Yeni bir sayfa açılırken… Ayşe Böhürler
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuruda bulunuyor.
Geçen haftalarda MİT, arşivinden çıkartarak yayınladığı karakalem bir Nazım Hikmet portresini “Özel Koleksiyon” başlığı ile kamuoyu ile paylaştı. Portre, 1950 yılında yapılmış ve pek çok araştırmacının ortak tahmini ile bir sosyalist olan Nazım Hikmet hayranı Rasih Güran’a aitti. Muhsin Kızılkaya’nın bu resimden yola çıkarak Rasim Güran’ın hayatını anlattığı yazıyı döne döne okudum. Edebiyatçılar yazınca başka oluyor tabii ki! Bir dönemin ruhunu, bir devrimcinin hayal kırıklıkları üzerinden son derece insani ve özel bir hikâye olarak anlatmış Muhsin Kızılkaya.
Yazıda anlatılanlar sadece komünizm için değil belki de sonu gelen pek çok ideolojinin mensupları için de geçerli. “Adanmışlık ile özgürlüğün” yan yana gelemeyeceğini söyleyen Alev Alatlı’nın “Valla Kurda Yedirdin Beni”de anlattığı, çoğu gerçek hayattan alınan karakterler gözümde canlandı. Alev Hoca 1994’te yazdığı romanının ismini bir Erzurum hoyratından esinlenerek koymuştu: “Oğul! Bu muydu sadıklığın, valla yedirdin kurda beni.”
ESKİ KOMÜNİST İNSAN!
Sovyetleri bir umut olarak gören Türk komünistlerinin Moskova hikâyeleri de en az burada yaşadıkları kadar hazindir. Nazım Hikmet’in ve dönem komünistlerinin özgürleşelim derken Moskova’da sürekli takip altında adeta bir mahpus hayatı yaşadığını anlatan bir anı kitabını geçenlerde okudum. Tan Gazetesi’nin sahipleri Sabiha ve Zekeriya Sertel çiftinin kızı Yıldız Sertel’in ailesinin ve onların dostlarının hayatını anlattığı “Ardımdaki Yıllar” isimli kitabını özellikle tavsiye ederim. Yıldız Sertel kitabında babasının tanık olduklarını anlattığı Nazım Hikmet’in Son Yılları başlıklı yazı dizisinden ötürü eleştirilere uğradığını, yalnız bırakıldığını da anlatır. Zekeriya Sertel bizzat gördüklerini, Nazım’ın üzerindeki baskıları anlattığı için dönemin solcularının linçine uğramıştır. Dönemin sosyalistleri Sovyetlerde yaşanan baskı ve zulmü dinlemek istemezler. Ki tüm bunları anlatan kişi de Zekeriya Sertel gibi Türk solcuları için dev bir isimdir. Sertel, Cumhuriyet gazetesi, Tan gazetesi kurucularındandır. Resimli Ay mecmuasında Nazım Hikmet ile başlattığı “Putları Yıkıyoruz” yazı dizisiyle tepkileri üzerine çekmeyi göze alan kişidir. Tüm bunlara rağmen ömrünün son yıllarında kaleme aldığı bir yazı nedeniyle sol çevrelerden tepki almıştır.
Hayatını uğruna harcadığı, işkenceyi, canını vermeyi göze aldığı fikirler, ideolojiler tedavülden kalkınca “Bu insanlara ne oldu ve oluyor” sorusu edebiyattan sinemaya pek çok eserde ele alınır. “Elveda Lenin” filmi soğuk savaşın bitmesi ve duvarın yıkılmasıyla birlikte yaşanan hayal kırıklığını bir anne-oğul hikâyesi üzerinden anlatır. Düzen daha kolay değişir ama ya hayatını buna adayan insan nasıl değişecek?
