Murat Ülker yazdı: İlk yaradılış evrim mi devrim mi? Aktüel Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker'in “İlk yaradılış, evrim mi, devrim mi?” başlıklı yazısı şöyle:
Prof. dr. Sefa Saygılı hocamız evrime karşı inançlı bir mümin; bu konuda farklı zamanlarda yazdığı yazılardan derleyerek oluşturduğu “Evrimin Tutarsızlığı” (1) kitabını okuyunca evrim konusundaki görüşlerinden kısaca bahsetmek istedim:
Prof. dr. Sefa Saygılı: “Evrim teorisi kadar belirsiz, kanıtları yetersiz, bilimsel ölçülere uzak bir teorinin dogma haline gelmesi sanırım ancak sosyolojik nedenlerle açıklanabilir. Toplum ve bilim; mekanikçi, yararcı ve serbest rekabetçi düşüncelere o kadar dalmıştı ki, artık gerçek olarak gökyüzüne tanrı yerine seleksiyon çıkarılmıştır.” dedikten sonra ekliyor: “Halbuki pozitif bilime inanan evrim taraftarlarınca bu teori çoktan ispat edilmiş olmalıydı. Evrim artık bir inanç sistemi midir? İspatlanmamış evrim inancı bilim değil bir saplantı mıdır? Yoksa ateizm inancının maskesi midir?”
Kitapta evrim teorisinin tutarsızlık ve çelişkileri, niçin inandırıcı ve makul olamadığını gösteren birçok kanıt sunuluyor. Hoca senelerdir çeşitli yayın organlarında evrimcinin çıkmazı ile ilgili yazdıklarını, hatta bir kısmını da yayın tarihlerini vererek kitaba almış. Önce kısa alıntılarla onun görüşlerini sunuyorum:
Evrenin başlangıcı: Bing Bang
Yirminci yüzyılda kâinatın değişmeyen, ezeli ve sonsuz bir yapı olmadığının bilimsel bulgularla anlaşılması materyalist zihinler için tam bir yıkım olmuştur. Stephan Hawking ‘Zamanın Kısa Tarihi’ adlı kitabında: “Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadır ki, Big Bang’ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer ‘yüz bin milyon kere milyonda bir’ daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.”
Kainattaki Müthiş Denge
Kâinatın yani evrenin ezeli olmadığı, sonradan Big Bang denilen patlama ile ortaya çıktığı 1940’lı yılların sonlarında anlaşılmıştır. Giderek de bilim insanlarınca bu fikir genel kabul gördü. Ama ispat da edilmiş değildir.
Ay ve Yaradılış Hikmetleri
Ayın yokluğu halinde: Atmosferimiz yüzlerce defa daha yoğun olacağından yeryüzüne güneş ışını ulaşamayacak ve fotosentez gerçekleşemeyeceğinden hayat olmayacaktı. Ayın çekim gücü atmosferimizi bir pamuk helva gibi kabartarak, onu seyreltmektedir. Kısacası ay olmasaydı, dünya kendi ekseni etrafında şu anki hızına kıyasla çok daha yüksek bir hızla dönecek ve hem yüzeyindeki rüzgârlar çok şiddetlenecek hem de gün süresi kısalacaktı, diyebiliriz.
Sonuç olarak yaratılışın birazcık da olsa anladığımız ihtişamı, mükemmelliği olmasaydı; Dünya’da bildiğimiz yaşam şekli olmazdı, yani biz insanlar ve diğer canlılar olmazdık. Yüce kitabımız Kuran’da Rabbimizin buyurduğu gibi:
“O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir dinlenme, güneş ve ayı bir hesap kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah’ın takdiridir.” (En’am Suresi, 96)
“Ve ayı bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır.” (Nuh Suresi, 16)
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor.” (Enbiya Suresi, 33)
“Güneş’i ve ayı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır.” (İbrahim Suresi, 33)
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl Suresi, 12)
Dünyamızı Koruyan Dev Gezegen: Jüpiter
Jüpiter’in etkisini inceleyen NASA Sagan Akademi üyesi Rebecca Martin: “Çalışmamız gösteriyor ki şimdiye kadar gözlemlemiş olduğumuz gezegen sistemlerinin en küçük parçası dahi, doğru bir mevkide bulunan dev gezegenler sayesinde uygun bir büyüklükte bir asteroid kuşağı oluşturarak yakınlarında bulunan, şartları müsait gezegenlere hayat barındırmak olanağı veriyor… Çalışmamız, güneş sisteminin tesadüfen değil de özel tasarlanmış bir sistem olduğuna işaret ediyor.
Bakteri İlkel mi?
Michael Denton karmaşıklığı şöyle tarif eder: “Günümüzde moleküler biyoloji göstermiştir ki, dünyadaki bütün canlı sistemlerin en basit olanları bile mesela bakteri hücreleri son derece karmaşık bir yapıya sahiptir. En küçük bakteri hücreleri, son derece küçük olmalarına rağmen, 2×10-13 gramdan daha hafif, her biri etki itibariyle, enfes bir şekilde tasarlanmış binlerce karmaşık moleküler mekanizma barındıran tam bir mikro fabrika gibidir. Bu fabrika hep beraber 100 milyar atomdan oluşur ki insanoğlunun ürettiği her makineden daha karmaşık olup, cansızlar dünyasında bir benzeri yoktur.”.
