Murat Ülker yazdı: Rönesans’tan açık hava müzesi şehirlere Aktüel Haberleri
Yenisafak sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde Rönesans’tan açık hava müzesi şehirlere başlıklı yazısını yayımladı. İşte Murat Ülker'in dikkat çeken o yazısı...

İtalyan şehirleri birer açık hava müzesi
Bu yaz çeşitli vesilelerle sıklıkla İtalya’ya gittim. İtalyanları tanırdım; huylarını, ticaretlerini, teknolojik kapasitelerini bilirdim. Lakin bu sefer ilk defa 1968’de muttali olduğum gibi biraz da sosyal çevre, kültür ve sanat ile ilgiliydim. Turistler için bir başka İtalya dizayn edilmiş ve bu İtalyan halkının günlük hayatlarının, sosyal yaşantılarının içinde yer alıyor. Böylelikle İtalyan sanat ve kültürü dünyayı etkiliyor, hatta domine ediyor; bunun GSMH’ye etkisi de yüksek miktarda pozitif oluyor.
İyice incelemeli; nasıl sunuyorlar, nasıl muhafaza ediyorlar, nasıl özgün kılıyorlar ve onca tarih ve turist içinde nasıl yaşıyorlar günlük hayatlarını?
Şimdi Floransa’dan başlayarak Venedik, Pisa ve Bologna’yı ziyaret edeceğiz. Floransa muktedir bir ailenin mirasını koruyan bu şehir bugün adeta bir açık hava müzesi, tıpkı Bologna, Pisa gibi…
Floransa, Rönesans’ın kalbi
Floransa, Rönesans’ın düşünce ve estetikle en çok harmanlandığı şehir olmuştur. Medici ailesinin gölgesinde bankerler, zanaatkârlar ve düşünürler bir araya geldi. Sokaklar fikirlerin ve sanatın akışıyla doldu. Bu şehirde yürürken, her köşe başında bir sanatçının izini bulabilirsiniz. Floransa, bir şehrin ötesine geçerek; Rönesans’ı görebileceğiniz büyük bir açık hava müzesidir, dersek abartmış olmayız.
Santa Maria del Fiore ve Brunelleschi’nin Kubbesi
Santa Maria del Fiore, Floransa’nın tam kalbinde yükseliyor. Kubbesi, yüzyıllarca tamamlanmayı bekleyen bir hayaldi. Brunelleschi, Roma’daki antik yapılardan aldığı ilhamla bu hayali gerçeğe dönüştürdü.
Çift kabuklu yapı, sekiz büyük kaburga ve spiral tuğla dizilimi, o dönemde devrim niteliğindeydi. Bugün kubbenin altına girip yukarı baktığınızda, mühendisliğin ve sanatın nasıl bir ahenk yarattığını deneyimleyebilirsiniz.

Palazzo Vecchio, Floransa’nın politik gücünün bir simgesiydi. Keskin hatları ve kalın taş duvarları, şehrin uzun süre süren güç mücadelelerini yansıtıyordu. Palazzo Medici Riccardi ise daha yumuşak çizgileriyle Floransa sokaklarına farklı bir estetik anlayış getirdi.

Ponte Vecchio, Arno Nehri üzerindeki en eski köprülerden biri. Üzerindeki kuyumcu dükkanları, ticaretin ve sanatın nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Güneşin batışında manzarası ise gerçekten hoş.

Meydanlar ve heykeller: Sanatın kamusal yüzü
Piazza della Signoria, Floransa’da sanki bir açık hava galerisidir. Michelangelo’nun David’i burada bir zamanlar Cumhuriyet’in gücünü simgeliyordu. Donatello’nun Judith ve Holofernes’i ise siyasetin sert yüzünü anlatıyor.
Santa Maria Novella ve Santa Croce’nin cepheleri, fresklerle bezenmiş. Bu yapılar, eski zamandan beri adet olan dini binaların bir sanat eseri titizliğiyle ele alındığını gösteriyor.
Uffizi ve Akademiler: Sanatın yaygınlaşması
Uffizi Galerisi, Medici’lerin koleksiyonunu saklamak için inşa edilmişti. Kapılarını halka açtığında, sanat ilk kez sadece soyluların değil herkesin erişebileceği bir şey haline geldi. Bence bu çok mühim ve benim de benimsediğim bir prensiptir. Biliyorsunuz bizde MUTLU ET MUTLU OL FELSEFEMİZ mucibince tüm sanat eserlerimiz ofislerimizde çalışanlarımızın isteği üzere kendi çalışma alanlarında sergilenmektedir. Hatta ben bunu bir usulle tüm Ülker Dostlarını kapsayacak şekilde genişletmek istiyorum.

