Ah bu memurların gözü kör olsun Özgür Bayram Soylu
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com haber yayımlıyor.
TÜİK’in yayımladığı Sosyoekonomik Seviye (SES) verileri, Türkiye’de insanların gelir, eğitim ve meslek durumuna göre nasıl farklılaştığını açıkça ortaya koyuyor. Bu veriler, aynı zamanda son yıllarda uygulanan yüksek faiz politikası ve derinleşen enflasyon varlığının toplumun farklı kesimleri üzerindeki etkilerini anlamak açısından da önemli bir kaynak niteliğinde. Bugün kağıt üzerinde uygulanan ekonomi politikalarının amacı, toplum genelinde harcamaları azaltarak enflasyonu kontrol altına almak. Ancak uygulamada ise: Üst gelir grubundaki insanlar harcamalarını çok da azaltmadan hayatlarına devam ederken, düşük gelirli insanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyor. Bir de arada sıkışan alt-orta gelir grubu var.
Tasarruf yaparak ilerleme ihtimalini kaybeden bu kesim, artık elde avuçta ne varsa tüketiyor, geleceği planlamaktan ziyade, günü kurtarmaya çalışıyor.
Verilere göre, toplumun sadece %1,1’i en üst gelir grubunda, buna karşılık en alt iki gelir grubunu oluşturan kesim %35’i geçiyor. Bu da gelir dağılımında ciddi bir adaletsizlik olduğunu gösteriyor.
Yüksek faiz politikası, tasarrufu ve yatırım araçlarına erişimi olan zengin kesimi fazla etkilemezken, düşük gelirli aileler için gıda, kira ve ulaşım gibi zorunlu harcamalarda ciddi bir yaşam kalitesi kaybı ortaya çıkarıyor.
Hayat pahalılığı ve kredi maliyetleri yüzünden, dar gelirli insanlar artık sadece konforlarından değil, temel yaşam ihtiyaçlarından da vazgeçmek zorunda kalıyor. Bu tablo, sadece ekonomik dengesizliği değil, toplumsal yapıda kırılganlıkları derinleştiren bir eşitsizlik düzenine de işaret ediyor.
Farklı gelir gruplarının ihtiyaçlarını gözetmeden herkese aynı para politikasını uygulamak, alt gelir gruplarını daha da zor durumda bırakıyor. Sonuç olarak, “talebi soğutmak” için izlenen bu ekonomi politikası, üst sınıflarda küçük bir yavaşlamaya neden olurken, alt sınıflarda gerçek anlamda bir durma ve gerilemeye yol açıyor.
Eğer bu gidişat değişmezse, enflasyonla mücadele adı altında yürütülen politikalar, uzun vadede ekonomik istikrar değil, daha fazla sosyal bölünme ve kırılganlık yaratma potansiyelini gözler önüne seriyor.
BİLİMİN ORTASINDA, GEÇİMİN KIYISINDA
Akademik zam, sadece maaş artışı değil, yükseköğretim sisteminin sürdürülebilirliği için yapısal bir zorunluluğa doğru koşuyor.
Akademisyenlerin gelir düzeyi; bilimsel üretkenlik, kurumsal bağlılık ve uluslararası rekabet gücüyle doğrudan ilişkili. Yetersiz özlük hakları, nitelikli akademisyenlerin özel sektöre veya yurt dışına yönelmesine neden oluyor; bu da üniversitelerde bilgi kaybı ve nitelik düşüşüne yol açıyor.
Geçim derdi yaşayan akademisyenlerin ise araştırmaya ayırabilecek zamanı ve motivasyonu giderek haliyle azalıyor.
Zira akademisyen olmak, dışarıdan sanıldığı gibi “rahat” bir meslek de değil. Sabah derse giren, öğleden sonra komisyona katılan, akşam evde makale yazan akademisyen; gece yatmadan önce öğrencisinin tezini okuyacak vicdanı da taşıyor. Tatil dendiğinde de gerçek bir tatil yoktur; çünkü TÜBİTAK başvuruları, jüri raporları ve yayın telaşı tatili sadece takvimde bırakıyor. Geç gelen ek ders ücretleri ve Whatsapp’tan gelen “hocam sunumu yollar mısınız?” mesajlarıyla mesai 7/25 sürüyor. Bu nedenle akademik zam geçimi kolaylaştırmanın ötesinde nitelikli eğitimin güvencesi ve kalkınma hedefleri için giderek önem taşıyor.
BÜYÜK ÖDÜL FAİZE, AMORTİ MEMURA!
Toplu sözleşme süreci, ne yazık ki sadece yüzdelik zam pazarlığına indirgenmiş durumda. Bu dar yaklaşım yüzünden, kamu görevlilerinin yıllardır talep ettiği özlük hakları ve sosyal iyileştirmeler gündeme dahi getirilmiyor.
Oysa mesele sadece maaş artışı değil; iş güvencesi, görevde yükselme, disiplin affı, servis ve kreş hizmeti, kira ve yemek yardımı gibi haklar da kamu çalışanlarının yaşamını doğrudan etkileyen konular; ama maalesef bunlara sıra dahi gelmiyor.
Yine memurlar konuşuluyor... Ne zaman bütçe sıkışsa, ne zaman “mali disiplin” söylemi yükselse, tasarrufun adresi hep memurlar oluyor.
“Zaten çalışmıyorlar”, “yük oluyorlar” gibi ezber klişeler, memurun yaşadığı gerçek hayatı görmezden gelmenin artık kurumsallaşmış bir refleksine dönüşmüşe de benziyor.
Memurlar için sunulan iki yıllık artış teklif, “beklenen enflasyon” hesaplarıyla şekillenmiş gibi görünse de; bu teklifin ne telafi edici bir yönü, ne de umut veren bir tarafı olduğu görülüyor. Enflasyonun inşa ettiği geçim krizini görmezden gelen bu matematiksel yaklaşım gerçek hayat pahalılığı karşısında bir iyileştirme değil, sadece açığın biraz daha büyümesini erteleme girişiminden başkasını temsil etmiyor. Üstelik, “bütçe disiplini” bahanesiyle memur maaşları baskı altına alınırken, aynı dönemde yalnızca yılın ilk altı ayında faize 2 trilyon 99 milyar TL ödeme yapılıyor. Yani kamu kaynaklarının büyük kısmı üretmeden kazananlara aktarılırken, gece nöbeti tutan hemşireye, sabahın köründe derse giren öğretmene, evrak yığını altında ezilen büro emekçisine “çok maaş alıyorsun” deniyor. Tüm bunlara rağmen kamuoyu önünde hâlâ “memurlar çalışmıyor” söylemi dolaşıyor. Eğer bir yerde iş yapılmıyorsa, bu durumdan önce memur değil, o memurun iş yapıp yapmadığını bilmeyen müdür, daire başkanı, genel müdür ve benzerleri sorumludur. Hiç kimse kusura bakmasın devletin araç, makam, yakıt, iletişim masraflarını karşıladığı yöneticiler, çalışanının performansından habersizse; sorun, memurda değil, sistemin ta kendisindedir.
İşte bu yüzden “Ah bu memurların gözü kör olsun” sözü, aslında ne memurun tembelliğini ne de umursamazlığını tarif ediyor; sadece yıllardır emeğiyle ayakta duran insanların kamuoyunda/sosyal medyada nasıl görmezden gelindiğinin ironik bir yansıması oluyor.
Bizde insan odun değil ki kırıldığı zaman ses çıkarsın.

