Murat Ülker yazdı: Aldanma eğilimi bireysel mi, toplumsal mı? Aktüel Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, Psikolojide "gullibility" olarak tanımlanan kolay aldanma eğilimini ele aldığı
'İnançlı mısınız, neye inanıyorsunuz, niçin inanıyorsunuz, nasıl inandınız?'
başlıklı yazısını kişisel internet sitesinde okuyucularıyla paylaştı.
Ülker,
"Zihin çoğu zaman doğruluğu değil, rahatlığı seçer. Kolay aldanma eğilimi, bireysel bir saflık değil toplumsal bir savunma biçimi olabilir"
dedi.

İşte, Murat Ülker'in
'İnançlı mısınız, neye inanıyorsunuz, niçin inanıyorsunuz, nasıl inandınız?'
başlıklı yazısının tamamı;
Psikolojide kullanılan bir kavram olan
Gullibility, genellikle ahmaklık gibi algılansa da daha çok bir eğilimi ifade ediyor; Saflık yani kolay aldanmak olarak tanımlanabilir.
Burada bir bilginin doğruluğunu sorgulamadan kabul etmek halinden bahsediyoruz. İnandığımız şeylerin kaçının gerçekten ne olduğunu biliyoruz? Kaçının üzerinde gerçekten düşündük, eleştirel yaklaştık? Kaçınız sadece ailemizde, okulda, sokakta, ekran karşısında yaşanmışlıklarımızdan dolayı olduğu gibi hayatımızın içerisine yerleştirdik? Bir şeye inanmamız için, onun doğru olması gerekiyor mu?
Ahmaklığa varan bu saflık durumu bazen yeterince dikkat etmemekten, bazen sorgulama becerisinin eksikliğinden, bazen de fazla güvenden kaynaklanabilir.
Analitik düşünmek, eğitim seviyesi, medya okuryazarlığı gibi bireysel faktörler elbette önemlidir. Sorgulamak emek ister; düşünmek zaman alır; şüphe cesaret gerektirir. Var olana inanmak ise kolaydır, hızlıdır, rahatlatıcıdır. Konuyu yalnızca bireysel zaaflar olarak görmek bizi yanıltabilir, çünkü ahmaklık etkisi içinde yaşadığımız toplumun koşulları ile birlikte şekillenir.
O zaman sorulması gereken soru şu:
Saf mısınız?
Sanmıyorum. İnanmak kolay, düşünmek zahmetlidir. Çünkü düşünmek, içsel bir gerilimi göze almaktır. Şüphe etmek, kesinlikten vazgeçmeyi, rahatsız edici olasılıklarla yüzleşmeyi gerektirir. Oysa sezgi, çok daha hızlı çalışır. Bir fikre ilk anda “doğruymuş gibi” yaklaşmak, insan zihninin doğal tepkisidir; yoksa bir şeyin doğru olmadığını düşünmek, ikinci bir işlem gerektirir.
İnsanın ilk refleksi inanmaktır, Daniel Kahneman
buna “Sistem 1” diyor. Hızlı, sezgisel, çaba gerektirmeyen, ama yüzeysel bir düşünce biçimidir. Bu sistem, hayatın sıradan akışında işe yarar. Ama neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt etmeye çalışırken bizi yanıltabilir. Çünkü sezgi, rahat olanı tercih eder; karmaşık gerçeklerdense, konforlu düşünceleri yeğler.
Daniel Gilbert’in çalışmalarının sonucuna göre, bir önerme ile ilk karşılaşıldığında zihin onu “doğruymuş gibi” işler.
Doğru olmama ihtimalini değerlendirmek ise bir sonraki bilişsel süreçtir. İnsanın ilk refleksi şüphe değil, kabuldür. Ve bu kabul, çoğu zaman sadece zihinsel değil, duygusal bir rahatlık yaratır.
İnanmak sanıldığı kadar rasyonel değildir.