Hücrenin bilgi zenginliğine gelince, ateist ünlü alim Richard Dawkins (1986) der ki: “Her hücre otuz ciltlik Britannica Ansiklopedisi’nin tamamından daha fazla dijital kodlu bir veri tabanı içerir.”. Üstelik bu bilgi DNA’larda doğru şifre ile kodlanmıştır. Basit bir bakteri bile 4 bin kadar farklı proteine sahiptir. Bakteriler en çabuk üreyen canlıdır. Tüm hayat formlarının %75’ini oluşturmaktadırlar. Hayatın tüm formlarından daha fazla mutasyon üretirler; ama bugüne kadar bakteri türünden başka hiçbir şey üretememişlerdir. Yani 3 milyar yıldır yine bakteri olmaya devam etmektedirler.
Özetle Darwin tarafından ortaya atılan görüşler ve Darwinizm, ilk olarak ortaya atıldığı günden bugüne kadar bilim dünyasında yer alan hiçbir disiplin tarafından bilimsel veriler, bulgular ve deliller ışığında ispat edilememiş kişisel bir hipotezdir. Tam aksini ispat eden sayısız bilimsel veriler ve deliller mevcuttur. Bu şartlarda objektif bilimsel veriler ve bulgular ile ispat edilmiş olan doğru ve gerçek teoriler ve/veya kanunlar arasından bu düşüncenin artık yok kabul edilmesi son derece isabetli, yerinde ve bilimsel bir yaklaşım olacaktır.
Saygılı 28 Ocak 2017’de şunları kaleme almış: Laik bir devletin bir inkâr teorisi ve inanç düşmanı olan böyle bir safsatanın bilim diye, sanki doğruymuş gibi müfredatta bulundurması yanlıştı, bir din ve vicdan hürriyeti ihlâli idi. Şimdi bu gereksiz ve bilim karşıtı konuyu derslerden kaldırmakla Milli Eğitim Bakanlığımız son derece yerinde bir karar almıştır. Hizmeti geçenlere teşekkür ediyoruz.
Aziz Sancar ve Evrim Teorisi
Prof. dr. Aziz Sancar Türkiye’nin Bakü büyükelçiliğinde düzenlenen programda bir öğrencinin din ve bilim arasındaki ilişkiye dair sorduğu soruya şöyle cevap vermiş: “Ben Müslümanım ve Müslüman olduğumu her yerde söylüyorum. Müslümanlığımla övünüyorum. Türkiye’deki evrim tartışmaları beni çok üzdü. Türkiye’nin çok sorunu var.
Ben Allah’a inanıyorum. İsteyen evrime inanır, isteyen inanmaz, fakat bunu kalkıp büyük devlet, millet sorunu yapıp kavga ederek bütün enerjimizi boşa harcıyoruz.”.
İnsan Maymuna Yakın Bir Yaratık mı?
Evrimcilerin iddiası DNA dizilimlerindeki benzerliktir. Genlerimizin %97’si maymunlarla ortaktır. Ancak insanlarla sözgelimi fareler arasında %90 oranında, muzlar arasında %50 ortaklık vardır. Yani genlerin ortak olması belirleyici kriter değildir. Bu konuda genetikçi Steve Jones önemli bir uyarıda bulunur: “Bir şempanzenin DNA’sının %97’si bizimkine benzeyebilir, fakat bu onun %97 insan olduğunu göstermez. Elbette o bir insan değil şempanzedir. İnsanın bir fare ile ya da bir muzla ortak genlerinin olması onun yapısı hakkında bir şey ifade eder mi? Bazıları genlerin bizim gerçekten ne olduğumuzu söyleyeceklerini iddia ederler. Bu görüş son derece mantıksızdır.”
Pigmeler Maymun ile İnsan Arası Canlılar mı?
Evrim teorisinin babası Charles Darwin Türkleri de gelişimini tamamlayamamış aşağı bir ırk olarak görüyordu. 03.07.1881 tarihinde W. Graham adlı bir bilim adamına yazdığı mektupta, “Türkler, insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları geldikleri Asya steplerine sürmeli veya Anadolu’da imha etmeliyiz.” diyecek kadar seviyesiz, önyargılı bir ırkçıydı. Fakat altta yer vereceğim Alper Bilgili’nin kitabında bu görüş çürütülmektedir, Darwin’in Türklere yönelik ırkçı bir bakış açısı olmadığı anlatılmaktadır.
DNA ve Mutasyonlar
Hemen bütün mutasyonlar zararlıdır ve genellikle canlı için ölümcüldürler. Zarar vermeyen mutasyon örnekleri ise organizmaya hiçbir zaman fayda getirmemiş, en fazla etkisiz kalmışlardır. Bilim adamları, incelenmiş tüm mutasyonların arasında, tek bir tanesinin dahi açıkça canlının hayat sürecini olumlu etkileyemediği sonucuna varmışlardır. Kısacası mutasyonlar ile yeni bir türün oluşması mümkün değildir. Ama işte bu mutasyonlar sayesinde Covid salgınının sonu geldi; bunun farkındayız değil mi?
Göbeklitepe’nin Düşündürdükleri
Göbeklitepe arkeolojik kazıları sonucunda buluntular bize çok şey öğretmiştir, inanılan bazı bilgileri değiştirmiştir:
Temel İddia şuydu: “12 bin yıl önce insanoğlu barınak yapmayı bilmiyordu, hayvanı evcilleştirmemişti, tarıma başlamamıştı. Doğal olarak da yerleşik hayata geçmemişti. Avcılık yaparak ilkel bir hayat sürüyordu.”
Halbuki yaptıkları eserleri incelediğimizde o devrin insanlarının soyut zekâya ve gelişmiş estetiğe sahip oldukları dikkat çekmektedir.
