Aşkın rengi kırmızı reytingin rengi kızılcık Düşünce Günlüğü Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi paylaşıyor.
Mehmet Kırtorun - Yazar
Kızılcık Şerbeti, muhafazakâr ve seküler yaşam biçimlerini aynı evrende tokuşturarak Türkiye’nin fay hatlarını ekrana taşıdı. Yeni sezon tanıtım fragmanındaki “yasak ilişki” iması tepki alınca, RTÜK’ün “aile yapısına zarar” gerekçesiyle uyarılarını tetikledi; fragman geri çekildi, senaryo değişti.
Bu müdahale bize şunu bir kez daha hatırlattı: Televizyon bazen bir ayna bazen de aynayı tutan eldir. Aileyi tartışma masasına yatırır, inançla sekülerliği yan yana diker, değerlerle arzuları çarpıştırır. Her sahne bilinçli bir tercihtir: ya toplumun damarına basar ya da damarına serum verir. İşte bu yüzden televizyonun gösterdikleri, masum bir kurmaca olmaktan çıkar; ekranın her seçimi, toplumsal bir hesaplaşmanın kapısını aralar. Bunun için ekranlarımızda gördüğümüz şey “örf ile reyting, ahlak ile algoritma, sanat ile sansasyon” arasındaki savaşın en güncel cephesidir.
GÜNDÜZÜM SENİNLE GECEM SENİNLE
Dizilere yöneltilen eleştiriler karşısında sıkça dile getirilen bir savunma var: “Zaten gündüz kuşağı kadın programlarında çok daha fazlası yaşanıyor, o halde dizilerde neden olmasın?” İlk bakışta mantıklı gibi görünen bu yaklaşım aslında medyanın işlevini ve topluma etkisini göz ardı eden yüzeysel bir düşüncedir. Çünkü gündüz kuşağında yaşananlar ile dizilerin kurguladığı hikâyeler arasında temel bir fark vardır.
Gündüz kuşağı programları toplumsal yozlaşmayı teşhir ederken, diziler yozlaşmayı estetikleştirip normalleştirir. Televizyon, gündüz kuşağında “toplumsal ayıpların pazarlandığı” bir sahne açar; prime time dizilerinde ise aynı ayıpları romantik ve kabul edilebilir kılar. İnsanlar gündüz kuşağını ibretle izlerken, diziyi duygusal bir bağ kurarak tüketir. Keşke duayen senaristlerimiz (!) “madem orada var, burada da olsun” demek yerine, her iki alandaki çürümeyi de fark edip medyanın toplumsal sorumluluğunu yerine getirmeyi bir kere de deneseler…
HEP SONRADAN GELİR AKLIM BAŞIMA
Toplumsal tepkilerin genellikle gecikmeli ve belirli bir eşiğe bağlı şekilde ortaya çıkmasının üç temel nedeni vardır. İlk olarak, kademeli normalleştirme süreci işler. Aykırı içerikler izleyiciye küçük dozlarla sunulur ve zamanla kabul eşiğini yükseltir. İkinci olarak, gündem ekonomisi devreye girer. Sosyal medya algoritmaları itirazları görünmez kılarken, kriz anlarını ve patlama noktalarını ödüllendirir. Üçüncü olarak, ahlaki muhasebe ve bilişsel çelişki etkisini gösterir. Haftalarca izleyip susan bireyler, kritik bir noktada biriken rahatsızlıklarını dışa vurur. Bu durum, tepkilerin seçici ve gecikmeli görünmesine yol açar. Sonuç olarak, bir tepki–reyting–tekrar sarmalı oluşur. Tepki, diziyi ya da içeriği daha fazla konuşturur; konuşulurluk reytinge dönüşür; reyting ise benzer şokların yeniden üretilmesini teşvik eder. Bu nedenle, çoğu zaman “patlayınca konuşuruz.”
AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN
İki temel motivasyon çoğu zaman üst üste biner. İlki piyasa rasyonalitesidir. Sert rekabet ortamında konuşulma garantisi, şok etkisi yaratan sahnelerdedir. Aykırılık sansasyon üretir ve sansasyon viral biçimde yayılır. İkincisi ise temsil ve tartışma arzusudur. Görmezden gelinen toplumsal olguları; zorla evlilik, aile içi şiddet, ikiyüzlü ahlak, sınıfsal ve kuşaksal kırılmaları gündeme taşıyarak tartışma açma isteği devreye girer. Bu iki itki birleştiğinde, şok sahne hem sanatsal riskin hem de tanıtımın kaldıraç noktası haline gelir. Asıl problem, sunum dilinde başlar. Romantize ederek, bir aşk şarkısı eşliğinde sevimli hale getirerek ya da mizahla yumuşatarak normalleştirme algısı yaratılır. Böylece tartışma, temsiliyetin cesareti ile etik sunum arasındaki dar koridorda büyür. Özetleyelim; niyet–etki ayrımı kritik: “Kötülüğü göstermek” ile “kötülüğü estetikle meşrulaştırmak” farklı şeylerdir. Tartışmanın düğümü de tam buradadır.
İŞTE BU BİZİM HİKAYEMİZ
90’lar ve 2000’ler belirgin bir miras bıraktı. O dönemde orta yaş görünümlü oyuncuların “liseli” rolleri gençliği karikatürize eden bir dil kurdu. Sınav kaygısı, kimlik arayışı ya da akran zorbalığı gibi gerçek meseleler, pastel çatışmalara indirgenerek ciddiyet buharlaştırıldı. Jargon, moda ve davranış kalıpları reklam-hikâye sentezinde paketlenerek “cool normlar” üretildi. Mekân ve sınıf tasarımı açısından bakıldığında ise okul, iş yeri ve ev toplumsal laboratuvar olmaktan çıkıp romantik komedi setine dönüştü; sınıf ve emek meseleleri görünmez hale geldi. Bugünün “ilişki estetiği” tartışmaları, bir yönüyle dünün bu hafifletilmiş imgelerine de dayanıyor. Çünkü yıllarca eğlence kisvesi altında kötü davranış normları izleyicinin ruhuna kodlanmış oldu.
AYNAYA DEĞİL AYNAYI TUTANA BAKALIM
Büyük resmi görmek isteyenler için temel cümle şudur: Kurgu + Piyasa + Denetim + Algoritma = Davranış Normu. Biz bu denklemin “eleştirel öznesi” olabildiğimiz ölçüde, neyin sanatsal cesaret, neyin normalleştirme olduğunu ayırt edebiliriz. O zaman ekran, “patlayınca konuşulan” kriz sahnesinin ötesinde; bilinçli toplumun kendi aynasını parlatacağı bir meydan olur.
Senaristler bir yandan toplumda gerçekten var olan ancak konuşulmaya çekinilen meseleleri (örneğin töre cinayetleri, kadına şiddet, zorla evlendirme) ekrana taşıyarak farkındalık yaratma iddiasında. Öte yandan bunu yaparken reyting garantili formülleri devreye soktukları da açık: Tabular yıkıldıkça, sınırlar zorlandıkça dizi sosyal medyada trend oluyor, herkes o sahneyi konuşuyor. Bu bağlamda Aile Vakfı Başkanı Üner Karabıyık’ın 29 Nisan 2025 tarihinde RTÜK himayesinde düzenlenen “Güçlü Medya, Bilinçli Toplum Zirvesindeki konuşma aslında her şeyi özetliyor:
“Uzaya fırlatarak devreye aldığımız Türksat uyduları bugün göğsümüzü kabartıyor. Lakin o uydular üzerinden yaptığımız yayınlar ise yüzümüzü kızartıyor. Daha birkaç gün önce Rus Sosyolog bir hanımefendinin Türk dizilerinin kendi ülkelerinde toplumsal yapıya verdiği zarara dair eleştirileri sosyal medyada gündem oldu. Bu kadar kaynak ve emek harcanan yapımların bizi getirdiği nokta bu olmamalı.”