Bazen daha çok bir içgüdüdür; daha tanıdık olanı, konforu, kolayı seçmek eğilimidir. Gerçek, bazen sadece fazla çetrefilli olduğu için ertelenir ve bu zamanla bir inanca dönüşür.
Düşünmeden İnanmak ve Popülizme Yatkınlık
Bazı insanlar, inandıkları şey ne kadar çelişkili ne kadar kanıtsız ya da absürt görünürse görünsün, o inançlarına sıkıca tutunurlar. Bunun zeka eksikliği ile bir ilgisi yoktur; hatta daha eğitimli, daha kültürlü insanlar bile bazen bu tür inançları sanki kanıtlanmış gerçeklermiş gibi savunabilir. Bunun nedeni, inanmanın her zaman bilgiye değil, doğruluk hissine dayanmasıdır.
Van Prooijen
ve arkadaşlarının yürüttüğü araştırmaya göre, özellikle popülist dünya görüşüne sahip bireyler, sezgilerine daha fazla güvenmektedirler. Onlar için bilgi, akıl yürüterek değil, sezgisel olarak “doğruymuş gibi” hissettiklerinde anlamlı hale geliyor. Bu sezgi ise mantıktan çok, duygulardan ve aidiyet hislerinden besleniyor. Ahmaklık burada bir düşünmek tarzı değil, bir tür “düşünmemek” halidir. Sorgulamak, insanı içsel çelişkilerle yüzleştirir. Ama sezgisel düşünmek, bu çelişkileri daha baştan bertaraf eder. Popülist retorik işte burada devreye giriyor. Karmaşık sorunlara basit çözümler sunuyor; “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştiriyor, güvensizlik duygusunu bilgiyle değil öfkeyle destekliyor. Bu sezgisel güven sadece komplo teorilerine değil; sözde bilimsel açıklamalara, doğaüstü iddialara ve hatta kulağa sahici gelen ama temelde anlamsız olan ifadelere dayanabiliyor. Araştırma, bu eğilimin sadece “yanlış bilgiye inanmak” değil, aynı zamanda bir “anlam arayışından kolayca vazgeçmek” eğilimi olduğunu ortaya koyuyor. Hal böyle olunca, ahmaklık bireysellikten çıkıp toplumsal bir boyut kazanabiliyor.
Toplumlar, Güvensizlik ve İnanmaya Mahkum Olmak
İnançlar bireysel gibi görünür, ama çoğu zaman toplumun aynasıdır. İnsan aslında sadece kendine göre değil, başkalarının inandığı şeylere inanır. Hatta çoğu zaman, başkalarının inandığı şeyleri sorgulamamak için inanır,
çünkü sorgulamak yalnızlaştırır. Bir toplumda birbirine güven duygusu ne kadar zedelenmişse, inanmak artık savunmak haline gelir. Bu ilişkiyi ortaya koyan çarpıcı bir araştırma Sinan Alper ve arkadaşları tarafından yürütülmüş. Araştırmada farklı ülkelerdeki komplo inançları analiz edilmiş.
Bulgular şunu gösteriyor:
Yolsuzluğun yaygın olduğu toplumlarda, komplo teorilerine inanmak çok daha olağan bir eğilim haline geliyor. Kimi bağlamlarda komplo teorileri neredeyse gerçeğin yerini alıyor! Çünkü yolsuzluğun sıradanlaştığı, şeffaflığın ve dürüstlüğün istisnai bir durum haline geldiği toplumlarda insanlar gerçeğe değil, gerçeğin gizlenmiş olduğuna inanmayı daha gerçekçi buluyor. Komplo teorileri böyle ortamlarda yalnızca bir kurgu değil olan biteni anlamlandırmak çabasında başvurulan bir araç haline geliyor.