Medici bahçeleri ve Floransa’daki akademiler, dönemin düşünürleri ve sanatçıları için bir buluşma noktasıydı. Şehir, bilgi ve estetiğin birlikte üretildiği bir merkezdi.
Ben bir yemek için veya sırf görmek için seyahat eden birisi değilim. Mutlaka bir sebebim olmalı ticari, ailevi, kültürel… İşte Floransa’ya da sayın Stefano Ricci’yi ziyarete gitmiştik; başarılı bir erkek giyim markası meydana getirmiş, saygın bir iş adamı ve mutlu bir aile reisi kendisi. Arkadaşlarla işini gezdik, evinde yattık, hobilerini öğrendik. İyi anlaştık, mutlu olduk.
Bir sonraki durağımız, Venedik.
Venedik
Venedik, Rönesans’ı kendine has bir estetikle yaşadı. Kanallar, taş köprüler ve suyun üzerinde yüzen gondollar, şehri zaten başlı başına bir tabloya dönüştürüyordu. Ticaretin getirdiği zenginlik, sanatın her alanda hissedilmesini sağladı. Saraylardan atölyelere, meydanlardan kiliselere kadar her yerde ışık ve renk oyunları vardı.
Burada yürüyen biri, kanalların kıyısında ilerlerken cephelerdeki mozaikleri ve kemerleri görebilir. Venedik, Doğu ile Batı’nın buluştuğu bu özgün atmosferi sanatına da yansıttı.
San Marco Meydanı ve Bazilikası
San Marco Meydanı, Venedik’in kalbinde yer alıyor. Kuşatıcı kemerleri ve ince sütunlarıyla San Marco Bazilikası karşısında büyülenmemek elde değil. Güneş ışığı cephedeki altınları farklı saatlerde bambaşka tonlara büründürüyor.

Palazzo Ducale ve Büyük Kanal
Palazzo Ducale, Büyük Kanal’ın kenarında yükselen bir zarafet anıtı. Gotik kemerleri ve taş işçiliği, suyun üzerinde yansıyan bir desen gibi görünüyor. İç mekanlarda Titian ve Veronese’in eserleri, sarayın gösterişine ayrı bir derinlik katıyor.
Palazzo Ducale ve Büyük Kanal
Palazzo Ducale, Büyük Kanal’ın kenarında yükselen bir zarafet anıtı. Gotik kemerleri ve taş işçiliği, suyun üzerinde yansıyan bir desen gibi görünüyor. İç mekanlarda Titian ve Veronese’in eserleri, sarayın gösterişine ayrı bir derinlik katıyor.