Taş Devri ilkel insanının, günümüz şartlarında dahi inşası zor olan tapınaklar, şehirler kuracak kadar mimaride nasıl ileri gittikleri ve taşlara inanılmaz güzel desenler kazandıran işleme sanatını nasıl öğrendikleri henüz açıklanamamaktadır. Tabii bu bilgilere sahip olabilmek için daha önceden toplu halde yaşıyor olmaları ve aralarında sosyal bir anlaşma ile iş bölümü oluşturmuş olmaları gerekir. Bu da Yaratılışı işaret etmektedir.
Göbeklitepe, insanlık tarihinin özellikle dinler tarihinin tekrar yazılmasını gerektiren bulgular ortaya koymuş, eski teoriler alt üst olmuştur. Artık rahatlıkla uygarlığın temelinin avcılık ve toplamacılık sonrası geçilen tarım toplumu değil din ve inanç olduğunu söyleyebiliyoruz.
Apandis Ne İşe Yarar?
Darwincilerin bu organımızla ilgili devamlı tekrarladıkları iddiaları şöyle: “Apandis atalarımız yani maymun türleri, ilk zamanlarda çok fazla bitki tükettiği için daha büyüktü. Ancak etle beslenmeye geçilince evrimin artık kullanılmayan, işe yaramayan bir organıdır ve insanlar için hiçbir fonksiyona sahip değildir. Yani işlevsizdir ve körelmiştir.”
Apandis Yararsız mı?
Darwincilerin iddialarının aksine son yıllarda apandisin oldukça faydalı fonksiyonlarının bulunduğu anlaşılmıştır. Duke Üniversitesi’nden William Parker ve R. Randall Bollinger’in yürüttüğü bir araştırma, apandisin sindirime yardımcı mikroplar için bir nevi barınak oluşturduğunu göstermiştir.
Apandisi olan hayvan ve insanların bağırsaklarında lenfoid doku yoğunluğunun daha yüksek olduğu görüldü. Bu doku, sonrasında apandiste depolanabilen bazı yararlı bakteri türlerinin büyümesini tetikliyor. Dolayısıyla, muhtemel bir ishal durumunda canlının, bağırsaklarındaki yararlı bakterilerin tamamını kaybetmemiş olacağı düşünülüyordu; ama öyle değilmiş.
Gördüğünüz gibi prof. dr. Sefa Saygılı evrim teorisini bilimsel bir kuramdan ziyade, modern materyalist ideolojinin dini değerleri yok etmek amacıyla kurguladığı bir araç olarak sunuyor. Saygılı’ya göre evrim, yaratıcıyı dışlayan, tamamen rastlantılara ve bilinçsiz doğa kuvvetlerine dayanan bir inanç sistemidir. Bu bağlamda evrim, yalnızca biyolojiye değil, ahlaka, topluma ve insanın anlam arayışına da zarar veriyor.
Saygılı, örnekleri daha çok doğadaki düzen ve karmaşıklıktan veriyor. Ayın dünyanın dönüş hızına etkisi, bakterilerin hücresel yapılarındaki karmaşıklık, Jüpiter’in koruyucu etkisi gibi örneklerle evrenin tesadüfi oluşamayacak kadar hassas ayarlanmış olduğunu savunuyor. Bu argümanların hepsi de “akıllı tasarım” düşüncesini destekliyor.
Saygılı’nın yaklaşımı, bilimin metodolojisini göz ardı ettiği için eleştiriliyor. Evrim teorisi, bugün modern biyolojinin merkezinde yer alıyor, gözlem, deney ve fosil kayıtları gibi çok sayıda veriye dayanarak sınanıyor ve geliştiriliyor. Evrimi dine karşı bir komplo olarak sunmak, bilimi indirgemek ve bilimsel çoğulculuğa karşı bir tutum sergilemek anlamına geliyor. Saygılı’nın bu yaklaşımı haklı olmakla bir4likte İslam düşüncesindeki zengin yorum çeşitliliğini de görmezden gelerek lafzi ve tepkisel bir pozisyon ortaya koyuyor.
Prof. dr. Mustafa Öztürk ise Kur’an ve Yaratılış isimli kitabında (2) farklı bir yaklaşım ortaya koyuyor. Öztürk’e göre Kur’an, yani vahiy, iletilen dönemin yani 7. yüzyıl Arap toplumunun dil, kültür ve bilgi kodlarına uygun bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle kitabın ana yaklaşımı, “ilk niyet” ekseninde ayetleri açıklığa kavuşturarak anlamaktır. Bu bağlamda evrimle ilgili ayetler de o dönemin kozmoloji ve ontolojisine göre değerlendirilmelidir…
Durun hemen itiraz etmeyin, acele etmeyin. Önce görüşlere bir göz atalım.
Öztürk kitabında, Kur’an’daki yaratılış ifadelerini kapsamlı biçimde ele alıyor: “Altı günde yaratılış”, “yedi semâ”, melek, cin, Hz. Âdem ve insanın yaratımı gibi temaları sistematik şekilde incelemiş. Amacı bu ifadelerin modern bilimsel bilgiyle değil, dönemin anlatım yapısı ve öğretici amaçlarla ele alınması gerektiğini göstermek olmuş.
Öztürk’ün dikkat çektiği başlıklar arasında Besm-i Elest yani Allah (CC) ile birey arasında yapılan fıtrat antlaşması vardır. Burada insanın yaratılışında “evrimsel süreç” gibi bilimsel teorilerin görmek arzusunun, asıl doğru anlamı gölgeleme tehlikesi olduğu vurgulanır.
Öztürk’ün kitabının bizi ilgilendiren bölümü, “yaratılış ve evrim” başlıklı bölümü, burada Kuran’da evrimi doğrudan destekleyen veya reddeden bir ayet bulunmadığını savunuyor: “Kur’an ne evrimi yasaklayan bir belge ne de onu doğrudan anlatan bilimsel bir metin değildir.,” diyor. Öztürk, modern yorumlarda yaygın olarak görülen bilimsel kehanet (miracle) yaklaşımını reddeder.
