Murat Ülker yazdı: Ülkeleri, paktları kim yönetiyor? Hayat Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde yayımladığı
"Ülkeleri, paktları kim yönetiyor? Yönetim erki neye dayanıyor?"
başlıklı yeni yazısını okuyucularıyla buluşturdu.

Murat Ülker'in, “Trump ve Zamanın Sonu” kitabını irdelediği yazısı şu şekilde;
Bu konular ancak bugün, geçmiş ve gelecek beraber incelenir; kimlerin neye inandığına, çıkarlarının hatta planlarının ne olduğuna bakılırsa anlaşılır. Ama zaman içinde dengeler değişir, insanların huyu, karakteri hatta inancı değişir; bu haritalara bile yansır.
Tüm bunlar büyük oyun, büyük resim, derin yapı gibi sözcüklerle ifade edilir. ABD’de bile siyaset böyle bir zeminde yapılır. Yıllarca Washington’da siyaseti gözlemlemiş, bir Türk gazetecimiz Serdar Turgut, 1955 Ankara doğumlu, TED Ankara Koleji mezunu. Queens College ve New School for Social Research’te ekonomi ve iktisat tarihi eğitimi almış. Ankara Siyasal’da doktora yapmış, bir dönem Ankara Hukuk’ta hocalık yapmış, sonra gazeteciliğe geçmiş. Hürriyet’in Ankara Bürosu’nda, ardından Washington temsilciliğinde çalışmış, yeni kitabını ilginç buldum, kısaca anlatayım.
Turgut,
“Trump ve Zamanın Sonu”
isimli kitabında, Trump’ın iktidarının bir sebepten ziyade bir sonuç olduğunu söylüyor. Turgut’a göre Trump kendi kişisel özelliklerinin yanısıra onu destekleyen grupların da stratejik tercihidir. Neokonlar, Evanjelistler ve ABD bürokrasisindeki diğer bazı mihraklar, sanki bir koalisyon içindeymiş gibi farklı çıkarlarla benzer bir hedefe yöneliyorlar; yapı epey karmaşık, ittifaklar kurulmuş, dağılmış, yeniden şekillenmiş…
Serdar Turgut’un kitabında
Türkiye, ABD ilişkilerinin dinamiklerinin ve arkasındakilerinin anlatıldığı şöyle bir bölüm var:
“Bütün bunlara inanıp inanmamanız önemli değil.
Ben de saçma buluyorum bütün bunları.
İnananların bunları gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği de önemli değil.
Burada asıl önemli olan, Amerikan başkanlığı gibi bazı önemli konumdaki insanların bunlara inanması ve sonuna kadar gidemeseler dahi en azından bu yönde bazı adımlar atmaya çalışacaklarıdır.
Bu kitaba girişmemin en önemli nedenlerinden bir tanesi de bazı gerçekleri tarihe belge olarak bırakmak arzumdu.”
Serdar Turgut, kitabına 1994 yılında Pentagon’da gördüğü bir haritayı anlatarak başlıyor. Haritada, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye sınırına paralel şekilde uzanan bir Kürt devleti çizilmiş; sınırları da net bir şekilde belirlenmiş. Sonrasında daha özel bir ortamda gerçekleştirilen başka bir görüşmede, karşısındaki muhatabı bu kez senaryoyu daha net çizmiş: İsrail’de yaşanacak bir ayrışma, ardından büyük bir savaş, geçici bir barış süreci ve nihayetinde Türkiye sınırında bir Kürt devleti. Turgut, bu anlatıyı o anda “pek akla yatkın” bulmadığını ama zamanla bu kehanete inanan çok sayıda Amerikalının varlığını ve bu inancın bazı dış politika kararlarında etkili olduğunu gözlemlediğini yazıyor. Yazar, bazı Evanjelik grupların ve İsrail’deki dinsel çevrelerin, Türkiye ile İsrail arasında çıkacak bir savaşın kıyamet senaryosunun başlangıcı olduğuna inandığını aktarıyor. Armageddon’un Meggido Tepesi’nde başlayacağına, Türkiye’nin İran’la birlikte İsrail’e karşı bir koalisyon kuracağına ve bu savaşın GOG-MAGOG anlatısıyla örtüştüğüne dair inançların, özellikle Evanjelist yayınlarda sıkça tekrarlandığını vurguluyor.