Bu konuda önemli bir kitap tavsiyesi de geçen haftalarda Orhan Miroğlu’ndan geldi. Orhan Miroğlu Süleymaniye’de silah yakma töreninin olduğu güne dair yazdığı “Türkler-Kürtler ve ‘İkinci El Zaman” isimli yazısında; 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in «İkinci El Zaman-Kızıl İnsanın Sonu» isimli kitabını raftan indirdiğini ve kapakta yer alan şu cümleleri yeniden okumaya başladığını anlatıyordu: “Bize kimse özgürlüğü öğretmemişti. Özgürlük adına ölmeyi öğretmişlerdi…” Miroğlu yazısında “Bizim de bu cuma başlayacak olan İkinci El Zamanımızın en önemli hakikati bu değil miydi?” diye soruyor: “Özgürlüğü öğrenmeden özgürlük adına ölmek! Svetlana, İkinci El Zaman’da Sovyetler’in çöktüğü ve dağıldığı 1991 yılından başlayarak 2012 yılına kadar geçen zamanın eski Komünist insan üstünde yarattığı etkiyi, duyguları, gelecekten beklentileri ve savaşın yıkıcı sonuçlarını anlatıyor. Muazzam hayal kırıklıkları yaşamış ve onuru kırılmış insanların hayaleti dolaşıyor kitabın her hikâyesinde, her sayfasında!”
Orhan Miroğlu’nun yazısında sorduğu soru hepimiz için!
TÜRKİYE’NİN İLK KADIN SENDİKACISI
Eski komünistlerin yaşadıklarına dair kadınlar cephesinden bir örnek vermek istiyorum. Sol harekette olanlardan Zehra Kosova ismini hatırlayanlar vardır. 2001 yılında 91 yaşında vefat eden Zehra Kosova’nın “Ben İşçiyim” isimli kitabı İletişim Yayınları’ndan 1996’da, genişletilmiş ikinci baskısı 2011’de TÜSTAV’dan çıktı.
Zehra Kosova 1910’da Kavala’da doğmuştur. Tütüncülük ile geçimini sağlayan bir ailenin çocuğudur. Yunanistan ile yapılan mübadele sonucunda ailesiyle önce İstanbul’a sonra Tokat’a gelir. Onları getiren vapurun dalgalar ile boğuşmasını hiç unutmaz. İlkokulu bitirdikten sonra tütün mağazasında çalışmaya başlar. 1930 yılında İstanbul’a gelir, tütün depolarında çalıştığı yıllarda Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile tanışır. Partiye girdikten sonra tütün işçileri sendikasını örgütlemek ile görevlendirilir. 1932’den başlayarak pek çok greve öncülük eder… 1934 yılında parti tarafından Moskova’daki Şark Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilir. Burada Türk komünistleri Şefik Hüsnü ve arkadaşları ile tanışır, 1935’te Mustafa İskender ile evlenir, bir kızı olur. Ancak parti kararıyla 1937’de kocasıyla birlikte Samsun’a gönderilirler. Kızlarını Moskova’da bırakmak zorunda kalırlar. “Garcan ile Miller yoldaşlar gelerek, çocuğu sütannesine verdiler. Bana ‘Hiç merak etme, çocuğun çok iyi bakılacaktır, ilerde ya sen gelir ya da kızını sana göndeririz’ dediler. Ama ne ben bir daha gittim ne de kızımı tekrar görebildim. Kızımdan ağlayarak ayrıldım. Ama bu ayrılık zorunluydu, yapacak hiçbir şey yoktu” diyerek anlattığı geride bıraktığı kızının hasretini ömür boyu taşır. Burada tütün işçilerini örgütlemeye devam eder. Sendikaların yasalaşması için verilen mücadelede Sadun Aren, Neriman Hikmet gibi isimlerle birlikte hazırladıkları broşür nedeniyle tutuklanarak işkence görür. 1946 yılında Şefik Hüsnü liderliğinde kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde yer alır. 1951’de TKP operasyonunda tutuklanır. Vatan Partisi tutuklamaları sırasında da cezaevinde 16 ay yatar. Tahliye olduktan sonra dantel fabrikasında çalışmaya başlar. Ve orada da işçileri örgütlemeye devam eder. 1970 yılında emekli olur.
Zehra Kosova yaşadığı hiçbir şeyden pişman olmaz. “Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O, beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de...” der.


