Canımızın sesi Gökhan Özcan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Pek çok şey söylenebilir bugünün insanı için, zaten söyleniyor da… Kimisi çok yerinde, kimisi laf olsun diye söylenmiş ciddi-gayrı ciddi tespitler… Bunlar içinde üstünde en çok kafa yorulması gerekenlerden biri, bugünün insanının ‘kendisiyle baş başa kalamayan insan’ olduğu tespitidir diye düşünüyorum. Bu tespit kendine, yani kendi hakikatine yabancı bir insanı işaret ediyor çünkü. Kendine yabancı yaşayan insan biyolojik olarak varlığını sürdüren bir canlı olmanın dışında gerçekten hayat sahibi olabilir mi? Yaşadıklarının farkında olduğu söylenebilir mi? Bunlar olmadan yaşanıp geçilmiş bir ömre, hayat denebilir mi?
“Her şey ne kadar çabuk geçti diye düşünüyorum bazen” diye yakındı eski dostuna, “sonra geçen neydi ki diye soruyorum kendime, neredeyse hiçbir şey gelmiyor hatırıma!”
Bizim hissettiklerini, arzu ettiklerini, hiç istemediklerini, beklentilerini, tasavvur ve beklentilerini, muhakeme ve muhasebelerini kulağımıza fısıldayan bir iç sesimiz var: Canımızın sesi! “Canım çekti”, “Canım istemedi” ya da “Canımı sıktı” diyoruz ya hani bazen, işte o ses söylüyor bunları bize. Yeri geliyor zihnimizi, kalbimizi, insanlığımızı, kulluğumuzu tehlikeye düşüren şeylere karşı bizi uyarıyor; yeri geliyor iyi gelecek şeylere yönlendiriyor bizi. Bizim üstünde çok düşünmeden gözden çıkardığımız bazı lüzumlu şeyleri içimizden sürüp çıkarmamıza itiraz ediyor sürekli. Ya da insanlığımıza tereddütsüzce buyur ettiğimiz lüzumsuzluklara isyan ediyor. Bununla da kalmıyor insana ve hayata dikkatimizi çekiyor, incelikler, güzellikler, derinliğine farkındalıklar ekliyor dağarcığımıza.
Biz canımızdan ayrı bir şey değiliz belki ama gafil kalıyoruz bazen bize söylediklerine. Yaşadığımız bu çağ, içimizin sesini duyamayalım diye çok şey yapıyor, çok mesai harcıyor. İç sesimize ayırabileceğimiz hemen her vakte el koymak için icat üstüne icat çıkarıyor. Bizi, asla bize kalmayacak ve bize bir değer eklemeyecek o kadar çok şeyle meşgul ediyor ki, dönüp kendimizi dinleyecek, anlayacak vakti de, mecali de bulamayacak hale geliyoruz.
Kendisiyle, canıyla, içinin yani canının sesiyle irtibatı, iletişimi, muhabbeti kesilmiş bir insan! Ne yaşadığından, ne için yaşadığından, nerede yaşadığından habersiz! Dünyanın tehlikelerle dolu güzergahında bütün yönlendirici ve uyarıcı sistemleri kapatılmış bir araba gibi körlemesine akıbetine doğru hızla seyrediyor bugünün insanları. Gözünü istikametine çeviremediği için insanlığını tehlikeye atan şeyleri de göremiyor. Göremediği için bir durum değerlendirmesi de yapamıyor, bir tedbir de alamıyor. Bunları yapamadığı için kendinden kaybettiği hiçbir şeyi yeniden yerine koyamıyor, aksine kaybetmeye devam ediyor.
Bugün bizim için belki de ön önemli imtihan insanı kendine geri döndürebilmektir artık! Yani bizi kendimize! Yani beni kendime! Yani insanı insana! Yani kendi iç sesini, canının sesini, yine can kulağıyla duyabileceği bir yere! İnsan tam olarak orasıdır çünkü; oradan ne kadar uzaktaysak, şüphe yok, ‘insan’dan da o kadar uzaktayız.
“Ne zaman kıymetli sayılamayacak şeyler zamanımın büyük kısmını işgal etmeye başlasa, inzivaya çekilirim, tıpkı yorgun sürülerin yaptığı gibi hızla eve dönerim. Yaşamımı kendi duvarlarımın içine hapsetmeye karar veririm: ‘Böylesi bir kayıp karşılığında dişe dokunur bir şey vermeyecek kimse’ derim, ‘benden bir günümü bile çalmasın zihnim, kendi kendisine sabitlensin, kendi kendini yetiştirsin, kendini dışarıdaki şeylerle, başkalarının onayına muhtaç hiçbir şeyle meşgul etmesin; halkı ya da tek tek insanları ilgilendiren her şeyden uzak bir sakinliği sevsin” diyor ‘Doğruyu Söylemek’ isimli kitabında Michel Foucault.
“Bir yerde kendine rastlarsan” diye yazdı not defterine beyaz saçlı adam, “gülümse ve uzaktan da olsa el salla ona!”