Özetle Mustafa Öztürk’ün görüşü: Dinî bir metin olan Kuran, metafizik, ahlak ve iman perspektifine sahiptir; nasıl yaratılmıştır sorusunun bugünün ilmi ile cevabı ise Kuran’da yazmayacaktır. Çünkü bilim daimi terakki halindedir, ayetlerse o dönemin anlatım dünyasında ancak metaforik yorumla anlaşılabilir. Dolayısıyla, Kuran evrimi açıklar veya Kuran evrimi çürütür gibi iddialar bilimsel olarak yersizdir. Kuranı ilmi tartışmalara taraf kılmak dar görüşlülük hatta cahillik olur.
Öztürk, Kur’an’ın temel amacının bilimsel açıklama sunmak değil, insanı sorumluluğa ve ahlaki olgunluğa davet etmek olduğunu söyler. Kuran’daki “çamurdan yaratılma” veya “bir damla sudan yaratılma” gibi ifadeler, mecazi veya sembolik yorumlara açıktır. Bu bağlamda günlük geçerli bilimsel süreçlerle çelişmez. Öztürk’ün önerisi, literal okumalar yerine anlam katmanlarını dikkate alan bir yaklaşımla, Kur’an ile bilim arasında yapıcı bir ilişki kurmaktır. Son önerisi de bu konuda teolojik agnostisizm: “…canlıların Tanrı’nın kudreti ve bilgisiyle yaratıldıkları ve tasarlandıkları dinlerin teolojisinde apaçıktır. Fakat Tanrı’nın bu yaratma ve tasarlama faaliyetinde hangi yolu izlediğini bizim cari ilmimizle söyleyemeyiz.
Bir sonraki kitabımız prof. dr. Caner Taslaman’a ait; Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi? (3). Taslaman’ın “Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi?” adlı eseri, evrim teorisini İslam’la bağdaştırma çabasının kapsamlı bir örneğidir diye düşünüyorum. Taslaman, evrimin bilimsel olarak güçlü kanıtlarla desteklendiğini, bu nedenle tamamen reddedilmesinin akılcı olmadığını savunuyor. Ona göre Kuran’daki yaratılış anlatıları ani bir yaratılışı zorunlu kılmıyor. Nuh Suresi 14. ayette geçen “aşama aşama yaratılış” ifadesi, evrimsel yaratılışa yorumlanabilir: “Allah’ın Ol emrinden, dünyevi süreçte anında var olmayı anlamak için makul bir sebep yoktur. Evren 13.,8 milyar yaşındadır ama bu, Allah’ın katında “Ol” emrinin karşılığıdır.”
Taslaman, doğa yasalarını Allah’ın koyduğu sistemler olarak görür ve evrimsel sürecin de bu sistemin parçası olduğunu belirtir. Tesadüf kavramını, burada Allah’ın iradesinin dışında bir alan olarak değil, O’nun yaratımının bir yöntemi olarak görür. Evrimsel süreç, ilahi kudretin bir aracı olabilir.
Taslaman kitabında, evrim teorisini ateizmle özdeşleştiren anlayışı eleştiriyor ve bilimi ateizm propagandası için araçsallaştıran ateistlere kızıyor… Evrimi kabul eden birçok bilim insanının inançlı olduğunu hatırlatarak, evrimi ideolojik bir araç haline getirme çabalarının bilimsel temelden uzak olduğunu vurguluyor. Darwin’in düşüncelerinin zamanla ideolojik bir ateizm aracı haline getirilmesi, bilimsel içeriğinin önüne geçtiğini belirtiyor. Bu bağlamda Taslaman, evrim teorisinin hem bilimsel hem teolojik düzeyde yeniden değerlendirilmesini ve bu konuda İslam dünyasının daha yapıcı bir pozisyon almasını öneriyor. Özellikle literal okumaların, metinsel bağlam ve dilsel zenginlik göz ardı edilerek yapılması, Kuran’ın bilimle olan etkileşim potansiyelini daraltıyor diyor. Sonuç cümlesi şu: “Kur’an’daki hiçbir ifade evrim teorisi ile çelişmiyor, bir Müslüman evrimci olabilir. Ama bu her Müslüman evrimci olacak anlamını taşımaz. Çünkü bu teoriye inanmayı zaruri kılan hiçbir Kuran ayeti de yoktur.”
Bir sonraki kitabımız daha doğrusu kitaptan bölümlerimiz Prof. Dr. Sinan Canan’ın “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” (4); kitapta Canan yedi bölümü bilim, din ve evrime ayırmış. Canan’ın evrim teorisine bakışı da daha esnek ve analitik bir yaklaşım… Canan, evrimsel biyolojinin bilimsel değerini kabul etmekle birlikte, bu teorinin dine karşı bir pozisyonda sunulmasının gereksiz olduğunu söylüyor. Canan’a göre evrim, canlıların çeşitlenmesini ve adaptasyonlarını açıklayan bir doğa yasası. Bu nedenle, evrimi Tanrı’nın yaratma biçimlerinden biri olarak görmek mümkün. Evrimi yalnızca materyalist bir açıklama biçimi olarak sunmak, bilimsel yöntemin sınırlarını aşan bir dogmatizm üretiyor, diyor Canan. O da evrim kuramının pozitivist materyalizmin doğrudan bir propagandası olarak kullanılmasına karşı, çünkü evrim kuramı, bilimsel birçok kanıtı içermesine rağmen varılan sonuçlar asla bilimsel değil ve böyle bir iddia kimden gelirse gelsin bilimsel bir temelden yoksundur.
