tek tip eğitim anlayışı, bu hedeflere ulaşmanın önündeki en büyük engellerden biridir. Ü lkemizin maarif meselelerini kendisine dava edinen, eğitimi bir medeniyet, kültür ve meslek meselesi olarak gören sorumlu sivil toplum kuruluşları olarak bizler, insanı ve insanın fıtri potansiyelini merkeze alan bir eğitim vizyonu için kararlılıkla çalışmaya devam edeceğiz.


