İnsanı nerde gördün? İsmail Kılıçarslan
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Cevap vermiş: Düşerken gördüm insanı. Tutunduğu tuğlayı Rabbi bilmekle meşguldü. Başkasının putuna İbrahim’di, başkasının günahının masumuydu düşerken insan. Öyle bir düşüşle düşüyordu ve bu düşüş ona öyle büyük bir zevk veriyordu ki mest oluyordu mutluluktan. “Benim kararım” diyordu, “benim sevabım” diyordu, benim günahım, benim Rabbim, benim dünyam, benim hayatım. Her “benim” dediğinde düşüyordu insan. Düşmenin her türünü ezberine aldığını zannederek düşüyordu. Üstelik düşerken dönüşü bildiğinden yüzde yüz emindi. Döneceği yerin orada, öylece kendisini beklediğinden hiç şüphesi yoktu.
Dönemedi. Düşmesine engel olamadı. Düştüğü yerde, başına neyin geldiğini anlamaz bir halde, ayağa kalkmak için uğraşmak yerine şaşkınca şarkı söylerken gördüm ben insanı. “Hu” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Cevap vermiş: Kendine güvenirken gördüm insanı. Gençliğine, güzelliğine, malına, mülküne, bahtına, tahtına, çoluğuna, çocuğuna güvenirken gördüm insanı. Kızıldeniz’in ikiye yarılabileceğine inanmıyordu. Yedi yıl kıtlık olabileceğine inanmıyordu. Kılıç yarasına inanmıyordu. Vezirinin hain olabileceğine inanmıyordu. Sadece kendine inanıyordu. Her şeyin kendisiyle başlayıp kendisiyle biteceğine öyle emindi ki kendisinden başka hiçbir şeyin gerçek olabileceğine dair bir iman emaresi geliştirmeyi bile zül addediyordu.
Sımsıkı kapattığı kapılara rağmen bir sinek geldi de burnundan giriverdi insanın. Çektiği acılar yüzünden başına tokmaklarla vurdura vurdura ölürken gördüm insanı. “Hay” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Cevap vermiş: Kisvesi ayrı, kendisi ayrı gördüm insanı. Kim olduğunu kimseye göstermemeye ant içmişken gördüm. Özünü ayrı, sözünü ayrı gördüm. Diliyle ikrar ettiğini kalbiyle inkar ederken gördüm. Sonunda özünü de unuturken, sözünü de unuturken gördüm insanı.
Kendinden çıkardı insan sonunda kendini. Kendinden geriye hiç kimse kalmayana kadar soydu kendini. Unuttu kendini. “Allah” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Cevap vermiş: Aşksızlıktan kırılırken gördüm insanı. Bir çift göze, bir çift söze akıvermeyi reddederken gördüm. Kurumuş ağaç dalına dönmüş gördüm insanı. Kalbini unuturken gördüm. Hızlı trenlere biniyor ve geride bırakıyordu ruhunu. Unutuyordu bir çiçeğin tam oradaki rastlantısallığının aşktan başka bir manaya gelmediğini. Cızırtıyı musiki, lakırdıyı şiir, kıylükâli aşk zannederken gördüm insanı.
Üzüldüm bu sefer. Durdum bir lahza insanın yanında. Yine de nice sonra “aşksızlara verme öğüt, öğüdünden alır değil, aşksız kişi hayvan olur, hayvan öğüt bilir değil” dedim ve “Ya Muhsin” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “Peki nasıl seçtin yürüyüp gitmeyeceğin, kalacağın yeri?” Cevap vermiş derviş: Sırrımı dersem artık sır olmaktan çıkar. Ama belki şu kadarını söylemeye iznim vardır. Yüzlerine baktım insanların. Alınlarında işaretler gördüm. Gözlerinde derinlikler gördüm. Kalplerinde samimiyet gördüm. Dillerinde güzellikler gördüm. “Ya Latif” deyip çöktüm oraya.
Neyse, bir şey anlatacaktım ben size.
Veysel Karani’ye bir adamın ahvalini anlatmışlar. Adamcağız bir kabir kazmış, bir kefen giymiş, otuz yıldır o mezarın başına gidip ağlar, başka da bir şeyle meşgul olmazmış. Ağlamaktan sararıp solmuş, mecali kalmamış bir adamcığa dönüşmüş.
Veysel Karani, varıp gidip bulmuş bu adamı. Boş mezarın başında hıçkırarak ağlıyormuş. Veysel Karani adama “behey şaşkın” demiş, “bu mezar ve bu kefen seni otuz yıldır Allah’tan alıkoydu. Sen Allah’ı düşünerek O’nu zikretmek yerine hep kefeni, mezarı ölümünü düşündün. Yuf olsun sana.”
Allah. Eyvallah.