Bana ilginç gelen burada “kehanet” sözünün kullanılmış olmasıdır. Şimdi bu devirde pozitif bilimin ve teknolojinin bu kadar geliştiği 21. Asırda hala mı, diyeceksiniz. Evet zira görmüyor musunuz, gazete köşelerinde, sosyal medyada fal vb yazıları; insan hakikaten aciz! Peygamberin bir sözü var: kahin yalan söyler. Kahinin dediği çıksa bile kahin yalan söylemiştir.
İşte aklınıza yatmayan bu inançların günlük siyasete nasıl yansıdığını anlamaya çalıştığında, Turgut, bazı çevreler tarafından Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın bazı Evanjelik sitelerde ve hatta Kongre’de ve Beyaz Saray çevresinde anti Christ gösterilmesi, onun tarihsel olarak Asurlu krallara benzetilmesi ve Erdoğan’ın önce Suriye’yi, sonra da İsrail’i işgal edecek olmasına kadar varıyor, diyor. Keza Turgut, Rahip Brunson meselesini, bu anlatının iç siyasetle kesişmesi üzerinden okuyor. Turgut’a göre Evanjelikler Brunson’u bir “tutsak peygamber” gibi görüyordu ve bu yüzden Trump üzerindeki baskı çok yoğundu. Brunson’ın serbest kalıp Oval Ofis’te Trump’la birlikte kameralara poz vermesini seçmen tepkisine bağlıyor.
Turgut, bu kehanetlerin üretilen “kültürel” ürünler yoluyla da yayıldığını anlatıyor. Craig White’ın “Turkey Invades Israel: Halfway to Armageddon” adlı romanını örnek olarak vermiş. Bu romanın etkisi ile Türkiye’nin bölgesinde güttüğü politikaların ve askeri operasyonların kıyamet öncesi işaret olarak görüldüğünü söylüyor. Bu çevrelerin gücünü bilen Trump, siyaseten onları kullanıyor mu?
Film endüstrisinin bizi eğlendirmek amacıyla yerine göre tüm tarihi, bilimsel gerçekleri gözardı ederek ürettikleri kurgusal hikayeler ve benzerleri artık herkes tarafından hergün sosyal medyada üretiliyor. Tabii birçok kişi ve kurum bunları çıkar amaçlı kullanıyor. Fakat en tuhafıma gıdeni insanların bunları gerçekleştirmek içinn, hani yani kaderin o yönde tecellisi için kaçınılmaz gördüklerine yol açacak gayretler içinde olmalarıdır. Acaba gerçekten kıyamet kopsun mu istiyorlar?!?
Diğer yandan toplumdaki bir başka mühim eğilim de artık kişilerin yaptıkları yanlış, kötü davranışların onların toplumun gözündeki itibarlarına zarar vermiyor olmasıdır. Turgut, Bill Clinton üzerinden örnek veriyor. Clinton döneminde toplum, kişisel skandalların siyasal liderliği doğrudan sarsması gerektiğine pek ikna olmamıştı. Şimdi ise bu artık aşılmış; ABD’de toplum olan bitene şaşırmıyor, tepki vermiyor ya da bu olayları siyasi tercihleri için belirleyici görmüyor. Bu durum, Trump için adeta koruyucu bir kalkan gibi işliyor. Çıkan skandalların sayısı artsa da etkileri giderek hafifliyor. Aslında bu tüm toplumlarda benzer halde; artık kişisel hayatındaki kötü, yanlış davranışların ortaya çıkmasıyla tarihe gömülen şahsiyetlere raslanmıyor. Aksine o kötülükle anılıyor olmaları onları meşhur ediyor.
İnançlar, Kehanetler ve Bağlantılar
Serdar Turgut’a göre Trump’ın yönetiminde çeşitli inanç ağları etkili, Neoconlar ve Evanjelikler, zamanla siyaseti yönlendirici yapılar haline gelmiş. Turgut, bu grupların “tanrı tarafından seçilmiş lider” anlatısını Trump’a da yüklediklerini belirtiyor. Özellikle ikinci başkanlık dönemi için yapılan hazırlıklarda bu anlatının daha görünür hale geldiği dikkat çekmiş.
Bizdeki “social interest groups” benzer değil mi? Zaten hepsi kendilerini Allah’ın o “kutsal görev” için yarattığı iddiasında değiller miydi?