Canan’ın en dikkat çeken katkılarından biri, bilim ve inancın farklı bilgi türleri olduğunu vurgulaması olmuştur. Canan, kendi hayatından da yola çıkarak hem bilimsel hem de dini bilgiyi kendi sınırları içinde değerlendirmeyi öneriyor. Aslında bu, bilim ile inanç arasında çatışma değil, iş birliği kurulabileceği yönünde bir çağrıdır. Günümüzde Müslüman entelektüellerin karşı karşıya olduğu temel meselelerden biri, modern bilimsel gelişmeler karşısında inancı nasıl koruyacakları değil, bu gelişmeleri inanç perspektifinden nasıl anlamlandırabilecekleri olmalıdır. Bu bağlamda, bilimsel teorileri doğrudan inanç tehdidi olarak görmek yerine, onları Tanrı’nın yaratma biçimlerinin bir yansıması olarak değerlendirmek, daha üretken ve anlamlı bir yaklaşımdır. Zira Allah’ın alim kullarının kapasitesi ile sınırlıdır bilimimiz.
Sinan Canan mealen diyor ki: Bugün bilimde ve teknolojide neden geri durumda olduğumuz konuşulurken fikirlerin çoğu geçmiş ve güncel geri sözlerin cımbızla ayıklanıp sanki gerçek İslam dini buymuş gibi ortaya serilip, çarenin dinden kurtulmak olduğu söylenir. Bazen de tam tersi bilime sırtını dönmüş hamasi bir din iman lafazanlığı karşınıza dikilir. Böyleleri, Allah’ın yarattıkları karşısındaki cehaletinin farkında bile olmadan dini savunur… Canan Evrim’le ilgili ise şöyle diyor: Bir evrim vardır. Fakat bu evrim yani gerçek yaratılış öyküsü, Darwin’in teorisine tıpatıp uymak zorunda değildir. Hala nasıl olduğunu bilmiyoruz. İlk hücrenin nasıl ortaya çıktığına dair hiçbir açıklamamız yok. Dolayısıyla bilimin bu konuda söyleyebilecek çok fazla sözü yok. Ama aynı şey kütle çekim yasası için de geçerli. Halen boşluktaki cisimlerin birbirlerini neden çektiğini bilmiyoruz. Ama böyle bir çekim var, görebiliyoruz. Nedenini, nasılını bilmememiz onu reddetmemizi gerektirmiyor. Dolayısıyla “canlıların birbirine bu kadar benzediği bir dünyada, sırf mekanizması bilinmiyor diye ortak yaratılışı inkar etmek akılla bağdaşır bir durum değil.
Tabii ben de, evrim teorisini veya benzerini de kabul veya red sizi Allah’ın isim ve sıfatlarını kabul ve imandan alıkoymadıkça bilimsel teferruattır, derim.
Sinan Canan’ın, evrime dair Kuran’dan nasıl bir kanıt gösteriyorsunuz, sorusuna cevabı ise şöyle: Bilimle ilgili mevzulara Kuran’dan kanıt aranmaz… Eğer siz Kuran’ın açık bir emri olan “ilim yapmayı ve kainat hakkında bilgi toplamayı” bırakıp bu tip bilgileri Kuran’da ararsanız onun temel mesajına zıt bir iş yapmış olursunuz.
Prof. dr. Ömer Türker’in “Evrim Risalesi” adlı eseri (5) , evrim teorisini İslam düşünce geleneği bağlamında felsefi bir temellendirmeyle ele alan bir eser. Türker, evrimi bilimsel bir veri olarak değil, bir “anlama biçimi” olarak değerlendirir ve bu anlam biçiminin İslam’ın kelamî, felsefî ve tasavvufî mirası içinde nasıl düşünülebileceğini tartışır. Ona göre, evrim teorisi Batı’da pozitivist bir bilim anlayışı içinde gelişmiştir; ancak bu, onun İslam düşüncesine tamamen aykırı olduğu anlamına gelmez. Esasen İslam geleneği doğanın süreçsel ve hikmetli bir yaratılış çerçevesinde kavranabileceği yönünde zengin teorik araçlar sunmaktadır.
Türker’in yaklaşımı, evrim teorisini doğrudan kabul veya reddetme eğiliminde değil. Böyle biyolojik tartışmalar da yapmıyor. Aksine, metin boyunca okuyucuyu bir düşünsel yolculuğa davet ediyor. Evrimi kelamî anlamda mümkün kılan zeminleri açığa çıkarmaya çalışıyor; fakat bu zeminin bugünkü evrim teorisiyle birebir örtüştüğünü de söylemiyor. Özellikle İbn Sina, İbnü’l Arabi ve Farabi gibi İslam düşünürlerinin tabiat, neden ve sonuç ilişkisi, ilahi hikmet anlayışları üzerinden evrimsel süreçlerin nasıl ele alınabileceği sorusu, kitabının özgün katkıları olmuş. Yazarın şu ifadeleri bizi bilgilendiriyor: …Dolayısıyla oluş sürecinin gayeden yoksunluğunu varsaymak, insanın kendisini inkâr etmek demektir… bilen ve eyleyen bir mutlak failin reddedilmesi, nesnelere dair bütün bilgilerimizle çelişir ve metafizikçi düşünürlerin duyarlılıklarıyla bakıldığında kelimenin tam anlamıyla aklın sefaletidir. Dolayısıyla bir Mutlak Fail’in, canlılığın çeşitlenme sürecini önceleyen bilgisinin olmadığını varsaymak, yukarıda belirtildiği gibi biyolojik araştırmalarda ulaşılması gereken bir hedef olarak vazetmemek anlamında mazur görülebilse de negatif bir metafizik olarak kabulü mümkün değildir. Tam da bu sebeple biyoloji araştırmalarının bilimsel sınırlarını ifade eden negatif kabullerini, negatif bir metafiziğin payandası haline getirmek, açıklayıcı bir teori olarak evrimin kendisini de suistimal etmek ve teoriyi ateizmin Truva atına dönüştürmek demektir. Herhalde biyologlar da canlılar şişesinden dinsiz cin çıkaran büyücü olmaya razı olmazlar.”