Venedik’te günlük hayat da kanallarda sürüyor. Polis, itfaiye, sağlık, temizlik vb kamu hizmetleri, inşaat işleri ve tabii taksi teknelerle karşılanıyor. Hiç alışık olmadığımız şeyler ama ilginç çok.
Venedik’te hayat turistlere göre uyarlanmış ve herkes buna alışık görünüyor. Mesela operaya gittik. Verdi’nin Attila Operası, yerli var mıydı yoksa herkes mi turistti bilemedim. Ama tek dekorla tüm opera bitti. Zaten kadın baş aktris yani prima donna haricinde tüm oyuncular tek kostümle baştan sona oynadılar. Ben bir ara dalmışım, hayret onca gürültüye rağmen…
Yine de deneyim gerçekten çok özeldi. Çünkü Attila, Giuseppe Verdi’nin erken dönem eserlerinden biri ve ilk kez 1846’da Venedik’te, La Fenice’de sahnelenmiş. Yani ben aslında doğduğu şehirde, kendi topraklarında bu operayı izleme şansını yakaladım. Hikaye Hun İmparatoru Attila’nın Roma İmparatorluğunun beşiği olan İtalya’yı fethetme arzusunu anlatıyor. Operayı izlerken bir yandan internetten librettosunu takip etme fırsatım oldu ve özellikle Roma generali Ezio’nun Attila’ya karşı söylediği o meşhur söz sahnede adeta yankılandı: “Sen evrenin geri kalanını al, İtalya bana kalsın” (Avrai tu l’universo, resta l’Italia a me). Odabella’nın intikam aryaları, Attila’nın görkemli sahne girişleri ve koroların neredeyse savaş narası gibi yükselişleriyle eser baştan sona bir kahramanlık ve özgürlük hikayesi gibiydi. Benim için bu akşam sadece bir opera değil, tarihle, müzikle ve bir ulusun duygularıyla aynı anda bağ kurduğum bir deneyim oldu. Venedik’te Attila’yı izlemek, sanatın yani müziğin hem sanatın hem de kolektif duyguların taşıyıcısı olduğunu bana çok güçlü bir şekilde hissettirdi; çok başarılı ve verimli bir prodüksiyondu, maliyet, dekor, oyuncu açısından… Şimdi bir de başımıza sanat eleştirmeni mi kesildin, diyeceksiniz, haklısınız, ama dillendirmeden duramadım. Tüm sahnelerde birkaç çalıdan ibaret hep aynı dekor, fettan kızımız Odabella hariç herkesin pespaye, herhalde Hunlar barbar oldukları için, kıyafetleri hatta Attilla ve General Ezio’nun hep aynı kıyafetle operayı tamamlaması ve daha niceleri…
Kıyaslıyorum da gençken, Taksim’de eski binasında gittiğim Cadı Kazanı Opereti ile, hafızam beni yanıltmıyorsa muhteşemdi bizdeki sahne ve dekor… Ama sonra yangın uzun zaman akim bıraktı orayı.