Tabii başkanın çevresi sadece dini figürlerden ibaret değil. Yahudi lobisi, Evanjelik çevrelerle olan bağlar, yönetimin nasıl farklı inanç ve çıkar kümeleriyle iç içe geçmiş bir yapı içinde olduğunu ortaya koyuyor. Turgut, Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ikinci gününde Beyaz Ofis’te çekilerek basına servis edilen bir fotoğrafa yer vermiş kitabında.
Masanın etrafında bulunanlar, Evanjelist tarikatının öne gelen üyelerinden oluşuyor. Turgut, masanın sol tarafında ağlamaklı duran adamın; yıllardır beklediği İsa’nın Mesih olarak Kudüs’e gelmesine yol açacak olan büyük Armageddon Savaşı’nın artık “nihayet” çıkacağına ikna olduğundan dolayı göz yaşlarını tutamadığını yazmış. Tarikatın diğer üyelerinin de sanki Trump kutsal bir varlıkmış gibi bu beklenen din savaşını çıkaracağı için onun vücuduna dokunarak ona “güç” vermeye uğraştığı tespitinde bulunmuş.
Batı’da buna benzer birçok uygulama var, mesela dünyanın en büyük otel zinciri Marriott’ta da Eski ve Yeni Ahit tek kitap halinde odalara konuluyor.(**) Halbuki geçen hafta Hong Kong’da JW Marriot’ta benim odamda seccade ile İngilizce ve Arapça Kuran için karekod ve batıyı yani Mekke’yi işaret eden bir ok vardı. Yorum sizin…
Benim bildiğim, dini ve tarihi öğretilerde kıyamet alametleri tasvirleri, insanları uyarmak, sakındırmak için anlatıla gelmiştir. Yani bugün inanılmaz bir şekilde, haydi bakın şu alametler de gerçekleşiyor, kıyamet yakındır, ha gayret azalım, azdıralım insanları da kıyamet gelirken tanrının rahmeti ile tekrar o güzel günlere dönelim. Tarihte efsanelerde ve dinlerde hep mesih (https://islamansiklopedisi.org.tr/mesih) ve deccalden (https://islamansiklopedisi.org.tr/deccal) bahsedilmiştir.; kötülük ve karşıtı iyilik iktidarının gerçekleşeceği hayal edilmiştir. Fakat şimdi, benim dışardan baktığımda gördüğüm, yeni dünyada bunun kendiliğinden gerçekleşeceği veya sanki bunu çabuklaştırmak için kötülüğü, savaşı teşvik etmek öngörülüyor. (***) Halbuki dinlerdeki kıyamet tasvirlerinin amacı bence, bu kötü kaderden kaçınmak için iyiliği teşvik ve kötülükten sakınarak yaşamak olmalıdır. Yani bu kötü kaderi çabuklaştıralım da kıyamet kopsun değil! Ama benim gördüğüm mesela şu anda Ortadoğu’da …
Yazar, Trump’ın resmi diplomasi yerine kişisel ilişkiler üzerinden yürüttüğü girişimlere de dikkat çekiyor. Turgut’un aktardığına göre emekli General Keith Kellog, Richard Grenell gibi isimler, Ukrayna ve Rusya savaşında sahada çoğu zaman görülen sair kişiler devletin resmi görevlileri değilmiş. Bu da Trump döneminin belirgin özelliği haline gelen gölge diplomasisine işaret ediyor.
Evanjelik yapıların yalnızca kurumsal ya da siyasi değil, kültürel temsiller üzerinden de etki alanı oluşturduğunu söyleyen Turgut, bu durumun örneklerinden biri olarak “Işık Abla” lakaplı bir Türk kadının hikayesini anlatıyor. Evanjelist inancı benimsemiş ve Türkiye’den Amerika’ya geçerek bu çevrelere dahil olmuş bu kadının temsil ettiği bir şey Evanjelist çevreler için “İslam’dan koparak doğruya ermiş” örnek kişi olmasıdır. Bu da Batı’da giderek yaygınlaşan tesettürden çıkmış, İslamiyet’i terk etmiş ve Batı değerlerini benimseyerek “kurtulmuş” Doğulu kadın profili bir temsile denk düşüyor.
