Havuzun taşları İsmail Kılıçarslan
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Dervişe sormuşlar: “Yârdan ayrılmaktan korkar mısın?”
Dedik ya, bizim derviş az değişik adamdır. Kimine beklediği yerden, kimine ummadığı köşeden verir cevabı. Bu kez, dümdüz söylemiş: Ayrılık, yârin kendisinden başka biri olduğunu düşünenin korkusudur. Yâr öyledir ki araya “ve” de girmez, “-ile” de girmez. “Yâr benim, ben de yârimim” demek zaittir. Zira “yâr benim” demek, yâr ile kendi aranda bir mesafe olduğunu ihsas ettirir ki insanın yârinin olmadığına delalet eder.
Meraklı ya dervişe soru soranlar. Sormuşlar yine: Yani asıl mesele yârda yok olmak mıdır?”
Derviş, bir nice sustuktan sonra konuşmuş: O senin dediğin yâr değil, yardır. Yardan aşağı atlayan yok olur. Yârda yok olunmaz, tam tersine insan yâr ile var olur. İnsanın varlığının mebdei de, melcei de, evveli de, ahiri de yârdır.
Anlamamış soruyu soran. Başka bakımdan sormaya karar vermiş: “Ger men men isem nesin sen ey yâr” diye ünleyen şair haklı mı?
Derviş eyitmiş: Haklı değil amma mazur. O da yâri kendisinden gayrı sanmakla mazur. Birçok bilmişe sorsan sana der ki “madem aşk vardır, orada başka vardır.” Eh, haksız da değildir. Haksız değildir ama eksiktir. Orada başka vardır ama başka olan yâr değildir. Başka olan aşkın kendisidir.
Öyledir. “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyen şair iyice bilir ki aşk olmadı mı olanı olmuş sayma.
Muhammed(s.a.v)’in adı anılınca bayılıp düşen adamlardan söz eder tarih kitapları. “Anam babam sana feda olsun” diyen adamlardan bahseder. Düşün ki nedir yâr ile var olmak?
Anlatılır. Musab’a “Arapların prensi” derlermiş. Yakışıklılık dersen onda, zenginlik desen onda, asalet desen onda. Anası önüne atılıp, ayaklarına yapışıp yalvarırmış ona: “Gitme” dermiş. Musab da “gitmesem öldüm say” dermiş.
İnanıyorum ki gitmese ölürdü Musab. Çünkü yaşamanın yolunu bir kez buldu mu insan, gitmese ölür. Bunu bilmeyene de, evlerden ırak, “gafil” denir.
Şaire “ölümden korkmazam be hey yarenler / budur korkum yârdan ki ayrılam ben” dedirenin ne olduğunu bir anlasak, ah bir anlasak ikilikten geçtik, biri birden seçtik, sıratı hoplayıp aştık say.
Kıldan ince kılıçtan keskin olan sırattır derler ama pek kulak asma. Kıldan ince, kılıçtan keskin olan sırata alnının akıyla vasıl olmaktır. Mansur gibi berdâr da olsan, Yavuz gibi serdâr da olsan, Mecnun gibi derde giriftâr da olsan yarın Hakkın divanına varınca senden pul da istemezler çul da. Bir alın isterler ki ak ola, pak ola, ışıklı ola, açık ola.
Neyse. Bir şey anlatacaktım ben size.
Buhara’da, Nadir Divan Beği Medresesi’nin karşısında, Leb-i Havuz’un kenarında bir derviş yıllardır sessizce otururmuş. Ne sadaka ister, ne konuşur, ne de bir şey yermiş. Görenler, “Acaba deli mi?” diye düşünürmüş.
Bir gün şehir kadısı gelmiş havuz başına. Kalabalık onu görünce yol açmış. Kadı, dervişe yaklaşmış, yüzüne bakmış, “sen burada ne yaparsın ey derviş?” demiş.
Derviş, gözlerini açmış ve kadıya bakmış. Cevap vermemiş. Kadı yine sormuş: “İnsan ilimle, amelle, sözle meşgul olur. Sen böyle susarak ne elde edersin?”
Derviş bu defa yavaşça konuşmuş: “Ey kadı efendi… Sen konuşarak hüküm verirsin, ben susarak hükümden kurtulurum.”
Kadı bir an irkilmiş. “Ne demek bu?” demiş. Derviş elini havuza uzatıp bir taş atmış. Suda halkalar oluşmuş. Sonra demiş ki: “Söz de taş gibidir. Attığın zaman halka halka büyür. Eğer neyi niçin söylediğini bilmezsen, o söz bir gün geri gelir ve seni bulur. Ben ise yıllardır bu havuza bakar, içimdeki taşları atmaktan vazgeçmeye çalışırım.”
Kadı derin bir nefes almış. Cübbesini toplamış ve usulca oradan uzaklaşmış. Arkasından bakıp iç geçirmiş derviş: “Sözle aşk mı olur a şaşkın. Aşk dediğin susmağ ile…”
Allah. Eyvallah.