Bu toplumlarda aldanmak bireysel bir eksiklikten çok, kolektif bir savunma biçimi olarak ortaya çıkıyor. İnsanlar bir aldatmaca içinde yaşıyor;
başka bir açıklamaya ulaşamadıkları için söylentilere toplumsal olarak inanıyor, inanmak zorunda kalıyor. Neden, çünkü gerçeklerin sürekli gölgelendiği bir düzen içerisinde aldanarak inanmak çoğu zaman bir tercih değil; tek seçenek gibi görünür. Böyle ortamlarda inanmak ile aldanmak arasındaki çizgi bulanıklaşır.
Bu noktada ahmaklık artık bireysel bir saflık değil, kolektif bir adaptasyondur.
Araştırmanın bir diğer önemli bulgusu, bireysel farklılıkların bu eğilim üzerindeki etkisinin bağlama göre değiştiğini göstermesi olmuştur. Yolsuzluk seviyesi düşük olan ülkelerde, eğitim ve analitik düşünmek becerileri komplo inançlarına karşı koruyucu rol oynuyor. Yolsuzluğun yaygın olduğu toplumlarda bunlar anlamını yitiriyor, çünkü inanmamak için gerekli olan toplumsal zemin kayboluyor; bireysel çabanın ötesinde aldanmak yani ahmaklık genel bir hal alıyor. Gerçeği görebilmek için sadece göz yetmez; ışığa da ihtiyaç vardır. Bazı toplumlarda o ışık sistematik bir şekilde kısılıyor.
Gerçeğe İnanmak mı, Yoksa Aldanarak Bir İnanca Varmak mı?
İnsanı hakikati arayan bir varlık olarak tanımlıyoruz. Ancak belki de bu her daim geçerli değil! Gerçeğin peşinde miyiz, yoksa yaşamımızı anlamlandırmak mı istiyoruz?
Bazen gerçek, yalnızca tahammül edilebilir olduğunda kabullenilir; yoksa anlam gerçeğin yerini alır. İnsan her zaman doğruyu aramaz; kimi zaman sadece neye inanırsa daha güvende hissedeceğine ve daha az yalnız hissedeceğine göre yönelir.
Manvir Singh, The New Yorker Dergisi’nde 15 Nisan 2024 tarihinde yayımlanan “Don’t Believe What They’re Telling You About Misinformation” yani “Yanlış Bilgi Hakkında Size Söylenenlere İnanmayın” başlıklı makalesinde: Bazı inançlar bilgi üretmeye değil bağ kurmaya hizmet eder.
İnsanlar bu inançlara gerçek oldukları için değil, toplum nezdinde kendilerini tanımladıkları için tutunurlar. Singh’in aktardığı biçimiyle, bu tür inançlar “sembolik” inançlardır. Onları edinmek bir aidiyetin, bir kimliğin, bir grubun parçası olduğunu ve bunu sürdürmeye istekli olduğun anlamına gelir, diyor.
Bir düşünceyi paylaşmanın işlevi bazen o düşünceye inanmak bile değildir.
O düşünceyi taşımak, bir tür sosyal şifre gibi kimliğinizi gösteren bir işarettir; sana benzeyenlerle görünmez bir bağ kurar.
Singh, bunu “bir şeye inanmak değil, o şey aracılığıyla birilerine inanmak” olarak tanımlıyor. Biri “evet, dünya düzdür” dediğinde asıl niyeti fiziksel gerçekliği tartışmak değil, “ben sizin tarafınızdayım” demektir. Bu noktada doğruluk önemini yitirir; ilişki belirleyici hale gelir.
Sembolik inançların gücü de buradan geliyor. Gerçekten inanıyor muyuz, yoksa sadece o inancı taşımanın sosyal getirisine mi tutunuyoruz?