Bu arada operanın hikayesine değinmişken bir efsaneden de bahsetmek isterim. Bahsedilen efsaneye göre, Venedik’i bu operada bahsi geçen Attila’dan kaçanların kurduğu söyleniyor. Rivayet odur ki, 5. yüzyılda Hun İmparatoru Attila, İtalya’yı fethetmek için ordusuyla ilerliyordu. Şehirler bir bir düşerken insanlar, onun gazabından kaçabilmek için Adriyatik kıyısındaki nehirler ve lagünlerdeki gizemli adacıklara sığınıyor. İnsanlar burada küçük topluluklar kuruyor ve zamanla bu adalar birleşerek bugünkü Venedik şehrine dönüşüyor. Venedik’in kuruluş hikayesi olarak halk arasında bu efsaneyle anlatılsa da tarihi ve arkeolojik bulgular aslında şehrin oluşumunun çok daha uzun bir süreçte gerçekleştiğini gösteriyor. Kim bilir? Tamamen doğru olmasa da insan bazen bir şeye inanmak istiyor; yani Attila operasının sahneleri Venedik’in tarihini, insanın cesaretini, direncini ve özgürlük arzusunu gözler önüne sererek tarih ve sanatın birleştiği o anı unutulmaz kılmak mı istiyor.
Venedik ziyaretimizin bir başka mühim durağı sanatçımız Ahmet Güneştekin’in yeni aldığı, atölye ve kalıcı sergi olarak düzenlemek istediği Palazzo Gradenigo’yu görmekti. Muhteşemdi, çok tebrik ediyorum; yeri dar gelsin inşallah.
Daha önceki blog yazımda “Tüm yollar Roma’ya mı çıkar?” diye sormuştum; çünkü Roma, tarih boyunca sadece İtalya’nın değil, aynı zamanda dünyanın da sanat ve kültür merkezlerinden biri olmuş bir şehirdir. Yani tıpkı antik Roma yollarının tüm İtalya’yı birbirine bağladığı gibi, sanat da farklı dönemleri ve coğrafyaları birbirine bağlıyor. Bu bağlamda, Roma’daki Galleria Nazionale d’Arte Moderna e Contemporanea, İtalya’nın en kapsamlı modern ve çağdaş sanat koleksiyonuna ev sahipliği yaparak sürdürmeye devam ediyor.
1883 yılında dönemin bakanı Guido Baccelli’nin girişimiyle kurulan müzenin bugünkü binası, 1911–1915 yıllarında Cesare Bazzani tarafından tasarlanıp inşa edildi. Bazzani’nin anıtsal yapısı; cephede Ermenegildo Luppi, Adolfo Laurenti ve Giovanni Prini’nin kabartmaları ve Adolfo Pantaresi ile Albino Candoni’nin bronz figürleriyle bezelidir. Güvenlik nedeniyle uzun süre kapalı kaldıktan sonra 2018’de tekrar kullanıma açılan bu yapı, müzenin çağdaş yüzünü oluşturuyor.
Galleria Nazionale’nin mimarisi, döneminin klasik anıtsallığını modern yorumlarla harmanlıyor. Kalın sütunlar ve geniş giriş cephesiyle, sanatın kamusal bir alan olduğunu vurgularken; heykellerle bezenmiş dış yüzeyi, binanın bir sergi alanı gibi algılanmasını sağlıyor. Müze yapısı, yalnızca bir sanat koleksiyonunu değil, aynı zamanda Roma’nın değişen mimari anlayışını yansıtıyor.
19. ve 20. yüzyılın önemli sanatçılarının eserlerine ev sahipliği yapan müze, bu yıl kıymetli sanatçımız Ahmet Güneştekin’in “Yoktunuz / Eravate Assenti” sergisiyle farklı bir hikaye ile kapılarını araladı. Sanatçımızın kişisel sergisinden Yıldız Holding sponsorluğu ile müze koleksiyonuna bağışladığı iki eserin daimi sergileneceğinin duyurulması da bizler için ayrı bir iftihar vesilesi oldu tabii.
Müzenin dış mimarisine değinmişken, iç mekanda yer alan “Yoktunuz” sergisine de değinmeden geçemem. Müzede geçirdiğim süre boyunca yalnızca modern sanatın evrimine tanıklık etmekle kalmadım, aynı zamanda her bir eserin ardında yatan derin anlamları hissetmek imkanı buldum. Güneştekin bu sergisinde, savaş, yoksulluk ve dışlanmışlık gibi evrensel temaları sadece görsel olarak değil, duyusal bir biçimde, özellikle “Picco di Memoria” (Hafıza Tepesi) adlı eserinde aktarıyor.

Bu sergi hakkındaki detaylı yazımın linki:
https://muratulker.com/tum-yollar-romaya-mi-cikar/

Bir sonraki durağımız, Pisa.
Pisa
Pisa, Rönesans’ın kalabalık sanat atölyelerinden çok, mermerden meydanları ve akademik havasıyla öne çıkan bir şehir. Arno Nehri kıyısında sakin bir estetik yayan Pisa, Galileo Galilei’nin doğduğu yer olmasıyla da bilim tarihine iz bıraktı.
Piazza dei Miracoli, beyaz mermerden yapılmış yapılarıyla göz alıyor. Eğik Kule, Katedral ve Baptistery yan yana geldiğinde ortaya çıkan uyum, Rönesans’ın taş üzerindeki inceliğini yansıtıyor.
Pisa Kulesi ve Piazza dei Miracoli
Eğik Kule, imalat esnasındaki küçük bir hatanın nasıl zarif bir simgeye dönüşebileceğinin canlı kanıtı olmuş. Ama zaten görebiliyorsunuz açıkça çıplak gözle baktığınızda inşaat esnasında bir yana eğilen kulenin üçüncü kattan sonra dengeyi kuracak şekilde daha dik yani diğer tarafa meyilli inşa edildiğini… Bu eğik kule ince kemerleri, silindirik gövdesi ve detaylı mermer işçiliğiyle, hiç kuşkusuz meydanın en dikkat çekici parçası.

Galileo ve bilimsel merakın izleri
Galileo Galilei Pisa’da doğdu ve gençliğinde Pisa Üniversitesi’nde eğitim gördü. Burada geçirdiği yıllar, onun doğa yasalarına olan ilgisini besledi. Eğik Kule üzerinde deneyler yaptığına dair hikayeler anlatılıyor.



