Laiklik ideolojisi Düşünce Günlüğü Haberleri
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Dr. Hüseyin Arslan - Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi - SETA
Geçtiğimiz günlerde İTÜ’nün mezuniyet töreninde yaşanan bir olay, Türkiye’de laiklik tartışmalarının ne denli iç içe geçmiş, çelişkili ve zaman zaman ideolojik bir alana dönüştüğünü yeniden gündeme taşıdı. Mezun olan bir grup öğrenci, En’âm Suresi 162. ayetin yer aldığı bir pankart taşıdı; “De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” Bu pankart diğer öğrenci grubu tarafından “laikliğe aykırı” bulundu. Söz konusu ikinci grup “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganları atarak pankartın önünü kapattı ve görüntülenmesini engellemeye çalıştı. Bu türden tavırlar laiklikten ziyade laikliği İslam karşıtı olarak tanımlama anlayışından kaynaklanmaktadır.
Laiklik klasik anlamda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanmıştır. Ancak Türkiye’de bu ilke dini görünürlüğü kısıtlayan, hatta dini kamusal alandan silmeyi hedefleyen bir uygulamaya dönüşmüştür. Laiklik, Cumhuriyet’in erken dönemlerinden itibaren sadece bir anayasal ilke değil, toplumu dönüştürmenin, modernleştirmenin ve devletin denetim gücünü artırmanın ideolojik dayanağı olarak görülmüştür.
TÜRKİYE DEVLETİNİN DİNİ İSLAM'DIR
1937 yılında Anayasa’ya resmen dahil edilen laiklik ilkesi, bu tarihten önce fiilen uygulansa da, hukuk düzleminde kurumsallaşmasıyla birlikte farklı bir boyut kazanmıştır. Bu değişim, iki ana paradigma üzerinden değerlendirilebilir: İntibak paradigması ve çatışma paradigması. 1924 yılına kadar olan dönemde din-devlet ilişkilerinde uyumlu bir halde hareket etmiştir. Bu yüzden 29 Ekim 1923 tarihinde, 1921 Anayasası’nda yapılan değişiklikle Türkiye Devleti’nin yönetim biçiminin “Cumhuriyet” olduğu anayasal güvenceye kavuşturulmuş; hemen ardından gelen ikinci maddede ise “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslam’dır” hükmüne yer verilmiştir. Bu düzenleme, yeni rejimin İslam’la olan kurucu bağını hukuken teyit eden bir ifadedir. Söz konusu madde, herhangi bir değişikliğe uğramadan 1924 Anayasası’na da aktarılmış ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında din ile devlet arasındaki ilişki, henüz kesin bir ayrışmaya değil, birlikte varoluşa işaret eden bir denge arayışı şeklinde kurgulanmıştır. Ancak 3 Mart 1924 sonrasında ise devletin dini denetim altına aldığı, dışlayıcı ve baskıcı bir modele geçildiği ileri sürülebilir.
BÜROKRATİK ELİTLERİN OPERASYONU
Pozitivist bir dünya görüşünü benimseyen ve toplumsal ilerlemenin ancak bilimle mümkün olabileceğine inanan Mustafa Kemal Atatürk’ün laikliğe dair yaklaşımı da bu dönüşümün fikrî temelini oluşturur. Dinin, bireyin yaşamına anlam katma potansiyeli bu anlayışta genellikle ikincil planda kalmış, din çoğu zaman ilerlemeye engel bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Atatürk’ün bazı söylemleri, peygamberleri tarihsel ve sosyolojik figürler olarak değerlendirme eğiliminde olduğunu ortaya koyar. Peygamberleri, dini konumlarından soyutlayarak sadece yaşadıkları çağın koşulları içinde açıklaması dine bakışını gösterir.
Atatürk’ün ardından İsmet İnönü döneminde laiklik, daha kurumsal ve ideolojik bir çerçevede uygulanmaya başlanmıştır. Bu dönemde, Milli Mücadele kadrolarından gelmeyen yeni bürokratik elitler, dinin kamusal alandaki görünürlüğünü giderek azaltan ve kontrol altına alan bir laiklik modeli benimsemiştir. Bu model, bireyin dini görünürlüğünün de sınırlandırılmasını hedeflemiştir. Kadınların tesettürlü olarak kamu kurumlarında çalışmaları, dini grupların toplumsal organizasyonlar yapması ya da eğitim sisteminde dini içerikli söylemlerin yer alması, “laikliğe aykırı” davranışlar olarak görülmüştür.
TANRIYI KAMUSAL ALANDAN KOVMAK
Bu anlayış yargı kararlarına da sirayet etmiştir. 22 Haziran 2001 tarihli bir Anayasa Mahkemesi kararında laiklik, “din işleri ile dünya işlerini ayıran bir rejim” olarak tanımlanmış; dinin sosyal hayat üzerindeki etkisini sınırlayan bir uygulama olarak yorumlanmıştır. Aynı kararda eğitimden aile yapısına, hukuktan görgü kurallarına kadar sosyal hayatın her alanının dinî referanslardan arındırılması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu yorum, laikliğin devletin tarafsızlığına indirgenemeyeceğini, aksine bireylerin yaşam tarzlarına doğrudan müdahale eden bir sistem haline geldiğini ortaya koymaktadır.
Benzer bir yaklaşım 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından da dile getirilmiştir. Sezer, 2004’te düzenlenen Din Şûrası’ndaki konuşmasında laikliği bir “yaşam biçimi” olarak tanımlamış ve laik bireyin dini inancını kendi iç dünyasında sınırlı tutması gerektiğini ifade etmiştir. Bu yaklaşımda dinin kamusal görünürlüğü, toplumsal barışa tehdit olarak görülmektedir. Sezer’in laik birey tanımı, İslam’ın toplumsal alan üzerindeki etkisini mutlak şekilde dışlayan bir anlayışı yansıtmaktadır. Böylece laiklik, dini özgürlükleri güvence altına alan bir ilke olmaktan çıkarak, bu özgürlükleri şekillendiren ve denetleyen bir ideoloji haline gelmektedir.
İSLAM KARŞITLIĞINA DÖNÜŞTÜ
Laiklik adına savunulan bu tür anlayışlar, İslam’ı ferdin vicdanına hapsetme girişimleridir. Bu yüzden Türkiye’de uygulanan laiklik, kişilerin İslam’a ait olan ünsiyetini bastıran bir düzene dönüşmüştür. Bu bağlamda “kontrol rejimi” olarak tanımlanan laiklik anlayışı, devletin dini şekillendirmesi, sınırlaması ve gerektiğinde görmezden gelmesi anlamına gelmektedir.
Türkiye’de laiklik, çoğu zaman anayasal bir ilke olmanın ötesine geçerek, belirli bir yaşam tarzının ve düşünce sisteminin aracı haline gelmiştir. Laiklik, bireyin inancına karşı tarafsız kalması gereken bir devlet anlayışını değil, bireyin inancını kamusal alanda nasıl yaşayacağına dair müdahalede bulunan bir devlet anlayışını meşrulaştırmıştır. Bu durum, üniversite mezuniyet töreninde yaşanan pankart krizinde olduğu gibi, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin başka bireyler tarafından ideolojik gerekçelerle sınırlandırılmasına neden olmaktadır. Kısacası Türkiye’de bir kesim halen laikliği, İslam karşıtlığı şeklinde tanımlamaktadır…