Prof. dr. Ergi Deniz Özsoy’un “Evrim, Bilim ve Tarih: Bu Yaşam Görüşünde İhtişam Var” (6) adlı eseri, evrimsel biyolojiyi yalnızca bilimsel bir teori olarak değil, aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir dünya görüşü olarak ele alıyor. Özsoy, bilimsel bilgiyi tarihsel süreçlerle oluşan birikimsel bir yapı olarak tanımlıyor ve evrim teorisini pozitivist değil, entelektüel olarak çok katmanlı bir yapı şeklinde değerlendiriyor.
Eserinde özellikle İslam düşünce tarihindeki erken biyolojik gözlemlere yer veren Özsoy, 9. yüzyılda yaşamış olan Basra doğumlu Afro-Arap yazar ve bilim insan El-Cahiz’a dikkat çeker. El-Cahiz’ın Hayvanlar Kitabı’nda canlıların çevreye uyumu, mücadeleleri ve çeşitliliği konusundaki gözlemleri, evrimsel düşüncenin erken habercileri olarak kabul edilir, diyor. Ancak Özsoy, bu tür yaklaşımları doğrudan evrim teorisinin öncüsü olarak değil, modern evrimsel biyolojinin tarihsel ve kültürel öncülleri olarak konumlandırır. Böylece evrim düşüncesinin yalnızca Batı kökenli bir bilimsel devrim değil, Doğu’da da gözlemsel temellere dayanan uzun süreli bir entelektüel sürecin parçası olduğunu savunduğunu söyleyebiliriz.
Bu yaklaşımıyla Özsoy, evrim teorisini bilim ile inanç arasında sıkışmış bir çatışma konusu olmaktan çıkarıp, çok seviyeli kültürel bir bilgi alanı olarak sunuyor. Ayrıca bilimin metodolojik doğasını anlamadan yapılan dini eleştirilerin yanıltıcı olduğunu vurguluyor. Yazar dünya görüşünü, bilimle dogma arasındaki sınırı mümkün olduğunca kesin hatlarla çizilmelidir, diyerek çerçevelemiş.
Boğaziçi Üniversitesi Yayınlarından çıkan MIT yayını, Eva Jablonka ve Marion J. Lamb tarafından yazılan Evrimin Dört Boyutu: Yaşam tarihinde Genetik, Epigenetik, Davranışsal ve Simgesel Değişimler isimli kitap ise Evrim’in Darwin’den sonra kapsamı genişleyen teorisine tarafsız gözle bakan bir kitap (7).
Kitapta önce evrim kuramı, Charles Darwin’den bu yana genetik mekanizmalar çerçevesinde yorumlanıyor; özellikle 20. yüzyılda modern sentez adı verilen çatı altında doğal seçilim, mutasyon ve genetik aktarım gibi süreçler açıklanıyor. Ancak bu modelin, organizma davranışları, çevresel etkiler ve kültürel aktarım gibi faktörleri yeterince hesaba katmadığı için eleştiriyor ve bu eleştirilerin evrimsel biyoloji içinde yeni paradigmalara zemin hazırladığını belirtiyor.
Yazarlar, canlıların evrimsel değişimini açıklamak için yalnızca DNA düzeyindeki genetik değişikliklerin yeterli olmadığını savunuyor. Bunun yerine, evrimsel süreci etkileyen dört farklı kalıtım sistemini ileri sürüyorlar:
1.Genetik Boyut: Klasik Darwinci anlayışa uygun olarak, DNA dizilimindeki değişimlerin (mutasyonlar) kuşaklar arasında aktarımı.
2.Epigenetik Boyut: Gen ifadesini etkileyen ama DNA dizisini değiştirmeyen kimyasal modifikasyonlar (örneğin metilasyon) yoluyla edinilen özelliklerin aktarımı.
3.Davranışsal Boyut: Organizmanın çevreye verdiği tepkilerin, öğrenilen davranışların sosyal yollarla yavrulara aktarımı.
4.Sembolik Boyut: İnsan türüne özgü olan dil, kültür ve sembolik sistemler yoluyla bilginin aktarımı.
Yazarlar, bu dört boyutun her biri, canlıların çevrelerine nasıl tepki verdiğini ve bu tepkinin nasıl evrimsel kalıtıma dönüştüğünü açıklamakta birbirini tamamlar niteliktedir, diyor. Bu yaklaşım, evrim kuramını salt genetik determinizmden kurtararak, daha akla yatkın bir biyolojik gerçeklik anlayışıyla buluşturuyor. Özellikle epigenetik ve kültürel aktarımın rolü, türlerin çevresel değişime daha hızlı ve dinamik tepkiler verebildiğini ifade ediyor. Bu bağlamda kitap, Darwin sonrası evrim tartışmalarında paradigmatik bir kırılma olduğunu ortaya koyuyor.