Singh, Tanrı’nın varlığına inanan biri, bu inancı yalnızca teorik düzeyde değil, inananların oluşturduğu bir topluluğun parçası olarak, bir duygusal bağ kurmak için edinir, diyor. Bu inançlar, davranışlarımızı birebir belirlemez ama bir kesime ait olduğumuzu hissettirir. Yani Singh diyor ki bir kilise ayininde, ilahi söyleyen biri, o anda Tanrı’dan çok birlikte söylediği insanlarla bağ kuruyordur, yani bir Cuma namazından hutbe dinleyip namazını eda eden kişi Allah’tan çok cemaat ile bağlantı kuruyordur, diyor; siz de katılır mısınız, ben bilemedim.
Yazısında politikaya ve komplo teorilerine de yer vermiş. Bir kişinin komplo teorisine inanması, onu test edilmiş bir bilgi gibi değerlendirdiği anlamına gelmez, diyor. O düşünce, bir öfkenin, bir dışlanmışlık hissinin ya da bir toplumsal aidiyetin taşıyıcısı olabilir. Bu tür inançlar kolaylıkla yanlışlanabilir olsa bile terk edilmeleri güçtür. Çünkü terk edildiklerinde yalnızlık başlar. Bu nedenle, yanlış bilgiyle mücadele yalnızca daha fazla doğru bilgi sunmakla mümkün olmuyor ne yazık ki. Çünkü
bazen insan ihtiyaç duyduğu için inanmayı seçer.
Bu ihtiyacı bastırmadan, sadece veriyle insanların inançlarını değiştirmeye çalışmak beklenen etkiyi yaratmaz.
Ahmaklık, basitçe aldanmak demek değildir. Bazen düşünmeyi erteleyen bir yorgunluk, bazen yalnız kalmamak için yapılan sessiz bir uzlaşıdır. Herkesin bir şeylere inandığı bir dünyada şüphe etmek, toplumun sadece küçük bir kesimi tarafından değerli görünür.
Şüpheci olmak, çoğu zaman yalnız kalmak demektir.
Bu yüzden çoğu zaman insan, bildiğini değil, çevresinin bildiğini seçer. Bu sadece sorgulamakla ilgili değil sorgulamaya cesaretiniz olmasıyla ilgilidir.
PEKİ YA BEN?
Hakikat arayışı bile güvene dayanıyor. Güvenin olmadığı yerde, hakikat yalnız, güçsüz, anlamsız kalıyor. Ben, Muhammed Emin’e (sav) inandım. O en güvenilir insandı. Tüm yakınlarını bir yemeğe çağırıp onlara “Şu tepenin ardında bir düşman ordusu var desem, bana inanır mısınız?” dediğinde yakınları, “Hiç şüphesiz inanırız, çünkü sen eminsin, en güvenilirsin.” dediler.
Ama O onları kendisine sunulan imana, bir Allah’a (CC) inanmaya davet edince: Biz şimdiye dek inandığımız atalarımızın izinden çıkmayız, dediler. Zira toplumun, birlikteliğin onlara sunduğu konfor, imtiyaz ve zenginliklerden vazgeçemiyorlardı ve inananları aç ve sefil halde bıraktılar yıllarca, ambargo uygulayarak…
Nihayet O (sav), tekrar Mekke’ye girdiğinde artık herkes iman etmişti. Ama gerçekte Müslüman olmuşlardı yani teslim olmuşlardı. İman ise kalbi olan bir şeydir. Onu sadece ALLAH (cc) bilir ve değerlendirir.
Tarih boyu ne yazık ki; krallar, muktedirler, şahıs veya sistem olarak toplumu çeşitli şekillerde aldatarak iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Roma’da yöneticilerin ilah sayılması, Firavunun kendini tanrı ilan etmesi hep böyle olmuştur ve toplum ahmaklık içinde onları takip etmiştir. İnsanlar ya muktedirlere yakın olup nemalanmış, ya da çoğunluğa uymuş, saçma inançlar, komplolar ile aldatılan ahmak kitlelere dönüşmüşlerdir. Aksi davrananlar ise zulme uğrayıp mazlum olmuşlardır.
Ama her zaman adil kral ve sistemler de var olmuştur. Günümüzde siz nerede duruyorsunuz, karar sizin.


