Derd mendim İsmail Kılıçarslan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Dervişe “dert nedir?” diye sormuşlar.
Derviş bu kez cevap vermeye hazırlıklı da değilmiş, hevesli de. “Boğulmaktır” diye kestirip atmış. Soran konuşmaya pek hevesliymiş. “Zorda kalmaktır diyenler de var” deyip ilerletmek istemiş sohbeti. Derviş bu kez de “zorda kalmanın esası tıkanmak, tıkanmanın esası boğulmaktır. İnsan dediğin pek meraklıdır kendini dert sahibi etmeye. Dertle tıkanıp da boğulmaya. Hâlbuki derdinin dert etmeye değmeyeceğini bir anlasa rahata eriverecek de nefes alacak” diye çözülmüş bu kez.
“Derdi veren dermanı da verir” derdi eskiler. Canını uyandır ki onların dert bildiği senin dert bildiğinle aynı değildi. Onlar dert diye imtihana derlerdi. Hastalığı, afeti, darlığı dert bilirlerdi sadece. Şimdi parmağı azıcık kanasa âdemoğlunun, dert bilir oldu bunu.
Eskiler hasta olduklarında “Allah beni seviyor ki beni hastalıkla imtihan ediyor. Ya Nemrut gibi başım bile hiç ağrımayaydı…” derlermiş. Bu inceliği bir anlayabilse insan derdiyle uzlaşır da bahtı varsa hakikatin kapısına kadar ulaşır.
“Âdemoğlu’nun derdiyle uzlaşması” deyip de geçme. Derdin dermanın kendisi olduğunu düşünen derviş, sırtında demirden çuval olsa taşımaya razı gelir onu. Doğru bildin. “Derman arardım kendime, derdim bana derman imiş” deme cesaretini bir kez gösterdi mi insan, derdi ona dermanlaşır. Ah ki mesele bunu bir kez olsun idrak edebilmekte.
Âşık’a “anlatmam derdimi dertsiz insana, dert çekmeyen dert kıymetin bilemez” dedirten neydi peki? Bunun da cevabını bir başka âşık vermiş: “Derd-mendim yâ Resûlallah devâ ol derdime.”
Derler ki Eyyûb peygamber, bedenini kurtlar kemirirken yere düşen bir kurtçuk görmüş de o da nasiplensin diye yerden alıp bedenine koymuş onu tekrar. İşte ilk kez o anda acı duymuş bedeninde.
Sanırım asıl dert, Allah’ın işine karışmaya cüret etme derdidir insan için. Derdini sevmek zorunda değilsin elbet. Derdini derman bilmek zorunda da değilsin. Sorumlu olduğun şeyler bunlar değil zira. Ama derdin sahibinin dermanın sahibi ile aynı olduğuna iman etmezsen sıkıntı. “Niçin ben?” diye sorarsan daha da sıkıntı. Unutma ki doğulup da dünyaya gelmek seni dert sahibi yapmak için yeterli. Hatta denebilir ki insanı yolculuğunda olgunlaştıran asıl hikâye derdiyle kurabildiği hakikatli bağdır.
Neyse. Bir şey anlatacaktım ben size.
Teknesi yolda kalsa bir rüzgârın üzerine binecek denli meczup olan Ayazlardan bir Ayaz, Sultan Mahmutlardan bir Sultan Mahmut’un olduğu bir mecliste imiş.
Mahmut, muzaffer bir komutan. Girdiği o savaşı da kazanmış. Amma sanmayasın ki girdiği her savaşı kazanmak insanı cengâver yapar. İnsanı cengâver yapan savaş, başka savaştır.
Mahmut, savaşta elde ettiği ganimetlerden biri olan avuç büyüklüğünde bir elmas taşı halının ortasına yuvarlayıp vezirine “kırıver şunu” diye emretmiş. Veziri “aman sultanım” demiş, “bu taş nice kıymetli bir taştır. Bu taş kırılır mı? Ben buna kıyamam.”
Mahmut, yaverine, kethüdasına, kadısına, kumandanına… Kime sorduysa aynı cevabı almış: “Aman derim sultanım, bu taş kırılır mı?”
Sonunda Ayaz’a dönmüş Mahmut. “Kırıver şunu” demiş. Ayaz, bir vuruşta tuz buz etmiş elması. Mahmut demiş ki “kimse kırmaya yanaşmadı da sen ikiletmedin bile emrimi. Nicedir bunun hikmeti?”
Ayaz, gülümseyivermiş. “Benim derdim sultanım” demiş, “benim derdim taşın değeri değil, kalbinizin değeri. Gönlünüzden bu taşın kırılmasını geçirdiyseniz bu taşın değeri gözümde hiçtir. Ben sevdiğimi dert ederek ulaştım bu yaşa. Şimdi bir taş parçası için bundan vazgeçesi değilim.”
Seç madem şaşkın. Derdini mi seçeceksin elması mı?
Allah. Eyvallah.