Evrimin Dört Boyutu, bu metodolojik açılıma rağmen, doğrudan teolojik tartışmalara girmiyor. Kitapta ne Tanrı kavramı, ne de ilahi yaratılış vurgulanıyor. Yazarlar, evrim kuramını bilimsel sınırları içinde genişletme amacı taşıyorlar; ateizm ya da teizm gibi metafizik pozisyonlara ise yorumda bulunmuyorlar.
Jablonka ve Lamb’ın bu mesafeli tutumu, çalışmayı özellikle ideolojik bağlamlardan arındırılmış bir bilimsel referans haline getiriyor. Bilim insanlarının çabası, evrimin doğasını daha iyi anlamak ve onu daha geniş biyolojik, psikolojik ve sosyolojik bağlamlara yerleştirmek olarak görülüyor. Dolayısıyla, bilim ile inanç arasında sağlıklı bir sınır çizmek ve bu sınırı saygıyla korumak isteyen her entelektüel için önemli bir referans metni olduğunu söylemek mümkündür.
John Gribbin ve Mary Gribbin’in Evrimin Kökeni isimli kitapları (8), evrim fikrinin yalnızca biyolojik bir kuram değil, aynı zamanda tarihsel olarak evrilen bir düşünce paradigması olduğunu ortaya koyuyor. Kitap, evrimsel biyolojiyi ideolojik tartışmalardan soyutlayarak, onun bilimsel gelişimini ve evrim fikrinin tarihsel sürekliliğini anlaşılır ve sistematik bir biçimde sunuyor.
Gribbin’ler, evrimsel düşüncenin Aristoteles’in doğa merdiveni fikrinden başlayarak, Carl Linnaeus’un sınıflandırmalarına, Buffon’un tür değişkenliğine, Lamarck’ın süreçsel değişim önerilerine ve en nihayetinde Charles Darwin’in doğal seçilim kuramına nasıl evrildiğini kısa ve öz şekilde gösteriyorlar… Bu tarihsel literatür, evrim teorisinin bir anda değil, çok katmanlı bir entelektüel birikimle şekillendiğini gösteriyor.
Kitap boyunca dikkat çeken en önemli yaklaşım, Gribbin’lerin evrim teorisini ateistik bir ideoloji olarak değil, bilimsel bir açıklama modeli olarak sunmalarıdır. Evrim ile tanrı inancı arasında doğrudan bir çatışma yaratmaktan özellikle kaçınan bu tutum, bilimsel yöntemin sınırlarını aşan metafizik tartışmalardan uzak duruyor. Bu yönüyle kitap, inanç sistemlerine yönelik herhangi bir saldırı yapmıyor veya bir savunma içermiyor. Aksine, Darwin’in fikirlerinin tarihsel bağlamı içinde doğru anlaşılması gerektiğini, sosyal Darwinizm, ırkçılık ve öjenik gibi sapkın ideolojik kullanımların Darwin’in bilimsel projesiyle doğrudan ilgisi olmadığını vurguluyor.
Tam bu noktada, Alper Bilgili’nin “Darwin ve Osmanlılar” adlı kitabına (9) göz atmakta yarar var. Çünkü yukarıda da söz ettiğimiz gibi Bilgili, Türkiye’deki evrim tartışmalarının tarihsel ve kültürel arka planını anlamakta önemli bir katkı sunuyor. Bilgili’nin kitabı, evrim teorisinin Osmanlı’da yorumlanışını, Batı’da bilim-din çatışmasının Türk aydınları tarafından nasıl yorumlandığını ve Darwin’e atfedilen birçok ifadenin ne denli bağlam dışı kullanıldığını eleştirel bir biçimde analiz ediyor.
Bilgili’ye göre Darwin teorisi, Osmanlı aydınları tarafından doğrudan din karşıtı bir söylem olarak algılanmamış; aksine birçok entelektüel, evrim teorisini dini inançlarla bağdaştırılabilir bir doğa yasası olarak görmüş. Örneğin, İsmail Fennî Ertuğrul, Darwin’i bütünüyle reddetmemiş, fakat teorinin bazı yönlerini felsefi ve metafizik açılardan sorgulamıştır. Bu tavır, günümüzde Caner Taslaman’ın, Allah’a inananların evrim modeline zemin hazırlayan tarihsel yaklaşımların erken örneği sanki…
Bilgili’nin önemli katkılarından biri, Darwin’in Osmanlılara yönelik ırkçı bir bakış açısına sahip olduğu iddiasının yanlışlığını ortaya koymasıdır. Kitapta sıklıkla tekrar edilen, Darwin’in William Graham’a yazdığı mektupta Türkleri “insan olmayan numuneler” olarak tanımladığı yönündeki iddianın tarihsel ve metinsel bir temele dayanmadığı gösteriliyor, kitapta. Darwin’in bu mektubunda Osmanlılardan değil, 16. yüzyılda Avrupa’yı tehdit eden Doğulu güçlerden bahsettiği, bunun da bağlam dışı aktarıldığı ifade ediliyor.
Duyar gibiyim sorunuzu, peki kimmiş bunlar, bir bilim adamının mektubunda ne işi var. Yoksa Darwin tarihte ilk tvit atan trol miydi?!?
Bilgili’nin tarihsel analizleri, evrim teorisinin Osmanlı’daki yorumlanışını yalnızca dinsel değil aynı zamanda sosyolojik ve kültürel bağlamda değerlendiriyor. Bu da Ömer Türker’in entelektüel geleneğe yaslanarak evrimi metafizik seviyede “anlamak biçimi” olarak gören bir yaklaşım olmuş.