Turgut, yine Amerikan medyasında Trump döneminde yaşanan ideolojik kaymayı özellikle vurguluyor: Gerçeklik yerini inşa edilmiş anlatılara bırakmış. Konuşma programlarında ortaya atılan fikirlerin çoğu, izleyicinin zihninde alternatif bir gerçeklik üretmeye odaklanmış. Bunu, Orwell’in “1984”te tanımladığı düşünce kontrolü fonksiyonuna benzetiyor. Bu yapının en belirgin olduğu alanlardan biri İsrail, Filistin meselesi. Turgut, ABD’de İsrail’e yönelik eleştirilerin neredeyse tamamen filtrelendiğini, Gazze’de yaşananların ise haber değeri bile taşımadığını belirtiyor. Medyanın yalnızca kendi gündemi ve yaratmak istediği algı ile paralel olan anlatıları paylaşması veya olayları bu şekilde çerçevelemesi; gerçekliğin yerini bir tür simülasyona bıraktığı, kamuoyunun ise yaratılan bu simülasyona göre pozisyon aldığı bir dönem yaratmış.
Trump’ın dış politikadaki adımlarının arkasında Evanjelik tabanın etkisi olduğunu düşünen Serdar Turgut, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının da bu inanç temelinde atıldığını vurguluyor. Elçiliğin Kudüs’e taşınması, Evanjelistlerin kıyamet inancıyla doğrudan bağlantılı, teolojik bir simgeye dönüşmüştü.
Turgut, Evanjelistlerin Kudüs’e olan bu ilgisini metafiziğe dayanan bir inanç olarak tanımlıyor. İnançlarına göre, Kudüs’ün tamamen İsrail kontrolüne geçmesi, İsa’nın yeryüzüne dönüşünü hızlandıracak; hatta üçüncü tapınağın Kudüs’te inşa edilmesi bu sürecin başlangıcı sayılacaktı. Bu nedenle Batı Şeria ve Kudüs’te atılan her adım, kehanetlere dayanan bir anlatının parçasıydı. Trump’ın danışman kadrosunda yer alan Jared Kushner’in de bu süreçte kritik rol oynadığı belirtiliyor. Turgut’a göre Kushner, Trump’ı “tanrının seçtiği lider” konumuna taşırken, attıkları politik hamlelerin altına teolojik gerekçeler yerleştirilmesini sağladı. Turgut, Washington’da kullanılan dil ile sahadaki gerçeklik arasındaki farkı net biçimde ortaya koyuyor. “İnşa ve yardım” gibi olumlu ifadelerle sunulan söylemlerin ardında enerji hatları, askeri üsler ve jeopolitik çıkarların yattığını belirtiyor.
Turgut’un dikkat çektiği bir diğer nokta ise neokon stratejistlerle Evanjelik yapıların zaman içinde kurduğu ittifak. Bu geçici ortaklığın inanç üzerinden ilerlediğini aktarıyor. İsrail’e verilen sınırsız destek, düşman ülkelerin şeytanlaştırılması, savaş senaryolarının kutsal kitaplara dayandırılması gibi adımların hepsi bu çerçevede şekilleniyor.
Serdar Turgut’un aktardığına göre, 29 Mayıs 2015’te gerçekleşen bir toplantıda, Trump’ın Savunma Bakanı olarak önerdiği Pete Hegseth, “Bütün Müslümanları öldürün!” diye bağırmış. Hegseth’in bu söyleminin ardından Savunma Bakanlığı için ciddi bir aday olarak öne çıkması hükümet içinde radikal figürlerin yer alabildiğini gösteriyor. Bu süreçte Amerika’daki Müslümanların haklarını savunan CAIR (The Council on American-Islamic Relations) gibi sivil toplum kuruluşlarının Hegseth’in adaylığına karşı çıktığı, Senato üyelerinden Richard Blumenthal gibi isimlerin de bu adaylığı titizlikle inceleyeceklerini duyurduğu belirtiliyor. Turgut’a göre tüm bunlara rağmen Trump yönetiminin adaylığı onaylaması, devletin en üst makamlarında bile böylesine uç ve rahatsız edici görüşlere sahip olan karakterlere yer açıldığını gösteriyor.