Sonuç olarak, Alper Bilgili, tartışmayı bilimsel içerikten çok kültürel ve tarihsel zeminlere kaydıran tepkisel eğilimlerin sorgulanması olarak görüyor. Bu yaklaşım, Sinan Canan’ın bilim ve inancı iki farklı epistemolojik alan olarak görerek çatışmacı değil tamamlayıcı bir anlayışı savunmasıyla paralellik göstermiyor mu?
Ve son kitabımız, Erik L. Peterson’ın Charles Darwin’i Anlamak (10), evrim teorisinin tarihsel kökenlerini yeniden okumaya açan eleştirel ve tarihsel bir biyografi çalışması diyebiliriz. Peterson, Darwin’i yalnızca bir doğa bilimcisi olarak değil, 19. yüzyılın dini, politik ve entelektüel ortamında şekillenmiş bir düşünür olarak sunuyor. Bu bağlamda kitap, evrim teorisinin bilimsel veriler kadar kültürel, psikolojik ve metafizik yönlerini de göz önüne alarak bir Darwin portresi çizmeyi amaçlıyor.
Peterson’a göre Darwin, evrim fikrini geliştirirken yalnızca biyolojik türleri değil, aynı zamanda insan zihnini, ahlâkı ve inanç sistemlerini de düşünsel kapsamına dahil etmiştir. Bu yönüyle Darwin’in kesin bir ateist olmadığını, aksine evrim fikrini geliştirirken Tanrı’nın varlığına dair kişisel bir ikilemi de yaşadığını öne sürer.
Peterson ayrıca evrim teorisinin 20. yüzyıl boyunca nasıl ideolojik biçimlerde araçsallaştırıldığını da ele alır. Sosyal Darwinizm, öjeni, pozitivist bilim anlayışı ve modern ateizm gibi akımların Darwin’in özgün fikrinden sapmalar olduğunu vurgular. Bu yönüyle Peterson’un çalışması, Darwin’i yalnızca bir kuramcı olarak değil, sonrasında çarpıtılmış bir “mit” haline getirilmiş bir figür olarak da analiz ediyor. Peterson, hem bilimsel gerçekliğe bağlı kalan hem de bu gerçekliği ideolojik çarpıtmalardan koruyan tarafsız bir tutum sergiliyor.
Evet gördüğünüz gibi hala tartışma çok; mesela sorsam size bu kadar evrim teorisi hakkında okuduktan sonra işi “maymundan geldik” sığlığına indiren sığ bir tartışma haline getirebilir miyiz veya getirenlere ne denir. Bence muhatap almaya bile değmez.
Yanında olmak, karşı çıkmak ya da tarafsız kalmak için mutlaka önce anlamak gerekiyor. Benim de bu yazı sayesinde tartışma repertuvarım genişledi. İnanan biri olmakla birlikte konuları önce anlamak gerek, hele fikrinizi anlatacaksanız birilerine…
Tartışmaların kiminde “evrim varsa Allah yok” deniyor, kiminde “Allah varsa evrim yok.” deniyor. Bazıları da iki görüşü birleştirmeye çalışıyor. İkilem, meseleye ya sadece bilim tarafından ya da sadece iman tarafından bakıldığında doğuyor. İman edip öğrensek, mesela kalmayacak. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu, diyor Kuran’da (…)
Sinan Canan ne diyor: “İlk hücrenin nasıl ortaya çıktığına dair hiçbir açıklamamız yok. Yani bilimin bu konuda söyleyebilecek sözü yok…”. Milyonlarca yıl önceyi tahmin etmeye yönelik araştırmaların ancak kuramdan ibaret kalacağını ve bitmeyen tartışmalara yol açacağını bilim insanları da bilir. Bunu nasıl tarafsızca tartışacağımız ise bilim insanlarının ve hepimizin ahlakına kalmıştır.
Benim kanaatim şu, önce iman ediniz, zira iman ispat gerektirmez. Evrim, Allah’ı (CC) inkar olmamalıdır. Hatta yaratılışın ihtişamını daha iyi kavrayabilmek için, evrim süreci bize ipuçları verebilir. Bunu ideolojik değil, açık zihinli ve tevazu sahibi bir merakla anlamaya çalışırsak hem bilim kazanır, hem insanlık.
Kaynakça
(1) Saygılı, S. (2020). Tasarımın İhtişamı. Evrimin Tutarsızlığı, Çıra yayınları, ss.206.
(2) Öztürk, M. (2017), Kur’an ve Yaratılış, Kuramer, 3.Baskı, 264 sayfa.
(3) Taslaman, C. (2017). Bir Müslüman Evrimci Olabilir Mi?, Destek yayınları, ss.175 sayfa.
(4) Canan, S. (2020). Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler, Tuti Kitap, 16’ıncı baskı, ss.284.
(5) Türker, Ö. (2018). Evrim Risalesi, Ketebe, 2’inci Baskı, ss.148.
(6) Özsoy, E.D. (2022), Evrim, Bilim, Tarih: bu yaşam görüşünde ihtiaşm var, Ginko Bilim, ss.112.
(7) Jablonka, E. ve Marion J. (2018). Evrimin Dört Boyutu: Yaşam tarihinde Genetik, Epigenetik, Davranışsal ve Simgesel Değişimler, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, ss.588.
(8). Gribbin J. ve Gribbin M. (2022). Evrimin Kökeni: Aristo’dan DNA’ya “Darwin’in Tehlikeli Fikri’nin Peşinde, Alfa Bilim, ss.279.
(9). Bilgili A. (2018). Darwin ve Osmanlılar, Vadi yayınları, ss.263.
(10). Peterson E. (2024). Charles Darwin’i anlamak. Koç Üniversitesi yayınları, ss.263.
(11) Darwin C. (2024). Türlerin kökeni, 23’üncü Baskı, Alfa Bilim., ss. 472