Trump yönetiminin LGBTQ+ politikaları,
Serdar Turgut’un özellikle izini sürdüğü konular arasında yer alıyor. Yazar, kadın ve erkek dışındaki cinsel kimliklerin yok sayıldığı bir anlayışın, zamanla resmi söylem haline geldiğini gözlemliyor ve meseleyi kültürel olduğu kadar siyasal bir zemin üzerinden de ele alıyor. Trump’ın dışlayıcı dili yalnızca bir tavır olarak kalmıyor. Turgut’a göre bu söylemlerin Amerika’daki karşılığı oldukça belirgin. Kaliforniya ve New York gibi şehirlerde düzenlenen yürüyüşler, geçmişteki Stonewall isyanlarını hatırlatıyor. Amerika’daki LGBTQ+ hareketinin uzun süredir devam eden bir özgürlük mücadelesi konumunda olduğunu vurgulayan yazar, Trump’ın bu mücadeleyi hedef alarak hem dünyaya hem de Amerikan toplumuna bir nevi savaş açtığını ifade ediyor.
Yazarımız komplo teorisi kavramının nasıl baskı aracı olarak kullanıldığını da ayrıca ele alıyor; komplo teorisi ifadesinin çoğu zaman ciddi olasılıkları itibarsızlaştırmak için kullanıldığını söylüyor.
Los Angeles’taki yangın felaketine dair kamuoyunda gelişen söylemlere yer vermiş ve bu gibi durumların “doğal olamayacak kadar organize” göründüğünü belirtmiş. Birilerinin bilinçli olarak planladığı izlenimini yaratan olayların hemen “komplo” etiketiyle bastırıldığını, böylece daha fazla araştırılmasının önüne geçildiğini aktarıyor. Bu durumun, insanların gerçekleri sorgulama cesaretini kırdığına dikkat çekiyor.
Pentagon’un Hollywood yapımları üzerindeki etkisi, içerik sansürü, Amerikan ordusunu parlatan film senaryoları… bunlar eleştirinin örnekleri arasında sunuluyor.
Kitapta yer verilen Theaters of War adlı belgesele göre, Pentagon ve CIA’in Hollywood üzerindeki etkisi yıllardır sistematik olarak devam ediyor. Pentagon’un Entertainment Liaison Office adlı birimi, Amerikan ordusunun olumlu yansıtıldığı senaryolara destek verirken, eleştirel ya da hassas içeriklerin yayılmasına doğrudan engel koyabiliyor. Özellikle savaş filmlerinde ya da Amerikan kahramanlığını öne çıkaran yapımlarda bu desteğin izlerine rastlanıyor. ABD’nin kurucu yapısına dair sembollerin izinin de Washington sokaklarında sürdüğünü aktarıyor. Kurucu babaların masonik kimliklerinin sadece düşünsel yapıya değil, fiziki mimariye de yansıdığını anlatıyor. Capitol Binası, Beyaz Saray ve Washington anıtlarının yerleşimi, sembolleri ve mimari simetrileri üzerinden Mason localarının etkisine dikkat çekiliyor. Washington’daki mason locasıyla ilgili tarihsel detaylara yer veren Turgut,
George Washington’dan itibaren birçok devlet kurucusunun mason olduğunun altını çiziyor.
1723 tarihli Mason Anayasası’nın, 1776’da ilan edilen Amerikan Anayasası’nın temel metni olarak yeniden kaleme alındığını söylüyor ve bugün Evanjeliklerin giderek artan etkisiyle birlikte, masonik yapı arasında görünmeyen bir çatışmanın yaşandığını ima ediyor.
Türkiye ile ABD arasında az, çok (inişli çıkışlı da diyebiliriz) yaşanan gerilim bu ideolojik ayrışmalardan bağımsız düşünülebilir mi?
ABD mi İsrail’i, yoksa İsrail mi ABD’yi yönetiyor?
Turgut, bu güncel geyik soruya net bir yanıt vermemiş. Kitabı boyunca verdiği bilgiler, özellikle sadece lobi faaliyetleriyle sınırlı kalmayan ilişkilerin Trump döneminde bu iki yapı arasında nasıl giriftleştiğini ortaya koyuyor.
Anlatılanların hepsi doğru olmak zorunda değil. Doğru olsalar bile mutlaka gerçekleşecek diye bir kaide yok. Ben size burada bir kitaptan alıntıladıklarımı aktarıyorum. Yazarın görüşleri ilginç ama ne kadarı doğru veya yanlış, gerçekler nedir? İşte burada herkesin kendi fikri hatta hezeyanları devreye giriyor. Bence gerçekler aslında sonuçlardır. Zaten tarihte yazılacak olan da sonuçlar olacaktır. Benim fikrim, bu bahsedilen fevkaladeliklerden ziyade umumen aklın emrettiği, gözün gördüğüne göre varılan kanaatler olmalıdır.


